29 Temmuz 2010 Perşembe

GUTI. HAZ


2009-2010 futbol sezonundan aklında kalan en güzel pozisyon hangisiydi diye sorarsanız hiç tereddüt etmeden Deportivo-Real Madrid maçında, Guti’nin sadece karşı takım savunmasını değil, Benzema hariç maçı izleyen herkesi oyundan düşüren topuk pasını tarif ederdim.

Çok değil, birkaç hafta önce Galatasaraylı bir futbolsever arkadaşımla Youtube’da izlediğimiz bir Guti videosu için -bunu saklayalım, arada sırada böyle pasları izlemek iyi geliyor- dediğimizi hatırlıyorum. Artık bu pasları izlemek için videolara gerek kalmadı. Guti’yi çıplak gözle izleyebileceğiz. Beşiktaşlılara böyle bir futbol dehasını kadrolarında gördükleri için imrenerek baktığımı açıkça söylemem gerekiyor. Ben de Galatasaray taraftarıyım ama bu sene sadece Guti’yi izlemek için fırsat yaratıp Beşiktaş maçlarına gitmeyi düşünüyorum. Quaresma gibi ayağının dışıyla harikalar yaratabilen bir adam da oynayacaksa Beşiktaş maçları tadından yenmez bu sezon.

Guti gibi bir futbolcuyu anlatmaya gerek yok ama yinede kendisi için yaşlı, R.Madrid’in yedek futbolcusu vs. diyenler olacaktır. Guti, bu kahvehane yorumlarından uzak, çok daha üst düzeyde bir vizyondur Beşiktaş için. Avrupa kupalarında kelimelerle açıklanamayan katkılar sağlar.(Fenerbahçe’de üç tane daha Alex olsa, yaşlı(!) R.Carlos olmasa Şampiyonlar liginde çeyrek final oynayamazlardı gibi geliyor bana.) Beşiktaş’ın bir türlü kavrayamadığım hücum organizasyonlarının çehresini değiştirir. Bazı futbolcular skora değil, takımın oynadığı oyuna etki ederler. Dolaylı değil, direk olarak oyun içi organizasyonu sağlarlar. Guti de, Pirlo gibi, Xavi gibi, bu ender bulunan futbolculardan biridir.(Xavi’yi dünyanın en iyi pasörü olarak tanımlıyorsak, Guti’yi iki numaraya yazmakta bir beis görmüyorum.) Zidane, Figo, Beckham gibi dünyanın en iyi orta sahalarıyla beraber oynayıp her zaman formayı kapmıştır. R.Madrid gibi sık sık teknik direktör değiştiren bir kulüpte, her hocanın gözdeleri arasında yerini almıştır. 1998-2008 yılları arasında lig, kupa ve Avrupa maçlarında her sezon en az 40 maç oynayarak çok önemli istatistiklere imza atmıştır. Geçen sezon da 30 maç oynayarak yedek(!) bir futbolcu için elinden geleni fazlasıyla yapmıştır. Yusuf’un, İbrahim Üzülmez’in oynadığı bir takımda hala Guti’ye yaşlı diyenler varsa, onlara bir önerim olacak. Geçen sezon oynanan R.Madrid-Barcelona maçını izleyin. Bir futbolcunun oyuna ne kadar etki edebileceğini anlayacaksınız. Guti oyuna girdikten sonraki Madrid ile girmeden önceki arasında dünyalar kadar fark olduğunu göreceksiniz.

Son olarak Beşiktaşlılara bir önerim olacak. Realmadrid.com’da Guti için hazırlanmış, “This is the last time” lı veda klibi var. Bir izleyin!

20 Temmuz 2010 Salı

Gülümseyen Futbolcular




Futbolun endüstriyelleşmesi, yabancı sermayelerin para saçması futbolseverleri endişelendirecek seviyeye geldi son yıllarda. Buna rağmen dünya kupasında, futbolun temeli olan o amatör ruh az da olsa kendini gösterdi. Gana'nın heyecanlı futbolu, Yeni Zelanda ve Kuzey Korelilerin amatörlükleri hoşumuza gitti. Böyle futbol takımlarını görünce aklıma hep aynı sorular takılıyor. Futbolcular bu kadar çok para kazanmasa kulüp futbolu bu kadar ileri seviyeye gidebilir miydi? Ya da tam tersi, futbolcular oynadıkları oyunu sevmese ve sadece iş olarak görürlerse, futbol izlenilebilecek bir spor olmaktan çıkar mı? Yani futbolculara eğlenmeleri için mi para veriliyor yoksa bizi eğlendirmeleri için mi? Bence bu soruların cevabı ortak. Oynadığı oyundan keyif alan adamın, seyirciyi eğlendirmek için daha fazla birşeyler yapmasına gerek kalmaz. Bu oyunu seven sporcu zaten göze hoş gelen futbol oynayacaktır.


Futbolcuların o anda ne düşündüğünü asla bilemeyiz ama yüz ifadeleri çok şey anlatıyor. Çok müsait bir pozisyonda golü kaçırıp, "benim yaptığım da dangalaklık" dercesine haylaz haylaz gülen bir oyuncu görmek beni mutlu ediyor. Diş yapısının da sürekli gülümsemesine katkıda bulunduğuna eminim ama yine de Ronaldinho benim için gülümseyen futbolcu profilinin başını çekiyor. Attığı harika bir ara pasını ayağının altından kaçıran takım arkadaşına sempatik bir gülümsemeyle karşılık vererek oyuna ve takımına yaptığı katkı göz ardı edilemez. Omzuyla iki kişiyi oyundan düşürüp sırtıyla pas verdiğinde yüzündeki muzır ifade hem kendine duyduğu güveni gösteriyor hem de yaptığı hareketin kalitesini artırıyor benim için. Bir röportajında da şöyle diyor: Bana bir top vermeniz dünyanın en mutlu insanı olmam için yeterli olur. Maçlar benim için her şeyin biranda sihirli bir hal aldığı saf keyif anlarıdır.


Futboldan Ronaldinho kadar keyif aldığına inandığım ama bunu mimiklerinde okuyamadığımız oyuncularda var elbet. Bu noktada her zamanki gibi Brezilyalılar çoğunluğu oluşturuyor. Kaka’nın, R.Carlos’un yaptıkları her güzel hareketten, faydalı işten, son derece tatmin olduklarına inanıyorum. Doğaçlama oyunun kralı saydığım İbrahimoviç’in de oynadığı oyundan son derece keyif aldığını açıklamalarında anlıyoruz. Yaratıcılık gerektiren tüm meslekleri aklınızdan geçirin. Aralarında keyif almadan yapılabilen yoktur. Aynı şekilde futbol oynamayı sevmeyen futbolculardan, yaratıcı işler yapmalarını bekleyemeyiz. Ayrıca Zlatan’ın Barcelona’da, Inter’den aldığından daha az bir ücretle oynadığını da hatırlatırsak futbola ne kadar değer verdiğini anlarız. Bendtner ve Arshavin de saha içinde, kaçırdıkları gollerin esprisini yapacak kadar seviyorlar bu oyunu oynamayı. David Beckham da bir çok önyargılı arkadaşı yanıltacak kadar önem veriyor futbol oynamaya. Amerika’da dünyanın parasını kazanırken, orada sezon bitince, sadece futbol oynamak için Milan’a kiralanıyor.


Tuncay Şanlı da parayı değil futbolu seçen gerçek bir futbolseverdir benim gözümde. Fenerbahçe her zaman İngiltere’deki takımlardan daha fazla teklif etmiştir kendisine. Asıl önemli olan ise Tuncay’ın ne kazandığı değil. Bu onun kendi tercihidir. Vurgulamak istediğim şey Tuncay’ın saha içindeki oyun tarzı. Çok hırslı, terini son damlasına kadar akıtan bir futbolcu olmasına rağmen yüzünde gülümseme eksik olmaz. En kritik anlarda bile yüzünde sempatik bir ifadeyle oradan oraya koşturur. Berkgamp’ın Newcastle maçındaki meşhur dönüşünü, çalımını bilirsiniz. Premier ligin sıkı takipçisiyim, Tuncay’dan başka kimsenin bu hareketi denediğini görmedim. Tuncay futbol’u bu kadar sevmese bu riskli harekette bu kadar ısrar etmezdi. Üç kere denedi, golü yapamadı ama yinede takdirleri topladı. Manchester maçında o güzel dönüşü yapıp iki kişiyi oyundan düşürdükten sonra topu kaleciye kaptırınca yine gülümsedi mi bilmiyorum. Takımımız yenilirken sahada sırıtan oyuncu istemiyoruz diye bağıran Fenerbahçe taraftarlarını hatırlayınca da Tuncay’ın Türkiye’den ayrılışına daha çok seviniyorum.


Oynadıkları futboldan keyif alan futbolcuları fark etmemde en önemli rolü Thierry Henry oynamıştı bir zamanlar. Gülümseyen futbolcular oynarken eğlendikçe biz daha çok eğleniyorduk. Ben de sırf bu sebeple Henry’i diğerlerinden ayrı tutuyordum. Henry bir açıklamasında şunları söyleyerek kendini daha çok sevdirmişti bana: Performansım üç büyük ligin büyük takımlarında oynayamayacak kadar düşerse, diğer liglerde oynayacağıma futbolu bırakırım. Henry bu felsefesi sayesinde doğaçlama futbolun kitabını yazmıştı. Ne zaman ne yapacağını tahmin edemiyordum. Futbol oynarken keyif aldığı için yaratıcılığını da sonuna kadar kullanıyordu. Onu izlerken müthiş keyif alıyordum. Ne yazık ki geçen hafta Henry’nin transfer haberini aldık. Amerika’ya, futbolun en az değer verildiği ülkeye transfer oldu.( Gol görebilmek adına, kale arkası biletlerinin daha değerli olduğu bir yer.) Ve bunu büyük liglerde hala oynayabilecekken yaptı. Ne kadar para kazandığı umurumda bile değil. Bu saatten sonra kendime yeni bir “en sevdiğim futbolcu” arıyorum.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Dünya Kupası'nın Ardından




2010 Güney Afrika Dünya Kupası da bitti. Kim ne dersin ben futbola doydum. Bu güzel turnuvadan aklımda kalan detayları yazmak istiyorum. Vuvuzeladan, Ömer Üründül'den, kötü toptan, ahtapot paulden veya hakem hatalarından bahsetmeyeceğim.

URUGUAY'IN DIEGO'SU


İspanya-Hollanda maçı başlamadan önce Villa'nın ya da Sneijder'in gol atmamasını, üstün performans göstermemelerini diledim sessizce. Çünkü için için karşı çıkmama rağmen bu ikiliden birinin turnuvanın en iyi futbolcusu(altın top) ödülüne layık görüleceğini düşünüyordum. Ne tesadüftür ki son 3 turnuvada ödülü kazanan, finalde kupaya uzanamayan taraftan oluyordu. (2006'da Zidane, 2002'de Oliver Kahn, 98'de Ronaldo) Benim ise gönlümden geçen tek bir isim vardı. Diego Forlan. Uruguaylı diğer futbolcuları da kutlamak lazım ama Forlan bize bir takımın tek başına nasıl yarı finale çıkarılacağını ve aynı zamanda ne kadar alçak gönüllü olunabileceğini gösterdi. Ben hayatımda bu kadar sorumluluk alan ve her seferinde başaran bir futbolcu görmedim. Takımın tüm yükünü taşımasına(korner, serbest vuruş, hem orta saha hem forvet) ve 31 yaşında olmasına rağmen 30 günde 7 maçı böyle yüksek performansla çıkarmasına ayrıca hayran kaldım diyebilirim. Turnuvanın muhtemel yıldızları Ronaldo, Messi ve Rooney maçı evlerinden izlerken Almanya maçında son dakikada kullandığı serbest vuruşta top direkten dönünce yüz ifadesi her şeyi anlatıyordu. Fifa da bu performansa seyirci kalmadı (beni şaşrttılar diyebilirim) ve çok istediğim gibi altın topu Forlan'a teslim etti. Böylece Wikipedia'da ismi geçecek, onu sadece elinden geleni fazlasıyla yapan adam olarak değil yıllar sonra da bu kupanın en iyi oyuncusu olarak hatırlayacağız.

Turnuvanın en sevilen takımlarından biri olan Gana (basit futbolun güzelliği) ile Uruguay'ın maçında Luis Suarez'in efsanevi el müdahalesi de unutulmazlardandır. Hem penaltı yaptırıyorsun, hem takımını 10 kişi bırakıyorsun üstüne rakip 120.dakika'da penaltı kaçırıyor, sen de kahraman oluyorsun. Böylesi bir daha denk gelmez. Bir diğer penaltı hikayesi de İspanya-Paraguay maçından. Maçtan önce, aynı dakika içerisinde iki ayrı kalede penaltı çalınacak, ikisi de kaçacak deseniz kim inanırdı size?

Messi'nin, Sneijder'in, Casillas'ın sonuçtan etkilenerek akıttığı gözyaşlarının yanında, ulusal marşı okunurken ağlayan bir futbolcu da vardı bu dünya kupasında. Kuzey kore'li Jong Tae-Se. Tüm dünyaya sevimsiz gösterilmeye çalışılan bir ülke, bu sayede azda olsa sempati
kazanmıştır belki de?

Final maçı ise kazanma arzusunun insanlara neler yaptırabildiğini gösterdi bize. Yıllardır güzel futbol oynayan, göze hoş gelen futbolun çıkış noktası sayılabilecek Hollanda, bu işi kendisinden daha iyi yapanla karşılaşınca, kendi felsefesinin tam aksini, oynatmamayı seçti. Hollanda’nın topu İspanyolların elinden alamayacağı için bu yolu seçmesi normal ancak beni asıl şaşırtan işi sertliğe dökerek İspanyayı sindirmeye çalışmaları oldu. Sertlik dozunu o kadar kaçırdılar ki, ilk yarıyı 11 kişi tamamladıkları için hakeme teşekkür etmeliler. Güzel top oynayan takım olarak kabul ettiğimiz Hollanda, hasret kaldığı kupayı işi çirkinleştirdiği maçta kazansaydı çok üzülürdüm. Geçen hafta Finale çıkan iki isme güvenerek “Kupa bizim” yani iyi oynayanların olacak demiştim. Çok erken konuşmuşum. Maalesef son maçta Hollanda bizim tarafta değildi. Neyse ki en kıymetli gol yine Iniesta’ya nasip oldu. Sanırım, İngiliz hakem Howard Webb’in de yaptığı gibi, futbol tanrıları bu çocuğa diğerlerinden daha adil davranıyor.

9 Temmuz 2010 Cuma

Bu Kupa Bizim Oldu



2010 dünya kupası çok sıkıcı başladı. Vuvuzelanın etkisi dedik, topu suçladık, gol olmayan maçlar izledik. Yunanistan'ın kazandığı Avrupa Kupasından sonra bu kupaya da mı savunma futbolu hâkim oluyor sorusunu sorduk kendimize. Güney Afrika'daki kupayı da mı kalitesiz, heyecansız futbol olarak hatırlayacaktık? Az gollü geçen, neredeyse bir düzine maç izledik. Brezilyanın bile ne denli temkinli futbol oynadığına şahit olduk. Bu sene şampiyonlar ligini de top oynayanlar değil, kalesini savunanlar kazanmıştı, dünya kupasını da mı onlara verecektik? Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Aksine tam da istediğim gibi oldu her şey.

Topu rakibe bırakıp, savunmayı ön plana çıkaranlar tek tek elendi. Yıllardır tüm dünya kupalarında güzel top oynayıp şanssızca elenen iki takım ise sonunda finali paylaşıyorlar. Kupayı kim kazanırsa kazansın fark etmiyor benim için. İki ekip de yıllar önce hak etmiştir benim için bu unvanı. Johan Cruyff dediğimiz, modern futbolun kitabını yazmış şahsiyetin yolunda ilerleyen iki takımın finalde oynaması beni sevindiriyor. Bu, kupanın sürprizlerinden sadece bir tanesidir benim için. Fransa ve İtalya’nın erken elenmesinden bahsetmiyorum. Capello faktörü olmasa İngiltere’nin de yüzüne bakmazdık.(haksızlık yapmayalım, kupanın en iyilerinden birine elendiler). Benim için çok güzel olan, sürpriz olan Şili’dir, oynamaya çalıştığı futboldur. Şili o kadar hoş bir futbol oynadı ki, benim gibi düşünen birçok futbolseverin gönlündeki şampiyon olduklarına eminim. O nasıl bir top sevdasıdır ki, Brezilya’nın ceza alanı içinde, 3-0 yenikken hala ayağa pas yapmaya çalışırsınız? Hiç kimse mi vurdumduymaz değil aranızda, hiç mi boşuna orta yapmaz bir takım? Çok sevdim ben bu Şili’yi çok, hani her gün oynasalar sıkılmam izlerim.

Bu kupanın diğer sürprizi de Almanya oldu bizim için. Bu sefer finale çıkamadılar ama bir ilki başardılar. Herkes tarafından sevilen bir Almanya oldular. Her zamankinden değil, yepyeni bir anlayışla çıktılar karşımıza. Her zamanki yüksek kondisyon ve konsantrasyonlarını oynatmamak için değil, oynamak için kullandılar. Rakibini oynatmayıp, son dakikada gol bulan taraf olmadılar bu sefer. Takır, takır top oynayıp fark atan takım oldular. Kornerden, serbest vuruştan sinir bozucu goller atmak yerine, rakip savunmayı allak bullak ederek buldular golleri. İngiltere’yi ve Arjantin’i de dörtleyince, iki sene önce aynı tarz bir oyunla kendilerini perişan eden İspanya karşısına favori olarak çıkacaklardı neredeyse. Ben de çok beğendiğim yeni Almanya ile hep beğendiğim İspanya’nın karşılaşacak olmasına çok seviniyordum. Kafamda ise tek bir soru vardı. Paslaşmanın kitabını yazan Barça destekli İspanyollar, Almanların topla oynamasına izin verecek miydi? Nitekim vermediler. Benim için de son derece doyurucu bir maç oldu. Bu kadar iyi paslaşan, kornerleri bile yakındaki adama yerden yuvarlayarak kullanan iki takımın maçında tek golün kornerden gelmesi de ironiktir!

Final maçı için fazla söze gerek yok. Kim kazanırsa kazansın, pozitif futbolun zafer gecesi olacaktır.

1 Temmuz 2010 Perşembe

David Silva Manchester'da, Pardon City'miş


Avrupa basınında çıkan transfer haberlerine göz ucuyla bakarken “David Silva Manchester City’de” manşetini okuyup dikkatsizliğimin de katkısıyla transferi City değil de Man United ekibi yaptı sanmışım. Silva’nın ismi geçen sene Man Utd ile anıldığı için mi yoksa C.Ronaldo gittiğinden beri yerine yakıştırdığımdan mıdır bilmiyorum ama yanılmışım. Haberin tamamını okuyup gerçeği anlayana kadar aklımdan geçenleri aktarmak istiyorum:

“Yepyeni bir yıldız doğabilir. David Silva, Manchester United’ın yeni efsanesi olabilir. Silva herkesin tanıdığı meşhur bir futbolcu, adama zaten 30 milyon € bonservis ödemişler, daha ne kadar parlayabilir demeyin. 30 milyon € eden genç bir futbolcu Alex Ferguson tarafından işlenirse bir üst sınıfa çıkabilir. Üst sınıf dediğim, Ronaldoların bulunduğu mertebe. (Elimizde üç tane Ronaldo var ya! Kel olan orijinal Ronaldo, dişlek ve küçük olanı Ronaldinho, bir de son model Cristiano.) Alex Ferguson’un yetenekleri ön plana çıkarmak, geliştirmek, eksiklerini gidermek gibi bir özelliği olduğuna inanıyorum. Tüm bunların üstüne bir de genç futbolcuları kesinlikle kaytarmayacak şekilde yetiştiriyor. Ferguson’un elindeki futbolcular ne kadar yetenekli olursa olsunlar, kendilerine verilen her görevi fazlasıyla yerine getiriyorlar. Rooney’nin kanatta oynadığı bazı önemli maçlarda bir sağ-sol bekmiş gibi oynadığını hatırlatmak isterim. Geçmişe yönelik tahminler yapmak hoş değil, hatta anlamsız ama bazen derdini anlatmaya yardımcı oluyorlar. Soru cümlesi şeklinde geriye dönük tahminler yapmak istiyorum. Mesela C.Ronaldo, 18 yaşındayken Man Utd yerine başka bir takıma gitseydi gelmiş geçmiş en pahalı futbolcu olur muydu? Ricardo Quaresma 18 yaşındayken Alex Ferguson’un eline geçse, dün akşam İspanya-Portekiz maçında Ronaldo’yla beraber oynamaz mıydı? Beşiktaş’a gelir miydi? David Silva geçen sene Man Utd’ye transfer olsa dün akşam İspanya-Portekiz maçında Villa’yı sol kanatta mı izlerdik? Bence forvet olarak izlerdik. David Silva geçen sezon Valencia yerine (hem futbolcu hem de futbol kulübünden bahsediyorum) Manchester United forması giyseydi, Del Bosque dün akşam birisini kesmek zorunda kalırdı.”

Tüm bunları düşünürken David Silva’ya efsane 7 numaralı formayı bile yakıştırmıştım. Maalesef yanılmışım. Sir Alex Ferguson’a ve yaptığı işlere derin bir saygı duyuyorum. Dokunduğu her futbolcuyu daha iyi yerlere getirebileceğine inanıyorum. Dünyadaki tüm yeteneklerle tek tek ilgilenemeyeceğinin de farkındayım.

Umarım David Silva Manchester City’de harika bir sezon geçirir ve İspanya milli takımındaki yerini alır.