24 Aralık 2009 Perşembe

En İyi Kim?


Balloon D’or, bir futbolcu için, takım olarak değil, bireysel olarak alınabilecek en prestijli ödül. Kelime anlamı Altın Top olan bu ödülü France Football dergisi veriyor ve oylama için dünyanın her yerinden 96 gazetecinin görüşünü alıyor. Bu sene ödülün sahibi Balloon D’or tarihinin en yüksek puanıyla(480 üzerinden 473 puanla) Lionel Messi oldu. İkinci Cristiano Ronaldo, üçüncü ise Xavi oldu. Eskiden bu ödülün sahibi Alman ve Hollandalı futbolcular olurmuş. Klüp bazında bakarsak ödül’ü en çok İtalya’ya gitmiş.




Bu sene ödüllerin hepsi İspanyaya gitti. Flaş transferler, Son dünya kupası galibi gibi bir çok unvan sayesinde İspanya Dünya futbolunda öne çıktı. Balloon D’or’un üç galibi dışında Iniesta’ydı, Kaka’ydı derken, dünyanın en iyi futbolcularının birçoğu İspanya liginde top koşturuyor. Buna rağmen İspanyol ligi hiçbir zaman Premier Lig kadar ilgi çekemiyor. İspanyada fazla bir dengesizlik hâkim. İyi takımlarla vasat takımlar arasında bir uçurum var. Barcelona ve Real Madrid’i izlemek keyif veriyor. Ancak bu ikisinden başka her hangi iki İspanyol takımının maçını izlemek eziyet gibi bir şey(Sevilla’yı hariç tutabiliirz). Bizim Süper ligden kötü demiyorum ama İngilizleri izlemeye alışınca başka bir şey izlemek zor geliyor. Bazı İspanyol takımlar o kadar basit ki Barcelona ile oynarken bile maçı kötü hale getirebiliyorlar. Oysa İngiltere’de düşme hattındaki iki takımın golsüz berabere biten maçını bile keyifle izleyebilirsiniz.(İngilteredeki en keyifsiz futbolu Stoke City oynuyor, orda bile en azından Tuncay gibi izlemesi eğlenceli bir adam var) Yani işler iki büyük takıma kalınca lig de yetersiz kalıyor. İspanya da birinci veya ikinci belli, aralarına üçüncü bir takım giremez. İngilterede ise hedefi şampiyonluk olan 4 takım var. Bu dört takımdan hariç, şampiyon olamayacağının bilincinde olan ama ikincilik veya üçüncülüğü kovalayan en az 3-4 takım daha var.(M.city, Aston Villa…) İngiltere’nin farkı, ligde en az 16-17 takımın da belli bir seviyenin üstünde yer almasıdır. Her maçın bir favorisi de olsa kimse mücadele etmeden teslim olmaz. Dünyanın en iyi takımı(tartışmasız Barcelona) ve dünyanın en önemli maçı (El Classico) İspanya liginde olabilir ama dünyanın en iyi maçları gibi çoğul bir cümle kurarsak ibre İngiltere’ye dönüyor.

Bizim ligimiz de karakter olarak İspanya ligine benziyor. Yıllardır 3 büyük takımı ciddi bir şekilde zorlayabilecek kimse çıkmadı. Geçen sene Sivasspor Galatasaray ve Fenerbahçe’nin zayıflığından da yararlanarak bir çıkış yaptı. Ancak bu çıkışı pozitif futbolla yapmadıkları için aynı hızla düştüler. Bu sene durumlar farklı. Futbol kalitesi olarak değil ama bu işi ciddiye alan takım sayısıyla İngilizlere yaklaşmaya başladık( en azından İspanya ligine daha uzağız). Birkaç sene daha böyle sürerse işler daha güzel olur. Gençlerbirliği, Gaziantep, Bursa ve Kayseri üç büyükleri ciddi anlamda zorluyorlar. Güzel olan ise kapalı ve savunmaya dayalı bir futbol değil pozitif futbol oynuyor olmaları. İyi oynayan takımlar diğerlerini de iyi futbola zorlayacaktır. Ligin kalitesi artarsa Avrupa’da başarı da gelir.

18 Aralık 2009 Cuma

Gelmiş Geçmiş En İyi Sol Bek


Sol bek deyince aklınıza ne geliyor? Benim aklıma ilk gelen Roberto Carlos’tur. Her sanal futbol oyununda Carlos için takım seçen, mahallede faul kullanılacağı zaman R. Carlos olan çocuklar sayesinde Real Madrid’in taraftar sayısı bile artmıştır. Bu adamın futbolla alakası olmayan insanlar arasında bile kendine ait bir hayran kitlesi var.

R.Carlos, Cafu ile beraber günümüzdeki bek kavramına damgasını vurmuş bir futbolcudur. Hücuma, savunmadan daha fazla katkı yapan, çok koşan, arkasında boşluk bıraktığı için eleştirilen fakat oyuna pozitif katkısıyla savunmaya dayalı hatalarını telafi eden oyuncu kavramı, en güzel R.Carlos ile açıklanır. Günümüzde, Dani Alves gibi, Sergio Ramos gibi oyuncuların hatalarına göz yumulmasının sebebi Carlos ve Cafu’nun getirmiş olduğu oyun tarzıdır. Carlos, hızıyla, şutlarıyla ve sempatik tavırlarıyla Cafu’nun önüne geçmiştir. Real Madrid’in en şaşaalı döneminde orda bulunmasıyla da fark yaratmıştır. 3 şampiyonlar ligi ve Dünya kupası kazanmış bir oyuncu olarak saha içinde oldukça mütevazı bir futbolcudur. Carlos için gelmiş geçmiş en iyi sol bek demek yanlıştır, çünkü bu cümleyi kurmamızın sebebi zaten R.Carlos’un kendisidir. Sol bek, forvet ya da kaleci gibi insanların istatistik tutmak isteyeceği bir mevki değilken, Carlos’u en iyi sol bek ilan ediyorsak, sebebini Carlos’un başarısında aramak lazım. Bir söylentiye göre R.Carlos’un Real Madrid’e transferi de kendisinin sol bek inadından kaynaklanıyormuş. Interde oynarken teknik direktör Roy Hodgson ile sol açıkta oynamasını istediği için ters düşmüş ve daha sonra 11 yıllık Real Madrid kariyeri başlamış.

Real Madrid’in saltanatı Barcelona’ya kaptırmadan önceki son şampiyonluğunda takımı sırtlayan Beckhamla birlikte R.Carlos olmuştu. Yani Carlos Fenerbahçe’ye bitkin bir futbolcu olarak değil, takımını La Liga’da şampiyon yapmış bir futbolcu olarak geldi. İlk sezonunda da Fenerbahçe’de çok başarılıydı. Bugün Carlos’un formundan memnun olmayan insanlar, sakatlanmadan önceki performansını unutuyorlar. Bu adam sadece vizyon olarak bile Fenerbahçe’ye katkı sağlamıştır. Aziz Yıldırım’ın hedefi 3 yıl üst üste lig şampiyonluğu iken Carlos geldiğinde Avrupa kupası almak istediğini söylemişti. Nitekim Fenerbahçe’nin bu güne kadarki en büyük Avrupa başarısı da R.Carlos zamanında geldi. Şampiyonlar liginde çeyrek final başarısı, R.Carlos olamadan gerçekleşemezdi. Carlos’un saha içindeki oyun yönlendirmelerini inkâr edilemez. Carlos saha içinde takım arkadaşlarına verdiği talimatlarla herkesin gönlüne taht kurmuştu. Şimdi Carlos’un gidiyor olmasına sevinenleri görünce şaşırıyorum. Bu Roberto Carlos Şampiyonlar liginde Fenerbahçe’den daha fazla forma giymiş bir futbolcu. Fenerbahçe taraftarının Carlos’un gidişine yaklaşımı üzücü. (Vefalı taraftar örneği vermek gerekirse: Geçen hafta Marca’nın yaptığı bir ankette Madrid taraftarlarının %71’i Carlos’un geri gelmesine onay vermiş)

Kalite yoksunu bir ligimiz var. Carlos gidiyor ama umarım birileri ondan bir şeyler kapmıştır. Yıldız futbolcular bizimkilerin bir şeyler öğrenmesi için bulunmaz nimetler. İnsan gördüğü şeyleri öğrenebilen bir varlık olduğuna göre, bir yıldız futbolcu sadece takım arkadaşlarına değil, rakip oyunculara da katkı sağlayabilir. Carlos da gittiğine göre Fenerbahçe de gençler için iyi bir model kalmadı(Alex hiç iyi bir örnek değil). Bu ligde Roberto Carlos’un bile değeri bilinmediğine göre Fenerbahçe onun yerini doldurmakta bir hayli zorlanacakmış gibi görünüyor.

10 Aralık 2009 Perşembe

Çok Güzel Hareketler Bunlar


Geçen hafta sonunda Süper ligimize hakemler ve onlarla ilgili açıklamalar damga vurdu. Galatasaray-İBB maçını taraftar gözüyle izleyen herhangi bir Galatasaraylı, hakemin yönetiminde art niyet ararsa şaşırmamak gerek. Uzatmayalım. Hakem tartışmaları dışında ligin 15. haftası güzel gelişmeler de getirdi.

Öncelik Kayserispor-Bursaspor maçının. Ligtv’yi, maçı canlı yayınladığı için ayrıca tebrik ediyorum. Maçı izleyen herkes hemfikir, çok güzel bir futbol izledik. Bilet fiyatları dolayısıyla gelen yoğun seyirci ilgisi de çok sevindirici. İki Anadolu takımının maçı ve 30.000 dolaylarında seyirci, kolay kolay denk gelmez. Güzel statlar futbolumuza katkı yapacaksa hiçbir masraftan kaçınmamak gerek. Maçın kalitesini seyirci sayısına da bağlayabiliriz ama galip gelenin birkaç saatliğine de olsa lider olacak olması çekişmeyi arttırmıştır.(Maç saatinde Galatasaray’ın puan kaybetmesi öngörülemiyordu.) Sebep-Sonuç ilişkisi yapma derdinde değilim. Önemli olan bizim ligimizde, Anadolu takımlarının güzel top oynamaya başlaması. Bu çok sevindirici. Artık İstanbul’a gelen Anadolu takımları kolay kolay maç vermiyor. Bursaspor deplasmanı üçbüyüklerin korkulu rüyası haline geldi. Gençlerbirliği’ni izlemek keyif veriyor. (Thomas Doll’un Facebookta Türklerden oluşan fan sayfası bile var.) Gaziantepspor da hiç fena değil. Lider ise Kayserispor. Bu noktada, 15. hafta sonunda ligimizin lideri olan Kayserispor’un teknik direktör istikrarına dikkat çekmek istiyorum. Tolunay Kafkaslı Kayserispor’un başında 3. sezonunu geçiriyor. Teknik direktörlerin sabırdan başka hiçbir şeye ihtiyacı yok. Diğer bir iyi örnek ise Abdullah Avcı. 4 sezondur, İBB’nin başında ve vazeçmiyor. Galatasaray, Bülent Korkmazla anlaşmadan önce Abdullah Avcı’ya teklif götürmüştü. Buna rağmen Abdullah Avcı hala, süper lige kendi taşıdığı takımının başında.

Süper lig hakkında bir paragraf dolusu güzel şey yazdım ama bitmedi, devamı var. İBB maçında Galatasaray’ı çok beğendim. Son 10 dakikada yaptıkları gereksiz panik hariç sezon başından beri en güzel futbollardan birini oynadılar. Rijkaard en sonunda 3’lü savunmaya dayalı orta saha denemelerini bırakıp, eski düzenine geri döndü. Elano da buna karşılık verdi. Maç boyunca olumlu işler yaptı. Nokta paslarla oyunun yönünü değiştirdiği her seferde Galatasaray pozisyon yakaladı. Elano hakkında atıp tutan çok ama beni sevindiren, seyircinin Elano’yu desteklemesi oldu. Elano oyundan çıkarken hep bir ağızdan tezahürat yaptılar. Bu destek tezahüratının meyvelerini önümüzdeki haftalarda toplayacaklarına inanıyorum.

Galatasaray’ın yeni Hasan Şaş’ı, Mustafa Sarp’ın özeleştiri barındıran hakem eleştirisi de, bahsetmeye değer doğrusu: İngiltere liginden bahsederek, “Orada futbolcular savaşıyor, mücadele ediyor. Hakem oyunu kesmiyor; oraya bakmıyor. Ben onları izlerken futbolculuğumdan utanıyorum. Eğer ben futbolculuğumdan utanıyorsam, hakemlerin de oradaki meslektaşlarına bakarak utanması gerek.” Bu aralar herkes İngiltere liglerini örnek göstermeye başladı. İyiye işaret. Güzel bir örnek.

Haftanın en şık hareketi ise yine Beşiktaş taraftarından geldi. Diyarbakırsporlu futbolcuları Beşiktaşlılarla birlikte tribüne çağırıp, alkışladılar. Karşılıklı Siyah-Beyaz ve Yeşil-Kırmızı diyerek tempo tuttular. UEFA’nın en önem verdiği kampanyası ırkçılığa karşıyken, Beşiktaş taraftarının ırkçılık karşıtı tezahüratları “çok güzel hareketler bunlar” dedirtti. Belki Beşiktaş UEFA organizasyonlarına devam edemedi ama taraftar grubu açık ara şampiyon sayılır.

3 Aralık 2009 Perşembe

Nusaybin'de Futbol Okulu




Yazıya eski yazılarımdan bir alıntıyla başlamak istiyorum.

Futbolun popüler spor sayıldığı ülkeler arasında en kalabalık nüfusa sahip ülkelerden biriyiz. Fiziksel yapımız da bu spor için uygun sayılır. Buna rağmen futbolcu yetiştirme açısından çok yetersiz kalıyoruz.

Genç Türkler Almanya’da, Hollanda’da, gurbetçilerin yoğun olduğu her yerde başarılı olmaya başladılar. Sadece buralarda değil, Arsenal’in, Chelsea’nin altyapısında da Türk futbolcular sıyrılıyor. Kısacası Türk futbolcular gerekli eğitimi aldıkları zaman kalitelerini belli edebiliyorlar. Yetenek olarak bir Brezilya, bir Arjantin olamayız ama İspanyollardan İngilizlerden, Hollandalılardan hiçbir eksiğimiz yok. 15 milyon nüfuslu Hollanda’nın İngiltere’de İspanya’da oynayan onlarca oyuncusu var. Hollandalıların fiziksel yapısı futbola daha mı yatkın?

Avrupa’da çok gelişmiş bir “scouting” sistemi var. Her takımın futbolcu araştıran, tekrar tekrar izleyen, işi sadece futbolcu araştırmak olan gözcüleri var. Bu gözcülerin bazıları Brezilya’da bazıları Afrika’da yetenek avcılığı yaparken bir kısmı da kendi ülkelerinin yeteneklerini keşfetmeye çalışıyorlar. Bizim kulüplerin Güney Amerika’yı falan araştırmasına gerek yok. Araştırılması gereken yerler, her konuda olduğu gibi futbolda da geride kalan doğu ve güneydoğu bölgeleri.

Birçok kulübümüz Afrika’ya, Brezilya’ya futbolcu araştırmaya gidiyor. Bu doğudaki, güneydoğudaki bütün çocukların yeteneksiz olduğunu kabul etmek demektir. Yeteneksizlik gibi bir durum olamayacağına göre buraların da gözden geçirilmesi, futbola yatkın çocuklara bir şans verilmesi gerekir.

3 büyükler yazın Ankara’da futbol okulu açacaklarına, aynı şeyi doğuda yapsalar, işler Brezilyalı şımarık futbolculara söz geçirmekten çok daha kolay olacaktır.


Mardin’in Nusaybin ilçesinde bir kebapçının kapısında, Galatasaray Başkanı Adnan Polat’ın fotoğrafının basılı olduğu bir ilan vardı. Yakından inceleyince ilanın Midyat’ta kurulan Galatasaray futbol okulu ile ilgili olduğunu gördüm. Böyle bir projenin gerçek olmasına (Başkan ve Galatasaray yöneticileri 4 Aralık 09’da açılışa katılacaklarmış) çok sevindim. Ayrıca Nusaybin’de de daha önceden kurulmuş bir Galatasaray futbol okulu olduğunu öğrendim Bu okullar hem bölge çocuklarına, hem Galatasaray’a hem de Türk futboluna katkı sağlayacaktır.

Güneydoğuda sokak arasında top oynayan binlerce çocuk arasından birkaç tanesi bile sıyrılsa, Türk futboluna önemli katkı sağlayacaklardır. Bunun haricinde, Futbol gibi tüm organizasyonlarıyla ırkçılık karşıtı olan bir spor sayesinde kafaları karışıklarla dolu olan küçük çocuklar kendilerine daha önemli bir uğraş bulmuş olacaklar.

Umarım Diğer kulüplerin de bu bölgeyle ilgili projeleri vardır. Sadece futbol değil de, tüm sporların Güneydoğudaki çocuklara, onların da bu sporlara ihtiyacı var.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Sevdiklerinle Oyna


Galatasaray Manisa karşısında beklenmeyen bir beraberlik aldı ve Rijkaard’a yapılan eleştiriler kaldığı yerden, yani “Go home” seviyesinden tekrar başladı. Rijkaard, basının aksine, tam da tahmin ettiğim gibi ileride Elano-Nonda-Kewell “üçlüsüyle” maça başladı. Bu üçlü ve arkadakiler, Manisa maçına başlarken bir tutukluk içine girmişti ve Manisa’nın atakları ve presi, özellikle Servet ve etrafındakileri yaklaşık 15 dakikalık bir korku tünelinin içine soktu. Ancak Kewell ile başlayan toparlanma süreciyle beraber gol geldi ve Galatasaray Ali Sami Yen’de alışık olduğumuz gibi kontrollü bir şekilde ilk yarıyı bitirdi.

Ama asıl sorun, ikinci yarıda, takımın topu kendi ağlarında görene kadar, koskoca bir 38 dakika boyunca uyumasıydı. Üstelik bu uyku 20 saatlik yolculuğun ardından 15 dakikalık tempoyla maça başlayıp gücünü tüketen Manisa takımına karşı yaşandı. Galatasaray ortasahası buyur etmese Manisa'nın rakip kaleye yaklaşacak hali yoktu. İşte tam burada, ben, Rijkaard-Neeskens ikilisinden takımı uyandıracak, oyunculara “Ne oluyor? Ne yapıyor bu hoca?” dedirtecek cinsten bir değişiklik beklerdim. Çünkü bu takımın öyle sıradan bir değişiklikle(Ayhan-Linderoth gibi) uyanacak görüntüsü yoktu. Orada Fenerbahçe maçından önce kullandığı dizilişe, tamda onun sevdiği tipte oyuncularla dönmeliydi. Yani Ayhan ya da Mustafa Sarp’tan birini alıp Keita, Arda veya Aydın’dan birini sokmasını bekliyordum. Belki bu değişiklik Servet’in, Gökhan Zan’ın, Leo Franco’nun ya da Mehmet Topal’ın hoşuna gitmeyecekti ama daha önemlilerin hoşuna gidecekti, yani Nonda’nın, Kewell’ın ve Elano’nun ve bu etkinin bile Galatasaray’a bir gol getiremeyeceğini kim iddia edebilir.

Rijkaard maç sonunda iki kişi dışında bütün takımının onu hayal kırıklığına uğrattığını söyledi ve hücum yönünde takımının eksik kaldığını söyledi. Bu açıklamasından yola çıkarak eski taktik dizilişine en geç İstanbul Belediye maçında döneceğine eminim.

Son olarak bu takım içinde iki kişiye değinmem şart. Birincisi ve daha önemlisi Kewell. Sezon başında bizim bildiğimiz Kewell’dan farklı görünse de özellikle son dönemlerde performansını çok yükseltti. Ona Keita, Arda ve Elano üçlüsünden ikisi bile yardım etmeye başlarsa Galatasaray ilk devre sonuna kadar muhtemel rakiplerinin hepsine karşı rahat galibiyetler alır. İkincil olarak ise Mustafa Sarp’tan bahsetmeliyim. Ben bu çocuğun sezon başından beri maçlarda ne oynadığı konusunda bir karara varamadım ve en son maçta dikkatlice onu takip ettim. Bu arkadaşın iyi niyetinden kesinlikle şüphe etmiyorum ancak Mustafa orta saha oynamasına rağmen top Galatasaray’dayken kesinlikle boşa çıkıp top istemiyor ve bu da orta sahayı çok sıkıntıya sokuyor. Eğer Galatasaray iyi top oynayacaksa bunda orta saha elemanlarının çok ciddi bir rolü olacak ve Mustafa Sarp “bir ortasaha oyuncusu olarak” kendi düşen görevi yerine getirmeli.

19 Kasım 2009 Perşembe

Elano Krizi Varmış!



Diyarbakırspor maçında Rijkaard, Elano’yu 87’de oyuna aldı. Maçı beraber izlediğim herkesten aynı yorum geldi. Hep beraber –Lincoln olsa bu dakikada oyuna girmezdi!– dedik.

Hepimiz ister istemez Elano’yu Lincoln ile kıyaslıyoruz. İyi anlamda da olsa kötü anlamda da olsa yanlış yapıyoruz. Lincoln yetenek olarak dünyadaki çoğu futbolcudan üstün olduğu gibi Elano’dan da çok üstün. Bununla beraber bir o kadar da amatör bir futbolcu. Şu anda oynadığı herhangi bir kulübü bile yok. Elano ise profesyonel bir futbolcu. Normal şartlarda adaptasyon sorunu bile olmayan bir adam. Manchester City’de ki en parlak dönemini ilk geldiği sezon geçirmiş. Galatasaray’da ise hala bekleneni veremedi. Ama bizde sorun Elano’da değil, bizde sorun “beklenen”de. Her Brezilyalıdan olağanüstü çalımlar, sürprizler, sağa bakarken sola pas atmalar… beklememeliyiz. Futbol takım oyunu deyip duruyoruz. Her mevkinin faklı oyun anlayışı olur. Tüm takım açık oynayamaz. Her zaman birilerinin basit oynaması gerekir. Elano’da futbolu basitçe oynamak için en uygun adam. Basit oynamak demek kötü oynamak demek değildir. Basit oynamak, garanti oynamak, topa daha fazla sahip olmak demektir. Elano bu işi harika yapar. Zaten Galatasaray’da da adam eksiltecek, dikine gidecek oyuncu eksikliği yok. Galatasaray’a oyunu açacak, gerektiğinde yönünü değiştirecek, kanatlardaki yetenekli adamların oyun kurma yükünü azaltacak birileri lazım. O da Elano işte. Sürekli Brezilya milli takımına seçilmesinin sebebi de aynı. Brezilyanın sağ açık sıkıntısı mı var da Elano’yu sağda oynatıyor? Brezilyada herkes açık oynuyor. O takıma da topu ezmeyecek, hatalı işler yapmayacak, kısa ve öz işler yapacak birileri lazım. En iyi seçenek Elano. Hem yetenekli, hem de görev bilinci var. Oyunda çok görünmüyor ama bu da kötü oynamak demek değildir. Bu da beklenti meselesi. Oyunda çok görünen adamlar ya pres yapıp top kapan adamlardır ya da çalım atıp adam eksiltenlerdir. Elano ikisi de olmadığına göre TV başında izleyerek onu sürekli oyunda göremeyiz.


Rijkaard, Fenerbahçe maçından sonra eksiklerden dolayı diziliş değişikliği yaptı. Orta sahaya Topal, Ayhan, Sarp, Barış dörtlüsünden üçünü monte edip daha az pozisyon veren bir takım görüntüsü verdi. Bu diziliş beğenilince de ortaya felaket tellalları çıktı. Neymiş, Keita’nın cezası bitmiş, Kewell da formdaymış, Arda zaten kaptan, Baros da gelince Elano forma şansı bulamayacakmış. Lincoln gibi sorun çıkarmaya başlayacakmış. Bu adamlar sezon başında da Galatasaray’ın futbolcusu değil miydi? Şimdi de Barış kart gördü. Şimdi ne olacak. Belki onun yerinde (orta üçlünün sağında) brezilyadaki yerinin biraz gerisinde Elano oynayacak. “Elano krizi” diye “2. Lincoln vakası” diye cümle kuranlar bile var. Nereden çıkarıyorsunuz? Elano’nun Lincoln ile ne alakası var!

Galatasaray’da Elano beklentisi hala çok büyük. Elano da daha kendini tam olarak veremedi. Bence yavaş yavaş herkesi memnun edecek. Bence çok yakında Galatasaray’ın orta sahasında Elano’nun yanında Topal, Ayhan, Sarp, Barış dörtlüsünden hangi ikisini tercih edileceğini konuşacağız.

12 Kasım 2009 Perşembe

Kısır Derbilerimiz


Bu yazıda “derbi” kelimesini aynı şehrin iki takımının maçı anlamında değil, şampiyonluğa oynayan favori takımların maçları anlamında kullanacağım.

Geçen hafta Fransa liginde Lyon-Marsilya derbisi vardı. İki takımda 5’er gol attı. İkisi de şampiyonluk adayı takımlar. Canlı yayınlanan, haftanın maçı sayılan bir maç 5-5 bitti. 10 tane gol atılmış bir maçtan futbolu hiç sevmeyen biri bile çok zevk alır. Bol gollü bir maçta kötü futbol oynanmış olamaz. Çünkü maçtan sonra akılda kalanlar, fauller, hatalar vs. değil gollerdir.

Şimdi her iki takımın taraftarını maçı izlerken hayal edelim. Önce yenik duruma düşüp 10 dakika sonra öne geçmek, maç bitene kadar sonuçtan emin olamadan acaba galip gelecek miyiz merakıyla hop oturup hop kalkarak maç takip etmenin heyecanını bir düşünün. Bir de bu üst seviyedeki heyecan dalgasının 90 dakika boyunca artarak devam ettiğini hayal edin. Bir futbolsever için bu maçı izlemiş olmak büyük şans. Bir taraftar içinse tarif edilemez bir duygu olmalı. Marsilya ya da Lyon taraftarı olup bu maçı öyle izlemek isterdim.

Bizim derbilerde ise tüm taktikler yenilmemek üzerine kurulu. Buna rağmen maçın başında gol olmayan derbi hemen hemen yok gibi. Golü yiyince de tüm taktikler fark yememeye yönelik oluyor zaten. Kimse karşı takımın üstüne gitmiyor. Bizim derbilerde önemli olan yenilmemek. Bu mantalite de kötü futbolu doğuruyor. Taraftarlık duygularımız olmasa her sene bu maçları izlemeye tahammül edemeyiz.

Ben Fenerbahçe – Galatasaray maçlarını keyifle değil, sanki görevimmiş gibi izliyorum. Maçın sonucu dışında hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Oysa maçlarda bol gol olsa maçın sonucunun pek önemi kalmaz. Taraftarı olduğumuz takım çok güzel top oynasa, karşı takım da aynı yüksek performansı gösterse ve 4–3 yenilsek üzülür müyüz? Belki birkaç gün sonra kaçan bazı goller için hayıflanırız ama maç bitiminde kimsenin üzgün olacağını sanmıyorum. Maçın heyecanı maçtan sonra da sürer ama olumlu bir şekilde sürer. Maçın heyecanı, tadını damakta bırakır. Sinemada güzel bir film izlediğinde bir süre etkisinde kalır ya insan, film mutlu sonla bitmese de, izlemiş olmak güzeldir. Aynı şekilde maçın sonucu da tatmin edici olmayabilir ama o maçı kaçırmamış olmak, o heyecanını canlı canlı yaşamış olmak pek keyiflidir. Diğer bir seçenek ise aynı maçı çok kötü bir oyunla 1–0 kazanmak olsun. Bu maçı izlemiş olmak bize ne kazandırır? Özetlerini izleyip golü orda da görürdük. Neden 90 dakikamızı verelim ki? Oyun güzel olmayacaksa, kimse gol atmaya çalışmayacaksa, futbolun tanımı “22 kişinin bir topun peşinde koşmasına” dönüyor. Oysa bu oyun bu tanımı hak etmiyor.


Bir teorim var(!). Bir gün Galatasaray- Fenerbahçe maçı 4–4 biterse, ne maçtan sonra olay çıkar, ne de bir dahaki maçtan önce gerginlik olur. Kimse harika bir maç ve 8 gol izleyip olay falan çıkarmaz. İnsan 7,8 tane gol izleyip üstüne rakibe küfür edemez, utanır. Ne puan hesabı yapan kalır, ne hakemi tartışmaya müsait ortam oluşur. Belki bir gün yanlışlıkla böyle bir maç oynanır da, Türk futbolunun önü açılır.

5 Kasım 2009 Perşembe

İzleyemediğim Maçlar Var!


Açık kanallarda canlı yayınlanacak olan futbol maçlarını kim seçiyor? Merak ediyorum. Böyle büyük kitlelere hitap eden bir sporun tüm maçlarını aynı anda yayınlamak mümkün değil. (teknolojik olarak mümkün de, finansal açıdan pek mümkün değil) Elbette yayınlanabilecek maçlar arasında en mantıklısını seçecek bir karar mercii vardır. Merak konusu şu: neye göre, kime göre karar veriliyor. Akşam 21.45’te yayınlanacak maça tekil kişilerin keyfe keder karar verdiğini sanmıyorum.

Şampiyonlar ligi, futbolun en üst düzeyde oynandığı kulvar. Daha iyisi, daha kalitelisi yok. Devler ligi de denen bu organizasyonu yıllardır STAR TV’den izliyoruz. Eskiden şampiyonlar ligi haftasında (evet böyle bir kavram var: “şampiyonlar ligi haftası”) ikisi canlı ikisi banttan olmak üzere dört maçın tamamını, maçlardan sonrada tüm maçların gollerini yayınlarlardı. Yayınlanacak olan maç tercihleri yine kötüydü ama dört maçtan ikisi durumu kurtarıyordu. Bu sistem her sene kötüye gidiyor. Önce banttan yayınlanan maçı baştan, ortadan, sondan kırparak kısaltmaya başladılar. Gecenin bir saati olduğu için normal karşıladık. Eğer üç büyüklerimizden(!) birinin maçı canlı yayınlanmışsa, ikinci maçı banttan yayınlama yerine gereksiz maç sonrası tartışma programı konur, tartışma uzar, ağzı olan konuşur. Banttan yayınlanan maç heba olur. Futbol programlarını, maç seyretmekten daha çok seven bir kitle olduğuna göre bu da normal. En can alıcı noktalardan biri de, genelde ölüm grubu diye nitelendirilen gruplardan birinde iki favori takımın oynayacağı, erken final diyebileceğimiz maçlarda ortaya çıkar. Bu önemli maç yerine bizim üç büyüklerden birinin 3. ve 4. torbadan gelen rakiplerinin maçını yayınlayıp, futbolseverleri teknik analiz yapmaya davet ederler. Son numara da banttan yayınlanan 2. maçlardan vazgeçmeleri oldu. Ama işin suyu bu sene çıktı. Bir önceki şampiyonlar ligi haftasında Çarşamba günü maç yayınlanmadı. 21.45’te televizyonu açtım, hangisi olursa olsun bir maç izleyecektim ama futbol yerine komedi dizisi vardı. Bir önceki hafta da maç yerine yabancı aksiyon dizisi yayınlamışlardı zaten deyip kapattım. Birkaç sene önce FOX TV’de Premier Lig’in “Bez Bebek” adlı diziden çektiğini hatırlatmak isterim. STAR TV’deki “papatyam” dizisi ve Şampiyonlar ligi çelişkisi, olayı bir adım ileriye taşımıştı.

Daha sonra STAR TV’nin sadece iki maçı canlı yayınlama hakkı olduğunu ve tercihini bir önceki gün Moskova’da oynandığı için 19.30 da yayınlanan Man Utd – CSKA maçından yana kullandığını öğrendim. İkinci tercih için zaten Beşiktaş’ın maçı var, o yayınlanacak. Peki, bu doğru bir karar mı? O kadar maç arasında, sırf Beşiktaş’ı ilgilendiriyor diye Man Utd – CSKA maçını seçmek doğrumu? Her ne kadar taraflardan biri Manchester olsa da, maç Rusya’da oynanıyor, favori takım deplasmanda, yani büyük ihtimalle zevksiz bir futbol oynanacak. Ertesi gün oynanacak sekiz maçtan en az bir tanesi kesin bu maçtan daha güzel olur. Ama hayır, sanırım çok fanatik Beşiktaş taraftarları rakiplerinin nasıl oynadığını görmek ister diye düşünüyorlar. Mustafa Denizli ve yardımcıları dışında kim, neden Beşiktaş’ın rakiplerini analiz etsin ki? Böyle düşünen adamlar zaten gitsin futbol tartışma programı izlesin.

Neyse ki Star Tv bu hafta kendini affettirdi. 3 maçı canlı yayınlayıp, bizleri sevindirdi. Milan- Real Madrid maçını banttan yayınlarlar diye ümitlenmiştim ama olmadı. Günün gollerini yayınlamadan önce de araya yine yabancı dizi sıkıştırdılar. Bunun üzerine de perşembe günü yayın akışında Fenerbahçe’nin maçının ardından Galatasaray’ın maçını banttan vereceklerini görünce şaşırdım. Futbol’un önemini yeni kavrıyorlar galiba? Ama ümit var.

29 Ekim 2009 Perşembe

Öğrenilmiş Çaresizlik


Bir grup psikolog, pireleri kullanarak bir deney yapar. Pirenin ne kadar zıpladığını ölçerler ve 50 cm zıpladığını görürler. Pireyi yüksekliği 30 cm olan cam kavanoza koyarlar. Kavanozun ağzını kapatırlar. Kavanozu altından ısıtırlar. Pire ısındıkça zıplar ve zıpladıkça kapağa çarpar. Bir süre sonra pire kapağa çarpmamak için 29 cm sıçrar, düşer. Ama kapağa çarpmaz. Pire bunu alışkanlık haline getirdikten sonra kavanozun kapağını açarlar. Pire kapak açık olduğu halde 29 cm’den fazla sıçramayı denemez. . Hâlbuki eskiden 50 cm sıçrardı. Pire bu deneyle 29 cm' den fazla sıçrayamayacağını öğrenir ve bu sebeple hiçbir zaman kavanozun dışına çıkmayı başaramaz. Psikologlar öğrenme teorilerinde bu kavrama “öğrenilmiş çaresizlik” diyorlar.

Bir başka araştırmacı grubu birkaç köpekbalığını oda büyüklüğündeki bir cam bölmeye koymuş. Cam bölmenin diğer tarafında da diğer balıklar yaşıyormuş. Köpekbalıkları yiyecek olarak gördükleri balıkların tarafına geçmeye çalıştıklarında cam bölmeye çarpıp geri dönüyorlarmış. Bir süre sonra cam bölmeye çarpma sayısında azalma olmuş. Köpekbalıkları 21. günden sonra cam bölmelere hiç çarpmamayı öğrenmiş. Cam bölme kaldırıldıktan sonra da yem olarak gördükleri hayvanlara doğru yüzmeyi denememişler. Sadece cam bölme sınırına kadar yüzülebileceğini sanıyorlarmış. Artık diğer balıkları yiyemeyeceklerini anlamışlar ve balıklara dokunmamışlar. Çünkü köpekbalığı çaresizliği öğrenmiş. (Mehdi BARAN pdr uzmanı)

Geçen senelerde bir ÖSS test kitabında bir soru çıkmıştı. “Galatasaraylı futbolcuların Fenerbahçe maçından önce, daha önceki maçlarda aldıkları sonuçlar akıllarına gelmekte ve Galatasaraylı futbolcular –ne yaparsak yapalım yine kazanamayacağız- diyerek daha az çalışmakta ve tekrar başarısız olmaktadırlar. Bu durum, öğrenme teorilerindeki hangi kavrama örnek olabilir? Cevap: D) Öğrenilmiş çaresizlik

Yukarıdaki deneyler ve bu nüktedan test sorusu, Galatasaray’ın Kadıköy sorununu çok güzel özetliyor.10 senedir bir beraberlik bile alamamanın hakemle, şikeyle, fiziksel üstünlükle falan alakası yok. Sadece futbolcular değil, yöneticisiyle, taraftarıyla, tüm Galatasaray camiası çaresizliği öğrenmiş. Saracoğlu’nun atmosferi de Galatasaray’ın üstündeki bu baskıyı artırıyor. Fazla söze gerek yok, bir spor müsabakasında seyirci etkisini özetlemek için de bir anekdotla bitirelim:

Kurbağalar arasında bir yarış düzenlenmiş. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmış. Ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri, yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece su sesler duyulabiliyormuş:
"Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!" Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş.
Seyirciler bağırıyorlarmış: "...Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!.." Sonunda, kurbağaların bir tanesi hariç, hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş bu işi nasıl başardın diye. O anda farkına varmışlar ki kuleye çıkan kurbağa sağırmış! (Mehdi BARAN pdr uzmanı)

26 Ekim 2009 Pazartesi

Komik!

"Kadıköy'de hiçbir mücadelede saha içi veya tribünsel faaliyet olarak herhangi bir pislik göremezsiniz. Çünkü Fenerbahçe taraftarı medenidir, Fenerbahçe oyuncusu fair-play ruhuna göre hareket eder."

Ali Koç
Fenerbahçe Asbaşkanı

22 Ekim 2009 Perşembe

Beşiktaş'tan Altın 1 (!) Puan


Beşiktaş Wolfsburg’dan altın değerinde bir puan aldı. Bu puanın Avrupa kupalarına erkenden veda etmemek için atılan olumlu bir adımdan daha fazla anlamı var. Belki de Mustafa Denizlinin omuzlarından, “şampiyonlar liginde sıfır çekme” kâbusunun ağırlığı düşecek. Belki de takımın, seyircisiyle barışmasını sağlayacak. En azından maçın ardından, Beşiktaşlı futbolseverlerde bir ferahlama fark ettim. Herkes o kadar sevinmiş ki, maçı alırdık da Wolfsburg’u elimizden kaçırdık havası var. Umarım bu durum Beşiktaş’ın önümüzdeki sezon boyunca lige ve kupalara tutunmasını sağlar.

Beşiktaş’ın Volkswagen Arena’daki performansına gelirsek, bence maç boyunca şans bizden yanaydı. Wolfsburg enteresan bir ekip. Hücum organizasyonlarını o kadar hızlı ve kesin hamlelerle yapıyorlar ki maçın ilk yarım saatini hayretle izledim. Bu kadar hızlı düşünüp, hızlı kararlar veren ve aynı zamanda çok iyi anlaşan bu takımla baş etmek gerçekten zor. İlk yarıda ve ikinci yarının başlarında Beşiktaş kalesine zor anlar yaşattılar. Neyse ki Grafite gününde değildi. Belki de bunun sebebi Beşiktaş’ın sağlam duran savunma hattıydı. Zaten şu ana kadar yapılan hiçbir eleştirinin hedefi Beşiktaş’ın savunması olmamıştı. Bu maçta da sorun hücum hattının organize olamayışıydı. Beşiktaş Wolfsburg kalesine 7 şut çekmiş ama bunların hiçbiri net pozisyon sayılabilecek nitelikte değildi. Beşiktaş’ın en net pozisyonu, Nobre’nin önünde kalan topu dışarı atması ve tek tesellimizin de bu pozisyonun ofsayt olmasıydı. Maçın başında Wolfsburg’un bu kadar hızlı bir oyun oynamaya kaç dakika dayanabileceğini merak etmiştim. Tahmin ettiğimden daha uzun süre dayandılar ama ikinci yarının ortalarında güçleri tükenmeye başladı. Bunun üstüne Grafite’nin de oyundan atılmasıyla, zaten yorgun düşmüş Wolfsburg takımı geri çekildi. Böylece Beşiktaşlı futbolseverlerin geleceğe umutla bakmasını sağlayan son 15 dakika da başlamış oldu.

Maçın ilk 75 dakikasında Beşiktaş’ın yanında olan şans faktörü, son dakikalarda yardımcı olmadı. Belki de Beşiktaş hücuma daha olgun ataklarla çıksa teselli(!) olarak görülen 1 puan yerine 3 puan alabilirdi.

15 Ekim 2009 Perşembe

Luce Gelsin


LUCE GELSİN

Birkaç seneye kadar geri gelir ama Fatih Terim şimdilik milli takımın başında değil. Bir süre yeni adayların haberleriyle idare edeceğiz. Hiddink’ler Scolari’ler havada uçuşacak ama benim gönlümden Lucescu geçiyor. (Hiddink’e Premier Ligden teklifler yağacağı için onu Türk milli takımına ikna etmek çok zor görünüyor.)

Bu konuda kendimle çelişiyorum. Her zaman güzel top oynayan bir takımı galip gelen takıma tercih edeceğimi söylüyorum. Futbolun güzelliğinin maç sonunda değil, maçın içinde olduğunu belirtiyorum. Ama konu milli takım olunca işler değişiyor. Bir milli takım ne kadar güzel oynayabilir ki? 2 ay boyunca kendi takımında farklı adamlarla top oynuyorsun. Sonra bir anda toplanıp, 3 gün antrenman yapıyorsun, bir hafta içinde iki maça çıkıyorsun, ikinci maç biter bitmez iki ay daha görüşmemek üzere kendi takımına dönüyorsun. Böyle bir ekibin birbiriyle anlaşması, güzel bir oyun oynaması çok zor. Bu nedenle milli maçlarda keyif değil sonuç bekliyoruz, en azından turnuvaya katılma sürecinde, elemelerde. Zaten milli maçların seyirci kitlesiyle kulüp maçlarının seyirci kitlesi de farklı. Sadece milli maçlarla ilgilenen seyirciler olduğu için bu kitleye galibiyet gerekiyor.

Milli takıma, rakibe göre tahlillerle değişen oyunlar oynatan ve bulduğu çözümleri uygulayabilecek biri lazım. Ayrıca "sabırsızlık" gibi bir özelliğimiz olduğu için, gelir gelmez maç kazanmaya başlayacak bir teknik direktör, hiç fena olmaz. Bu iki kritere tam manasıyla uyacak, ek olarak da bizleri ve futbolumuzu tanıyan, bilen tek bir isim var: Lucescu. Defansif İtalyan futbolunu fazlaca benimsediğinin farkındayım. Aynı maçta iki sağbek, iki solbek oynattığını bile gördüm (İlkonbirde Hakan Ünsal, Ergün Penbe, Ümit Davala ve Fatih Akyel'i kanatta oynatır, bu dörtlüden hangi ikisinin bek, hangi ikisinin açık oynadığını çözemezdiniz). Bir sıfır olsun bizim olsunculuğu oyun felsefesi olarak görür ama sadece görmekle kalmaz, gerçekten maçı alır. Galatasaray'da, 6 kiralık oyuncuyla (Fleurquin, Victoria, Perez falan…) Şampiyonlar Ligi'nde 2. çeyrek finalin kapısından döndü (İlk çeyrek finalde hoca yine Luce'ydi). 1995'te Daum'la gelen şampiyonluğun ardından 8 senedir bu başarıya hasret Beşiktaş’ı, 85 puanla ve tüm derbileri alarak - 100. yıla yakışır bir biçimde - şampiyon yaptı. Shakhtar’ı ard arda birkaç sene lig şampiyonu yaptıktan sonra, bu sene ismi ve formatı değişen UEFA Kupası'nın son sahibi oldu, hem de Kadıköy'de kaldırdı kupayı, gözümüzün içine soktu. Yani CV’sini konuşmaya gerek yok. Tarzını beğenmiyor olabilirsiniz ama aynı futbol felsefesiyle oynayan fakat daha güzel bir palto giyen Maurinho’ya herkes bayılıyor. Lucescu bağırıp çağırmıyor diye otoritesi zayıf da diyemeyiz.

Lucescu bizim takımda iş yapar. En büyük sorunlarımızdan biri olan "kolay maçları kaybetmek, olmadık zamanlarda puanlar vermek" gibi basit hatalar ortadan kalkar. Ayrıca senelerdir hasret kaldığımız "Almanya, İngiltere, Portekiz, İspanya gibi" büyük bir ülke takımını yenme zevkini bizlere tattırabilir. Bu sayede belki ilk defa play-offları oynamadan elemelerde grubu 1. tamamlayarak, direkt büyük bir turnuvaya katılabilme imkanımız doğar. Bilmediğimiz gurbetçi oyuncularımızı bulur getirir. Sadece 3 büyüklerden değil, ikinci ligden bile oyuncu çağırır, futbolumuza katkı sağlar. Biraz da abartmak gerekirse; "Şansımız yaver giderse büyük turnuvalarda yakın zamanda kupayı kaldıran ülke, Türkiye olabilir." Açıkçası bu jenerasyonda bu tarz bir başarıya ulaşacak kalite fazlasıyla var.

8 Ekim 2009 Perşembe

Ah Rijkaard Ah


Rijkaard’ın Galatasaray’ı çalıştıracağını duyduğumda tedirgin oldum ama bu tedirginlik çok kısa sürdü(birkaç dakika kadar!). Çünkü imza atıldıktan sonra oluşan ve sürekli artan olumlu hava sayesinde, sezon boyunca oluşabilecek her türlü aksaklığın göz ardı edileceğini, böylece yeni teknik direktörün uzun seneler çalışabileceğini sanmıştım. Sezon başında üst üste gelen bol gollü galibiyetlerin de Rijkaard’a sağlam bir güven ortamı sağlayacağını, kredisini daha da artıracağını düşünmüştüm. Ama yine umduğum gibi olmadı. Umduğumu bırakın, tahmin edebileceğimden çok daha hızlı bir şekilde “Defol Rijkaard” sayhaları başladı.

Bir iki beraberlik ve mağlubiyet üst üste gelince, sezon başından beri baş tacı yaptığımız adamı futboldan anlamamakla suçlamaya başladık. Yıllarca, -sistemsiz oynuyoruz-takımın ne yaptığı belli değil- her hafta farklı oyun- sistem, sistem diye hayıflandık. Şimdi de adamın biri sistemini oturtmak için ısrar ediyor diye onu takıntılı ilan ediyoruz. Oyunculara sağlam bir oyun sistemini belletmek için uğraşıyor diye “B planı yok” diyoruz.

Sezon başını hatırlayın. Rijkaard’ın takımının ilk haftalarda başarısız olacağını, uzun süren bir hazırlanma, alışma süreci geçmesi gerektiğini söylüyorduk. Yanıldık. Galatasaray lige fırtına gibi bir giriş yaptı. Bol gollü maçlar geçirdi. Çok iyi oynamıyordu ama şanslıydı. Bu alışma sürecinde bile, normalde kaybedilmesine tahammül edilecek puanları güle oynaya topladı. Derbi kazandı, Deplasmanda Panathinakos’u yendi. Cimbom Barcelona ile , Arda Messi ile kıyaslanmaya başlandı. Bu duruma Galatasaray’ın şansı mı demeliyim yoksa şanssızlığımı, karar veremedim. Kamuoyu birkaç mağlubiyete sesini çıkarmayacakken, Galatasaray o kadar iyi sonuçlar aldı ki, bol gollü galibiyet serisinden sonra gelen birkaç beraberlik ve mağlubiyet, hayal kırıklığı getirdi. Rijkaard’ın tek forvet(!) ısrarına korkaklık denmeye başlandı. Aynı oyun sistemini oturtmaya çalışması, değişiklik yaparken oyun tarzını bozmaması, B Planının olmayışıyla açıklandı. O kadar seviyesiz oldu ki yine Nonda ile Baros birlikte oynamaz mı? diye bile soruldu. Nonda ile Baros tabiî ki birlikte oynar ama bu sistem değişmeyeceğine göre ikisinden biri kanat oynar. Keita, Arda, Kewell, Aydın hatta Sabri varken Baros neden kanatta oynasın ki? Galatasaray tek forvet oynamıyor ki sıkıştığımızda ikinci santrofor girsin. Galatasaray, ikisi nispeten daha geride ve kanatta olmak üzere 3 hücum oyuncusu artı birde ofansif orta saha ile oynuyor. Keita oyundan çıkarken yerine Kewell değil de Nonda girer, Baros’la beraber oynamış olurlar. O zaman da Kewell gibi üstün bir futbolcuyu yedekte bırakıp suçlu olursunuz. Bu mantıkla ilerlersek hata yapmak (daha doğrusu hata bulmak(!)) kaçınılmaz olur.

Ben bir süre daha Galatasaray’dan güzel futbol beklemeyeceğim. Rijkaard’ın uzun yıllar başarı(eşittir güzel futbol) yakalayacak bir temel attığına inanıyorum. Ve en önemlisi Galatasaraylı futbolseverlerin birçoğunun da benim gibi düşündüğünü biliyorum.

25 Eylül 2009 Cuma

Acaba Tuncay Ne Yapıyor?



Tuncay Şanlı, her takıma lazım olacak, her teknik adamın isteyeceği özelliklere sahip bir futbolcu. Hızıyla, nerede duracağını bilmesiyle, olmadık anlarda yaptığı sürprizlerle, bitip tükenmek bilmeyen enerjisiyle ve en önemlisi kazanma arzusuyla öne çıkan ender bulunabilecek bir oyuncu. Çok şanslı, top orasına burasına çarpıp önünde kalıyor diyenler için söylüyorum, ben bunun şans değil refleks olduğuna inanıyorum. ( Tarif edilemez bir şekilde top süren ve kontrol eden yani refleksleriyle top oynayan bir başka futbolcu sorarsanız: Kader Keita) Tuncay'ın bir başka özelliği ise futbolu oynarken keyif alması. Ve bence bu, Tuncay’ı izlemeyi daha güzel hale getiriyor. Hatta Tuncay Şanlı için “en sevdiğim fenerli” diyebilirim.

Tuncay’ı izlemek çok keyifli ama futbol bir takım oyunu. Ve maalesef Tuncay Premier ligin en keyifsiz futbol oynayan takımlarından birine gitti. Bu takımda sıyrılacağına, çok fazla öne çıkacağına inanıyorum. Umarım sezon sonunda Tuncay’ın değeri anlaşılır. Tuncay’ın çok daha kaliteli bir takımda oynamasını çok istiyorum. Ancak Tuncay’ın bu gelişme sürecini; televizyondan her maçını takip edecek, Stoke City gibi orta sıra bir takımın her maçını izleyecek kadar merak etmiyorum. Ben Arsenal’i, iki Manchester’ı ve Liverpool’u izlemek için bir televizyon kanalına para veriyorum. En güzel futbolu oynayan Arsenal’in maçıyla sıkıcı Stoke City maçını dönüşümlü izlemek zorunda kalınca canım sıkılıyor. Arsenal- ManCity maçı var. Son 20 dakika oynanıyor. Maç o kadar hızlı ki her iki kalede üst üste gol pozisyonları yaşanıyor. Bu dönüşümlü maç olayı çok da kötü değilmiş, fazla bir şey kaçırmadık diye düşünürken, bir anda diğer maça geçiyoruz ve ekranda bizim Tuncay beliriyor. Hem de daha maça girmemiş, kenarda ısınıyor. Yani sadece maça girme ihtimali var. Birkaç dakika Tuncay’ın ısınma hareketlerini sonra da sakatlanan bir futbolcuya yapılan ilk müdahaleyi izliyoruz. Bu arada ben diğer maçta kaçırdığım onlarca pozisyonu, 2 farkla yenikken bile istifini bozmadan her zamanki futbolunu ortaya koyarak adım adım gol arayan Arsenal’i izleyemediğim için çıldırıyorum. Ben ve eminim Premier ligi takip eden herkes bu maçları taraftar gözüyle değil futbolsever gözüyle izliyor. İlgilendiğimiz şey Türk futbolcunun İngilteredeki durumu değil, bir sporun olabilecek en gelişmiş halini canlı canlı izlemek.

Tuncay’ın Stoke City’deki performansını merak edenler, (birkaç kişi varsa) zaten maçları teknik bir bakış açısıyla izliyorlardır. Bu nedenle maçları banttan izlemenin onlar için herhangi bir farkı olmaz. Güzel maçları saatinde yayınlayın, Türk futbolcularını merak edenler sonra izlesin. Ben gerçekten Stoke City’deki Tuncay’ı merak etmiyorum.

16 Eylül 2009 Çarşamba

Boşuna Yorulmayın


Süper yıldızlarla dolu kadroları görünce teknik direktörlerin işlerini çok kolaymış gibi görüyoruz. Oysa kadro ne kadar kaliteli olursa, başlarındaki teknik adamın onlardan daha kaliteli olması gerekir.

Bu aralar gündemde olan iki teknik adamdan örnek vermek istiyorum. Öncelikle geçen seneki performansını sergilemekte zorlanan Manchester United’ın 25 senelik SIR unvanlı menajeri Alex Ferguson’ın Beşiktaş maçına bakışından bahsedeceğim. Manchester’ın bulunduğu gruptan çıkamamak gibi bir endişesi yok. Kadro rotasyonu konusunda uzman olan Ferguson’un Beşiktaş maçından tek beklentisi futbolcularının fazla yorulmamasıydı. Bir senede 40-50 maç oynamak için sadece as oyuncuları yedek bekletmek yetmiyor. Göreceli olarak kolay sayılabilecek maçlarda herkesi oynatıp, maçtan önce “sakin olun, kendinizi yormayın, kart görmeyin “talimatı vererek de oyuncularınızı dinlendirebilirsiniz. Dikkat ettiyseniz, Beşiktaş orta sahası hücumdan dönen veya ileriye atılan serbest topları kontrol etmekte hiç zorlanmadı. Beşiktaş ileriye çıkarken yoğun bir orta saha baskısıyla karşılaşmadı. Geçen sene şampiyonlar ligi yarı finalinde orta sahada Arsenal’e 90 dakika boyunca adım attırmayan adamlar ile Beşiktaş karşısındaki orta saha aynı oyunculardan oluşuyordu. Yani Manchester kötü oynamadı; rahat oynadı. Onlar için beraberlik bile uygun bir sonuçtu, Scholes’un golü yeterli oldu. Ama bunun üstüne oynayacakları maçta takım yorgunluk falan hissetmeyecek, çatır çatır oynamaya devam edecekler.Manchester’ın bu durumu Beşiktaş için iyi bir fırsattı, olmadı. (Yusuf 5 yaş daha genç olsa veya Serdar Özkan daha tutarlı olsa Beşiktaş İnönü zaferlerine bir yenisini daha ekleyebilirdi.)

Büyük bir mucize olmazsa 2010 dünya kupası Türkiyesiz ve eksik oynanacak. Çünkü birçok takımdan güçlü ve yetenekli kadromuzla her turnuvaya renk katacağımızdan eminim. En azından Bosna’dan daha eğlenceli top oynuyoruz. Futbolcularımız Bosna maçında ellerinden geleni yapmaya çalıştılar, olmadı. Şanssızdık, top bizi sevmedi falan demek isterdim ama ne yazık ki o kadar basit değil. Biz bu gruptan çıkabilirdik. Biz Estonya gibi takımlara puan kaybettikçe, büyük maçları oynamaya takatimiz kalmıyor. Fatih Terim’in en önemli silahının ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Motivasyon. Fatih hoca gazla çalışan takımlar yaratıyor, her şey başta çok güzel işliyor, sonra tabiî ki yakıt çabuk bitiyor. Grup maçları savaş halinde geçtiği için, elemelere kaldığımızda takımın yarısı sakat, çeyreği cezalı, geri kalanı yorgun oluyor. Aynı senaryo Estonya maçında da gerçekleşti. Estonya bize iki gol attı. Neden? Çünkü rahat rahat oynayıp yenmek yerine, Fatih hoca çocuklara “çıkın!, yenin!, parçalayın!, fark atın!” motivasyonu yaptı. Üstüne bir de erkenden golü yiyince takımın yetenekli ayakları yorgun düştü. Bosna maçının 60. dakikasında Tuncay’ın, Emre’nin, Arda’nın yürüyecek hali kalmamıştı. Kalsa bile cezalı oldukları için gelecek maçlarda oynayamayacaklardı. Fatih hoca sakin olsa, kadroyu daha verimli kullansa, önündeki maçlar için daha düşünceli davransa, biz Estonya’yı güle oynaya yenerdik. Yıldızlarımızı yormadan, gider Bosna ile oynardık. Dünya kupası da Türkiye’den eksik kalmış olmazdı. Neyse, bir dahaki sefere!

Yunan Ajanı Gibi Sağlık Heyeti!



Galatasaray Grip Aşısı Oldu

Galatasaray Futbol Takımı teknik heyeti ve oyuncuları grip aşısı oldu. Acıbadem Hastanesi'nden bir ekip sabah saatlerinde tek
nik heyet ve futbolculara grip aşısı yaptı.





Galatasaray'da Servet şoku

Avrupa Ligi'ndeki Panathinaikos maçı öncesi Galatasaray defansında sorun yaşanıyor. Gökhan Zan'dan sonra gribal enfeksiyon geçiren Servet Çetin de Yunanistan'a götürülmedi.




Bu kadar önemli bir Avrupa maçından 2 gün önce oyunculara grip aşısı yaparsan, olacağı budur. Aşı bu, sonuçta mikrop, dağ gibi Servet Çetin'i bile yataklara düşürebilir. Yine de yapacaksan bu aşıyı, futbolculara 2-3 gün dinlenme süreci verebileceğin hafta yaparsın. Böyle bir ihmal olur mu, böyle bir risk göze alınır mı?

6 Eylül 2009 Pazar

Tuncay Konsantre Ol (!) Estonya Maçı Var

Grup maçlarını oynamaya başlamadan önce biri bana : "Estonya'daki ilk maçta 0-0 berarbere kalacaksınız, ikinci maçta 4-2'lik bir skoru zar zor elde edeceksiniz." demiş olsa; benle dalga geçiyor diye düşünürdüm.

Tuncay'a bakar mısınız? Bu kadar hırslandığı maçta rakibimiz ESTONYA!!

2 Eylül 2009 Çarşamba

Taraftar Etkisi


Seyircisiz oynama cezalarını hiç sevmem. Sporun doğasına aykırı bir kere! Seyircisiz oynanan maçları izlerken aklıma, klasik futbol karşıtı söylemlerden biri olan “ 20 adam bir topun peşinde koşturuyor sizde onları izliyorsunuz” geliyor. Üstüne üstelik çok kızdığım bu lafa hak veriyorum. Gerçekten, kimse izlemiyorsa, boşuna koşturuyorlarmış gibi geliyor. Yani taraftar eksikse spor da eksik.

Oyuna eşlik eden, maçın heyecanını seslerle yansıtan, sevinci üzüntüyü takımıyla paylaşan, coşkusuyla misafir takımı bile motive edebilen bir topluluktan söz ediyoruz. Dolaylı yollardan da olsa, tüm sporların gerçek sponsoru da seyirciler zaten. Fakat bazen bir taraftar topluluğu, tuttuğu takıma zarar da verebiliyor. Bu tip taraftara birçok örnek verilebilir, ama en iyi örneği Diyarbakırspor oluşturuyor.

Diyarbakırspor her zaman ligin etkili takımlarından bir tanesi olmuştur. Olmadık maçlardan çıkardıkları puanlarla, çıktıkları zorlu deplasmanlardan aldıkları galibiyetlerle, sürpriz sonuçlar alan bir takımdır. Aynı başarılarını iç saha maçlarında da sürdürebilseler, ligin başarılı ekiplerinden biri olurlardı. Ancak istatistiklere bakarsak, kendi sahalarında başarısız olduklarını görüyoruz. Çünkü genelde iç saha maçlarını, aldıkları saha kapatma, seyircisiz oynama gibi cezaları ödeyerek harcamak zorunda kalıyorlar. Üstelik maddi durumu çokta iyi olmayan bir kulüp olarak bir sürü para cezası da ödemek zorunda kalıyorlar.

Tuttuğu takıma zarar vermek konusunda Diyarbakırspor’un taraftarı üstüne taraftar yok. En son icraatları da Fenerbahçe maçını kaybettirmek oldu. Diyarbakır, iyi oynamasa bile maça iyi başlamıştı. (Pas trafiği konusunda da ligdeki birçok takımdan daha üstün durumdalar.) Biraz şansın da yardımıyla öne geçmişti. Üst üste birkaç gol pozisyonu da yakalayıp, havaya girmişti. Gökhan Gönül’ün attığı muhteşem golden sonra bile oyundaki dengeler bozulmamıştı. İkinci yarıda maç kilitli bir şekilde sürerken taraftar sahneye çıktı. (umarım bu, tahmin ettiğimiz gibi, birkaç provokatörün işidir.) Sahaya atılan yabancı maddeler, oyunun durması, Diyarbakırsporlu oyuncuların taraftarı sakinleştirmeye çalışması derken, konsantrasyon falan kalmadı. Daha kaliteli oyunculardan kurulu Fenerbahçe bu boşluktan yararlanıp, iki pasla golünü attı. Bir iç saha maçı daha böylece kaybedilmiş oldu. Üstüne birde saha kapatma, para ve seyircisiz oynama cezaları geldi. Aslında bu öyle bir durum ki bilet gelirini göz ardı edersek, bu cezalar Diyarbakırspor’un iç saha performansını artırması açısından iyi bile oldu diyebiliriz.