29 Şubat 2012 Çarşamba

İşte Bunu Seviyoruz!

Ben hep Arda ile Fabregas'ı yüz ifadesi olarak birbirine benzetirdim. Hatta bir keresinde Arda'nın bir fotoğrafını arkadaşlarıma gösterirken, -Fabregas'a bakın Arda'ya ne kadar benziyor- deyip komik duruma düşmüşlüğüm bile var.

Konumuza dönersek, aşağıda futbolun, daha doğrusu sporun güzelliğinin altını çizen iki fotoğraf var. Fabregas'ınki yeni, daha dün çekilmiş. Milli takımla beraber Venezuala ile hazırlık maçı için gittikleri Malaga'da yakalanmış R.Madrid taraftarı çocuğa.




Arda'nın fotoğrafı daha eski. Düşmanları (!) hemen zıplamasınlar, bu da Almanya'da oynanan bir milli maç vaktinde çekilmişti. Tarih, Haziran 2011. Fabregas'ın fotoğrafını görünce hemen paylaşmak istedim. Arda'nın fotoğrafını üste koysam, hemen hain damgası yiyecekti. Neyse ki yukarıda örnek var da sorun çıkmayacak. Rakip takımın yıldız oyuncusuna kendi takımının formasını imzalatmak ancak çocukları cesaret edeceği türden, hoş bir düşünce. Daha düşmanlık kodlanmamış kafasına çünkü. Hoşgörü mü desem, sportif ruh dediğimiz böyle birşey işte.



Bu iki oyuncuya da teşekkür etmek lazım çocukların hevesini kırmadıkları için.

28 Şubat 2012 Salı

Mest Olmuş






 


Futbol tribünlerinde kendimizi unutuyoruz ya hani, bu minik sarışın da Liverpool maçının ardından o kadar mutlu olmuş ki, dünya yıkılsa umrunda olmayacakmış gibi duruyor. Gözünün ağrısını da muhtemelen ertesi gün farkedecek.

24 Şubat 2012 Cuma

Kıymetli Eldivenler



Beş, altı sene önce yıldız kaleci denince aklımıza sadece üç isim geliyordu. Casillas, Buffon ve Peter Cech. Van Der Sar'ın kariyerinin son demlerindeki insanüstü performansını saymazsak, bu üç isim dışında bizi heyecanlandıracak, Şampiyonlar Ligi birinci torba takımlarında yer almayı hak eden kimseler yoktu pek. (Julio Cesar’a haksızlık etmek istemem ama o da son birkaç sezondur yükseldi.) Sakatlıkların da etkisiyle, Buffon ve Cech'in de performansının düştüğünü kabul edelim. Kısacası, her sezon yeni hücumcular, savunmacılar yıldızlaşırken, yeni bir kaleci'nin yıldızlaştığını görmemiştik. Neyse ki son iki yılda bu konuda büyük gelişme var.

Geçen Man.City- Liverpool maçını izlerken, Joe Hart'ın izlediğim her maçta beni daha çok şaşırttığını fark ettim. Bir kalecinin ne kadar iyi olduğunu tanımlamakta zorluk çekiyorum, diğer mevkiler gibi değil. Çünkü kaleci ya iyidir, ya da değildir. Hücumda gol kaçırabilir, türlü varyasyonlar deneyebilir, savunma olarak rakibe göre düzen alabilirsiniz. Ama kaleci golü ya yer ya da kurtarır. Üçüncü bir seçenek yoktur. Top direğe gittiğinde, kimse kaleci köşeyi iyi kapattı demez, o şutu çekenle alakalıdır hep. Oyunu iyi başlatmak, savunma oyuncularına güven vermek gibi çok önemli özellikleri ikinci plandadır hep. Emrah Serbes’in “Erken Kaybedenler” - “Korhan Ağbi’nin Kardeş’i” öyküsünden bir alıntı yapıp yeni yıldız kalecilerimize geçmek istiyorum.

-Bütün gün top peşinde miydin gene? - Hayır anne, kaleciyim ben. Top peşinde olmadım hiçbir zaman, hep topun karşısında oldum. Bu gerçeği kabul et artık!

ManCity’nin hızlı yükselişinde büyük payı olan Joe Hart’la başlayabiliriz. David Silva ne kadar formdaysa, Hart da bir o kadar iyi götürüyor takımı. Özellikle büyük maçlarda reflekslerinin insanüstü olduğunu gösteriyor bize. İngilizler, milli takımda senelerdir boş duran bu mevkide artık rahat etmeyi hak ettiler. 24 yaşındaki Hart 10-15 sene mutlu edecektir İngiliz futbolseveri.






Atletico Madrid son yıllarda yıldızlaşan kalecilerle ilgili ilginç bir konumda. Menajerlik oyunu oynayanların yakından tanıdığı üç wonderkid(umut vadeden genç), kısa süre içinde Atletico’nun kalesinden geçtiler. Önce 89 doğumlu Asenjo geldi, Casillas’ın veliahdı olarak tanıtılıyordu Madrid’de. Yeni bir yıldız kaleci diye beklerken, formayı kendinden bir yaş küçük olan De Gea’ya kaptırdı. Daha bir sezon geçmeden Casillas’ın veliahdından formayı devralan çocuk olarak tanıdık De Gea’yı. Bu sezon başında Sir Alex Ferguson onlu milyonlarla ifade edilen Sterlinleri verip ManUtd’ın, Van Der sar’ın kalesini teslim etti De Gea’ya. Hatalı goller yediği için eleştirilse de Ferguson’un bu genç kaleci için her hangi bir eleştiriyi önemseyeceğini sanmıyorum. Tam Asenjo’nun önü tekrar açıldı derken Madrid kulübü bu sefer de Chelsea’nin milyonlar ödediği Belçikalı kaleci Thibaut Courtois’i kiraladı, ve kaleyi teslim etti. 1992 doğumlu olan Courtois, kaleciler için çok karşılaşmadığımız yatırımlara söz konusu oldu.


De Gea’dan önce Sir Alex’in transfer etmek istediği ilk isim olup, tüm yıldız Alman futbolcular gibi Bayern Munich’e kaptırdığı 1986 doğumlu Neuer’den bahsetmek gerek. 25 yaşında ama Bundesliga’da 230 küsur maç oynamışlığı olduğundan kendisi için tecrübeli eldiven diyoruz artık. 21 yaşında Almanya’nın en iyi kalecisi, geçen sezon ise Almanya’da yılın futbolcusu seçildi. Neuer’den bahsetmişken, Rene Adler’den de bahsetmemiz gerekir. Leverkusen’in kalesinde devleştiği günlerde 2010 dünya kupasında Milli takımın kalesini koruyacağına kesin gözüyle bakılırken, sakatlık geçirdi ve formayı Neuer’e kaptırdı. Yüksek performansını sakatlık sonrası sürdürüp, Leverkusen de yıldızı tekrar parlamıştı ki, bir sakatlık daha geçirdi. Shalke’den kiralanan 1992 doğumlu Bernd Leno Adler’in kalesinde harikalar yarattı. Almanya’nın seri iyi kaleci üretimine geçtiğini kanıtlarcasına oynayan Benrd Leno, Bayer Leverkusen’le üç senelik sözleşme imzaladığı için Adler’in kariyeri nereye gidecek, merak ediyoruz.





Almanlar ve İspanyollar sürekli iyi kaleciler çıkarmaya devam ederken, Rus ligi her geçen gün güçlenmeye devam ediyor ve sadece pahalı transferlerle değil, genç yıldızlar çıkararak da yükselişlerini pekiştiriyorlar. CSKA Moskova’nın kalesine ilk olarak 17 yaşında geçen ve 20 yaşından beri sürekli oynayan Igor Akinfeev, Rus futbolu çıkışta olmasa, çoktan Şampiyonlar ligi birinci torbasında bulunan takımlardan birine transfer olurdu. Çok sayıda yaş bilgisi veriyorum ama, bir kaleci için 20’li yaşların sonları bile genç sayılabilecekken, 18 yaşında Rus milli takımının kalesine geçen Akinfeev birçok övgüyü hak ediyor.

Yukarda bahsi geçenler kadar olmasa da yüksek potansiyel taşıyan bir isim daha var. Arsenal’in patronu Wenger’in genç oyunculara olan düşkünlüğünü bilmeyen yoktur. Buna rağmen kaleyi hep tecrübeli ellere emanet etmişti bu güne kadar. Buna rağmen Kaleci konusunda rahat ettiğini de hatırlamıyorum. Bu sezonun başında o da 1990 doğumlu kaleci furyasına katıldı ve kaleyi Szczesny ‘e emanet ettiğini açıkladı. Tecrübeyle sabit, Wenger birine güveniyorsa büyük adam oluyor. O yüzden bizim de Szczesny’e güvenimiz tam.

Son olarak ligimize geliyoruz. Türk futboseverler bir kalecinin oyuna ne kadar katkı sağladığını Taffarel’den beri çok iyi biliyor. Sağolsun Valdes de bu bilgimizi pekiştirdi. Muslera işte o oyunun akışına yardımcı olan kalecilerden. Lazio’da hiçte yabana atılmayacak bir performans sergileyen Muslera sezon sonunda dünyanın en iyi 7. Kalecisi seçilmişti. Uruguay milli takımındaki performansı da bu veriyi tasdikledi. Sonrasında Galatasaray’a geçişi ve kısa sürede herkesin güvenini kazanması onun bu seneki müthiş performansının bir ödülü oldu. Süper ligin bir diğer iyi kalecisi ise Trabzonspor’lu Onur Kıvrak bizim gözümüzde. Harikalar yarattığı bir sezonun sonunda şanssız bir şekilde sakatlanmasına, yerine geçen Tolga’nın da bir sezon boyunca iyi işler çıkarmasına rağmen, Tüm Trabzon’un heyecanla tekrar form tutmasını beklediğine eminim.

Yaşları itibariyle yukarıda yer almayan Julio Cesar ve Victor Valdes’e de değinmeden yazıyı bitirmemek lazım. Inter’in kalesinde refleksleriyle devleşen Julio Cesar, Brezilyalı olmanın avantajıyla ayağını da iyi kullanıyor. Ama ayağını iyi kullanmak demişken, bu konuda Valdes’le kimsenin yarışamayacağını söylemek lazım. Barcelona değil ama başka takımda çok rahat orta sahada oynar gibi geliyor bana. Futbol kamuoyunda pek sevilmiyor ama, Barcelona’nın galibiyetlerine değil, güzel oyununa tav olan kitle kıymetini biliyor Valdes’in.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Mantıklı Oynayan Bir Türk Takımı


Fenerbahçe - Sivasspor maçının 70 dakikasını izleyebildim. Hakikaten süper maçtı. Sivasspor'un bu akşamki performansı için, son senelerde bir Türk takımının oynadığı en iyi futbol diyebilirim. Bu kadar akılcı, bu kadar pozitif ve bu kadar hızlı golü düşünen bir ekip son birkaç senede görmemiştim. Kabiliyetlerini aşacak şekilde mantıklı oynadılar. Galatasaray penceresinden, Sivas deplasmanında alınacak bir mağlubiyeti doğal karşılıyorum bu aşamada.

9 Şubat 2012 Perşembe

İngiliz Hakem

Geçen hafta sonu gündemimde iki maç vardı. Chelsea-Man Utd ve Fenerbahçe-Beşiktaş maçları. Maçların bir kısmı aynı saate denk geliyordu ve tabiî ki tercihimi Chelsea maçından yana kullandım.

Kadıköy’deki maçta futbol dışında her şey sergilenmiş ve ben hiçbir şey kaçırmadığım için rahatlamışım. Aksine Londra’daki maçta mavilerin 3farkla öne geçmesi, ardından ikinci yarıda kırmızılardan cevap olarak gelen 3gol olunca keyfime diyecek yok. Gerçi gollerin ikisi kendi kalesine, ikisi penaltıdan olunca aynı tadı vermemiş ama olsun 6 gol, 6 goldür. Böyle bol gollü maçların berabere bitmesine bayılıyorum. Gol atamadığı için çokça eleştirilen Torres’in güzel pasına müthiş vuran Mata’nın golü ve bir başka eleştiri mağduru DeGea’nın son dakikalarda yaptığı kurtarışlar da bu keyfin süsü oldu.


Tekrar yurdumuza dönersek, her derbi ertesinde hakem eleştirileri havada uçuşur ya, bu sefer pek bir sakin gördüm ortalığı. Acaba maç sonu çıkan tatsızlıklardan mı etkilendiler, yoksa herkes kendinde mi arıyor bu sefer suçu diye ümitlendim önce. Tam maçın kalitesizliğine veriyordum ki asıl meseleyi anladım. Herkes Chelsea maçında ManUtd lehine iki penaltı çalan Howard Webb’e bilenmiş meğerse. Demediklerini bırakmıyorlar. Oysa eminim, herkes İstanbul derbisini takip ediyordu o saatte. İzlenmiş olma ihtimali çok az. Ama suç belli, suçlu belli ya. Yazılı olmayan kurallardan biri çiğnenmiş, büyük maçta aynı takıma iki penaltı verilmez. Ne olursa olsun verilmez. Gelmek istediğim konu şu: İngiltere’de bu kadar büyük mesele olmadı Howard Webb’in hatalı kararı. Bir tane Villas Boas’ın açıklaması var, ikinci penaltı kararışüpheliydi demiş geçmiş adam. Akşamına Liverpool-Tottenham maçında sahaya giren kedi bile daha fazla meşgul etmiş insanları. Ada’da önemsenmemiş ama yurdumuzda büyük mesele oldu. Adalet duygusu çok gelişkin, ondandır sanırım. Güzide spor kanalımızın güzide yorumcusu bile, üç gün sonra İspanya ligini yorumlarken laf sokuşturuyor İngiliz hakeme. Pes artık, bahis oynamış, kuponu yatmıştır herhalde diyorum, yoksa ilgilenmez bile.


Şimdi hatırladım, Dünya Kupası’nda İspanya Hollanda’yı yenip şampiyon olduğunda aynı Howard Webb Felemenklerden daha fazla eleştirilmişti memleketimizde. Ama ne yapalım, biri hata yaptı mı dayanamıyoruz futbol kamuoyu olarak.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Roni Fırsatı Kaçtı


Galatasaray son haftalarda sık sık puan kaybetmeye başladı. Bunun soğuk hava, kötü zemin, şanssızlık gibi sebeplerden kaynaklandığını, takımın çabucak toparlanıp şampiyonluk yolunda hızlanacağına emin olduğumu söylemek istiyorum. Sarı Kırmızılıların bu sezon şampiyon olması benim gözümde işten bile değil ama bu yinede transfere ihtiyacı olmadığı anlamına gelmiyordu.

Takım üst üste 8 maç kazanmasına rağmen eksikleri çok açıktı:
1- Kazım'ı yedek kulübesine gönderecek bir kanat oyuncusu.
2- Baros ve Elmander'e alternatif oluşturacak bir hücum oyuncusu.

Yönetimin önünde iki seçenek vardı: Geçen seneki enkazı devralıp 6 ayda zirveye taşıyan Fatih Terim’e güvenip onun istediği oyunculara para dökecekti ve bu yolla üstündeki yükü atacaktı. Ya da risk alıp, hocayı da ikna ederek dünyanın en yetenekli oyuncularından birinin, Ronaldinho’nun peşine düşecekti. Bu ele geçmeyecek kadar güzel bir fırsattı.

Ben bu tip durumlarda yönetimlerin futbolun şov kısmını da düşünüp ona göre karar vermesinden yanayım. Lütfen futbolun şov kısmı derken havalimanında karşılama törenleri yapılmasından bahsettiğimi düşünmeyin. Bazı oyuncular vardır, maç esnasında öyle bir parıltı gösterir ki, skora hiçbir etkisi olmasa da izleyicinin suratına gülümsemeyi yerleştirirler. Bu gülümseme rakip takımın kalecisinin, TV başında tarafsız oturanın, bu futbolcunun hayranı olan Japon çocuğun da yüzünde belirecektir. 50 metre’den koşu yoluna havadan atılan bir pasın, yere sektiğinde bir metre bile ilerlemediğini gören futbolseverin nutku tutulur. Bazı futbolcular attıkları topuk pasıyla sadece rakip savunmayı değil, tribünleri, TV başındakileri bile oyundan düşürür. Böyle anlara şahit olmak, gerçek futbolsever için galibiyetten daha değerlidir. Futbolun güzelliği, keyfi böyle anlarda çıkar.


Hep üstünde durduğumuz bir şey var; kulüp yöneticilerimiz uzun vadeli planlar yapsınlar, altyapılarını geliştirsinler, scouting sistemini hem ülke içinde hem dünyanın dört bir yanında etkin biçimde kullansınlar, gurbetçi oyuncuların farkına milli takıma çağrılmadan varsınlar.Ancak bazı uzun vadeli planlar kısa vadeli çözümlerle de desteklenmelidir. Bir Hagi'nin, Popescu'nun, bir Taffarrel'in gelişi uzun vadeli plan değildi belki ama bu oyuncular birçok futbolcunun gelişimine katkı sağladı. Önümüzdeki en bariz örnek ise Emre Belözoğlu’dur. Gelişiminde ne Hagi'nin ne de Popescu’nun payı hiçbir zaman yadsınamaz. 10 yıl sonra bile Emre, bize Hagi'nin defansı yaran vücut çalımlarını, duran toplarda stilini anımsatıyor. Büyük futbolcular onlardan beklenenden daha fazla katkı verebilirler. Roberto Carlos’un mevcudiyeti Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynamasının başlıca nedenidir. Ondaki vizyon ve özgüven çoğu arkadaşına sirayet ediyor, Deivid gibi Uğur Boral gibi oyuncular da bu özgüven ile performanslarını maksimuma yaklaştırıyordu.

Ronaldinho’nun eskisi performansının çok uzağında olduğunu düşünen varsa, önce hangi takımda oynadığını sorun ona. Hemen cevap veremeyeceği için de konuyu kapatın, çiçek ve böceklerden bahsedin o arkadaşla beraber. (Geçen haftaki son maçı)

Transfer dönemi bittiğine göre, artık Ronaldinho’yu İstanbul’da izleme hayalleri kurmamızın bir anlamı yok. Gelmiş geçmiş en yetenekli birkaç oyuncudan biri olan bu adamı şimdi Brezilyalılar izliyor ve fena halde imreniyorum. Belki 5-10 yıl sonra Emre Çolak havadan pas attığında, top yere sektiğinde hızlanmayacaktı. İşte o an birçok futbolsever Ronaldinho’yu hatırlayacak, yüzünde bir gülümseme oluşacaktı.