31 Aralık 2010 Cuma

2010 senesinde dikkatleri üzerine çeken futbolculardan bahsetmek istiyorum. Kimisi yeni yeni parlıyor, kimisi çıkışını sürdürüyor, kimisi eski şaşaalı günlerini tekrar yaşamaya başladı; o yüzden listeyi her hangi bir kalıba sokamadım.

Sıralamanın her hangi bir önemi olmamasına rağmen Diego Forlan’la başlamak istiyorum. Dünya Kupasının en değerli oyuncusu seçilmesinin yanı sıra, Atletico Madrid’in Avrupa Ligi kupasına uzanmasında yaptığı kritik işlerle de senenin en çok hatırlanacak isimlerinden biri olmayı hak etti. Uruguaylı diğer futbolcuları da kutlamak lazım ama Forlan bize bir takımın tek başına nasıl yarı finale çıkarılacağını ve aynı zamanda ne kadar alçak gönüllü olunabileceğini gösterdi. Ben hayatımda bu kadar sorumluluk alan ve her seferinde başaran bir futbolcu görmedim. Takımın tüm yükünü taşımasına(korner, serbest vuruş, hem orta saha hem forvet) ve 31 yaşında olmasına rağmen 30 günde 7 maçı böyle yüksek performansla çıkarmasına ayrıca hayran kaldım diyebilirim.

Jose Antonio Reyes ise Atletico Madrid’i Avrupa Ligi şampiyonu yapan oyuncuların başında geliyor. Ne Maradona’nın veliahtlarından biri olan Agüero, ne de dünyanın en iyi santraforlarından biri olan Forlan, takıma Reyes’in yaptığı katkıyı yapmadı. Reyes ne Real Madrid, ne de Arsenal’de bu kadar yüksek performans göstermemişti. Kariyerinin beklide en iyi form tuttuğu sezonu 2009-2010 olarak gösterebiliriz.
Inter bana ne kadar antipatik de gelse Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Mourinho’nun takımından üç ismi listeye almak için kendimi zorunlu hissediyorum. Diego Milito için söylenebilecek tek şey var. Herkes onu pasıyla, şutuyla, durduğu yerle ve soğuk kanlılığıyla tam bir forvet olarak tanımlıyor. Şampiyonlar Ligi başarısında Milito kadar payı olan bir başka isimse Wesley Sneijder’dir. (Türk spikerlerin kendisinden ısrarla ŞŞınayder diye bahsetmesinden kurtulamamasına rağmen) Kulübündeki harika sezonunun arkasından Dünya Kupasında ortaya koyduğu oyunla, kimilerine göre Altın Top ödülünü Forlan’dan daha fazla hak etmiştir. Inter’in sağ (bek demeye dilim varmıyor çünkü adam sağ tarafı olduğu gibi sahiplenmiş) kanadındaki hızlı, çalım atan, çalım yemeyen, sert ve isabetli şutlar çeken… gibi bir çok özelliğini sayabileceğimiz çok faydalı makinenin adına Maicon diyoruz. Juventus’a attığı gol yılın en güzel gollerinden birisidir belki ama bu golün tekrarını bize harika açılardan izleten maç yönetmeni benim için 2010 senesinin tartışmasız en iyi yönetmenidir.
Maicon’dan bahsetmişken, Brezilyalının tüm karizmasını çizen Gareth Bale’dan bahsetmemek olmaz. Inter maçında solundan atıp sağından geçme kavramını yeniden gözden geçirmemizi sağlarken, bize birden fazla Deja Vu yaşatmıştı. (aynı kanattan sürekli depar atan birini düşünün) Bu maçtan sonra “Maicon için bir taksi” çağıran Totenham taraftarını da tebrik etmek lazım. Premier Lige başlamışken Andy Carroll ile devam edebiliriz. Uzun boyu, boyundan beklenmeyecek kadar çevik olması, çok iyi kafa vurmasının yanı sıra ileriye doğru atılan her topu bir şekilde kontrol etmesi, vurduğu topların kaleye gitme ihtimalinin yüksek oluşu gibi özelliklerini bir kenara bırakalım. Carroll’ın bir kaç eski Türk futbolcuyu bile memnun edebileceğini iddia ediyorum. Futbolun takım oyunu olduğunu göz ardı edip Andy Carroll’ın tek başına maç kazanabileceğini söyleyebilirim.
Sıra geldi benim takımın bu seneki yıldızına. Barcelona için Iniesta neyse, Arsenal için de Samir Nasri odur desem yeterli olur sanırım. Gün gelir Arshavin’in yerine geçer, Fabregas sakatlanınca onun gibi oynar eksikliğini hissettirmez, forvet hattı zayıfsa onlara yardımcı olur… ama Nasri oynamazsa, yeri görünür. (gizli Iniesta reklamı!) Ne zaman ne yapacağını tahmin edememek Nasri’yi izlemenin en güzel yanı diyebilirim. Benim için 2010 senesinin en güzel golü de Nasri’nin Fulham’a attığı 2. goldür. Lütfen izleyiniz.



Sağ kanatta ters ayaklı oynayan, birden ceza sahasına doğru hızlanıp, yerden isabetli şutlar çeken oyuncu kimdir diye sorsam aklınıza kaç kişi gelir? Hayır Messi’den bahsetmiyorum. Arjen Robben, Bayern Munich’in Şampiyonlar Ligi yolunda şu yukarıda verdiğim tarifeyi uyguluyordu. Takımının finale çıkmasında bir hayli katkısı oldu. Chelsea’de, Madrid’de sergilemeyip sakladıklarını Munich’de gösterdi. Dünya Kupasında çok eğlendiremedi bizi ama sağ kanattaki varlığı, Hollanda’ya yetti diyebiliriz. Dünya Kupası, Robben’leri izlemek dışında yeni yeteneklerle de tanıştığımız turnuvadır ya bizler için, benim aklımda kalan parlak çocuğun ismi Alexis Sanchez’di. Şili’nin oynadığı modern futbola yaptığı katkının yanı sıra tek başına da sorumluluk alabileceğini ilan etti. Kendisini bir an önce TV’lerimizde canlı yayınlanan maçlarda izlemek istiyoruz.

Dünya Kupasında modern futbola terfi eden bir başka takımsa Almanya oldu. Burada o güzel Almanya milli takımından sadece bir oyuncuya yer var. Werder Bremen’e gittiği günden beri form grafiği bir kere bile düşmeyen Mesut Özil, Real Madrid’te de üstüne koymaya devam ediyor. Mesut’un oyunundan defalarca bahsettik o yüzden sadece, Avrupa’daki Kaka transferi dedikodularına sebep olduğunu söylemekle yetineceğim.

30 Aralık 2010 Perşembe

Arsenal ve 2010 golleri.


Gol videosu Arsenal'in olunca, bol pas, bol bol ince iş izleyebiliyoruz. Dikkat ederseniz, bu derlemede çoğu gol videosunun aksine serbest vuruştan ya da uzaklardan atılmış bir gol göremezsiniz. Çünkü Arsenal taraftarı için güzel gol tanımında şans faktörünün rolü kısıtlıdır.
Aşağıdaki linkten golleri izleyip, en güzel gol için oy verebilirsiniz.

Goller için şöyle buyrun!

28 Aralık 2010 Salı

Benitez'in İşi Zordu


Bir futbol kulübü için, işler kötü giderken akla gelen ilk çözüm teknik direktör değişikliğidir. Tersine ise kolay kolay rastlamayız. İşler iyi giderken yapılan teknik direktör değişikliğine fazla örnek bulunmaz. ( Bu sene de Şampiyonlar Liginde koşturan Lucescu’ya selam ederim.)

Başarılı teknik direktör’ün kendi kendine ayrılması ise bir başka senaryo ki, işte onun yerine birini koymak gerçekten çok zordur. Inter’le bütün kupaları toplayıp, Madrid’e giden Mourinho’nun koltuğuna oturmak büyük bir cesaret işiydi. Rafael Benitez Inter’e giderken kendisinden beklenilenin farkında mıydı bilmiyorum. Nitekim beklentileri karşılayamadı. Başkan Moratti kesin açıklamayı daha yapmamış olsa da Rafa’nın Inter macerasının sonuna geldiğini görmek için müneccim olmaya gerek yok. Son bir haftadır sağda solda okuduğum yazılarda Benitez’i suçlamayanını bulmak bir hayli zor oldu. Inter taraftarı Benitez’in menajerlik oyunu oynamayı bile beceremeyeceğini iddia ederken, diğer tarafta Liverpool taraftarı onu geri çağırıyor.

Mourinho’nun yerine geçmenin ne kadar zor olduğundan bahsetmişken aklıma daha zor bir ihtimal takıldı. Alex Ferguson gidince(yaş itibariyle bir gün gitmesi gerekecek) , Manchester United’ın başına hangi delikanlı geçecek? Cesareti olan var mı?

24 Aralık 2010 Cuma

Genç(!) Yetenek

Menajerlik oyunu oynayanların aşina olduğu, daha önce bilmedikleri bir tanesi ile karşılaştıklarında, bu oyunu hiç oynamamış olanların anlam veremeyeceği kadar sevinecekleri bir kavram var; Wonderkid. Kelime anlamı “harika çocuk” ancak genel kullanım açsından Türkçe karşılığının “genç yetenek” olduğunu söyleyebiliriz. Abartılı bir örnek vermek gerekirse, ülkemizdeki en genç yeteneğin daha bu unvandan geçen sene kurtulan Semih Şentürk olduğunu söyleyebiliriz. Genç Semih, çok uç da olsa, bahsetmek istediğim konuya iyi bir örnek teşkil ediyor.

Benim gözümde genç yetenek sayılmak için yaş aralığı 17-19’ken, genel kanı 23 yaşında bir futbolcunun hala öğrenme çağında olduğunu savunuyor. Beşiktaş’ın altyapısında oynayan bir futbolcudan bahsederken “Daha 21 yaşında bile değil” denildiğinde, o oyuncunun orada en fazla 1 sene daha bulunabileceğini unutuyorlar sanırım. 21 yaşında bir futbolcu, genç yetenek değildir. Hem teorik, hem de pratik olarak temel şeyleri aşmış olması gerekir. 17 yaşındaki genç yetenek sayılır ama 22 yaş artık tam olarak hazır olmalıdır. Annesine sorarsanız 21 yaşındaki oğlu daha çok gençtir(çoğu meslek için de öyledir) ancak antrenörünün gözünde her hangi bir maçta oynayabilecek profesyonel bir sporcu olarak görülmelidir. Bu aynı 5 yaşındaki bir çocuk için ilkokula daha erken olması, fakat 7 yaşında bir çocuk için ideal yaş olması gibidir. 9 yaşındaki biri bizim için çocuktur ancak okuma yazma bilmiyorsa geç kalmıştır. Dışarıdan baktığımızda ilkokul 1. sınıftakilerden bir farkı yoktur ancak, çarpım tablosunun 5'e kadar sayamıyorsa, temelde eksikler var demektir.

İnsan tabiî ki her yaşta öğrenmeye devam edebilir ancak, 30’lu yaşların yolun sonu olduğu bu sporda daha erken davranmak işe yarayabilir. 5-10 sene öncesine kadar optimum futbolcu yaşını (tecrübe + fiziksel performans) 28-29 olarak kabul ederdim ancak son birkaç yılda futbolcularının 24-26 yaşlarında en yüksek form düzeylerine ulaştığını gözlemliyorum. Yani 21 yaş, üst düzey maç tecrübesi kazanmak için çok geç olabilir. Bunu sıradan futbolcular için değil ama yıldız adayları için söylüyorum.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Altyapı Meselesi


Her zaman suçlu ilan ettiğimiz ancak bir türlü daha derine inemediğimiz altyapı sorunumuzla ilgili bir blog yazısı var aşağıda. Altyapının sorunlarına içeriden bakan Zekican Koğuş’un yazısını okumanızı tavsiye ederim:

Kendi sahanda yapabildiğin pasları, rakip yarı alanda da yapıyorsan, futbol oyununa hizmet ediyorsun demektir. Skoru %33 oranla eşit dağılan bu oyunda maçlar golsüz de bitse, Oscarlı film tadında geçen bir 90 dakikanın size verdiği heyecan, bize futbolun ne demek olduğunu anlatır.

Güzel futbol da güzel bir filmdeki gibi iyi performans gösteren oyuncular, iyi öğreten hocalar ve iyi bir bütçe ile ortaya çıkar. Skoru tayin etmek ise Prekazi’ nin dediği gibi topun canına kalmıştır. İyi bir takım, iyi bir çalışma ister ve bu ancak takımın birbirine uyması, oyuncuların birbirine sahip çıkmasıyla olur. Bu sahip çıkma gereği her tür maç için geçerli olduğu gibi, gerçek hayat için de geçerlidir; arkanızda sağlam insanlar varsa ve sizi korurlarsa, başarırsınız.

İşte benim değineceğim nokta sahada bu arkanızdaki kişileri takım yapan futbol altyapısıdır. Kısa bir cümle ile özetleyeceğim; bir işe ne kadar küçük yaşta başlarsanız, o kadar iyi eğitilme kapasitesine sahipsiniz demektir. Altyapı bu yüzden önemlidir.


Altyapı aslında takımlardan çok federasyona, siyasi dayanışmaya bağlıdır. Evet, kesinlikte siyasi dayanışma çocuk yaşta futbola başlama, yeşerme ve ardından futbolu meslek edinme açısından çok önemlidir. Nasıl mı?

Türk ve Alman futbolunu karşılaştıralım:

Türk çocuklar futbolu Alman çocuklardan daha çok severler. Motivasyonları ve sevgileri kesinlikle Alman çocuklarıyla kıyas kabul etmeyecek kadar büyüktür, sağlaması için sadece geçmişin çocuklarının takımlarını görmeye ne kadar hevesli olduğunu gösteren B. Dortmund – Galatasaray maçında tribünlere bakabiliriz. Türk taraftarlar Alman taraftarların kombine kartlarını bir seferliğine kiralayarak takımlarına destek vermeye gelmişlerdir.

Türk çocuğunun babası da futbol sever. Daha doğmadan çocuğa takım tutturan inatçı, garip ve bir o kadar muzip akrabalarımız vardır; aldıkları takım tulumlarını bebeğine giydirmeyen anneye kızacak kadar da severler takımlarını. Bazen, anne ile baba farklı –hele ki birbirine rakip takımları tutarlarsa ortalığı kan götürür çocuğun takımı kavgasında. Türk çocukları böyle futbol seven bir neslin evlâdıdır.
Ama Türk çocuğunun topu oynayacak yeri yoktur. (“Parktan dönmüyor eşek sıpası, nereye yer yokmuş?” diyen aileler için özellikle söylüyorum.) Türk çocuğu yolda, asfalt minyatür sahada, otoparkların rampalarında, okul bahçelerinde ve daha aklıma gelmeyen bir sürü garip yerde futbol oynar. Ancak; Alman çocuğu, devletin onun oynaması için herhangi bir kısıtlama olmadan cüzi bir miktar aidat ödeyerek kayıt olduğu çim sahalarda top oynar. Bu sahalar öyle az da değildir, bundan 40 yıl önce bile varmış ki, şimdi sayıları daha fazla oldu, her mahallede bir adet spor merkezi bulunur oralarda. Hiç kimse yer kavgası etmez bu sahalarda, kimse sakatlamaz, kavga çıkmaz, çok barışçıl olan, sadece top oynanan, geceleri tinercilerin basmadığı, çocukların toplarının çalınmadığı yemyeşil sahalardır bunlar. İşte Alman altyapısını Türk altyapısından ayıran en önemli özellik budur.


Çocukluğumdan beri türlü türlü garip yerde amatör küme maçları da dâhil olmak üzere oynayan ben, bir kere çim sahada resmi maç yapmadım. Neden kumlu sahalarda ayağımın içine garip nesneler gire gire futbol oynadım ya da neden zımpara taşı gibi toprak sahalarda sakatlanmadığım bir idmana çıkamadım?

Ben hiç yeşil saha görmedim. Gördüğüm sahalar –ki çoğu topraktı, hep yeşilden uzaklaşmış sert yaralayıcı sağlıksız yerlerdi. Bu bir neden değil midir, altyapının siyasi dayanışma ile güçleneceğine? Kat karşılığı apartman yapılan yerler, futbola para harcanarak daha güçlenecek, ileride apartman, araba, şato, vs gibi para eden değerleri karşılayabilecek parayı kazanmayı akıl edecek arsa sahiplerine daha çok para olarak geri dönecek, akmayacak, kokmayacaktır. Ne yazık ki bir örneğini hiç görmedim. Benim ülkemde çocuğum futbol oynarken yere düşünce kolunu kırar, çocuğuma araba çarpar, mahallenin (artık adına ne denirse) çakalları çocuğumun topunu alıp oyununu bozarlar. Böyle bir durumda çocuk tabi ki futbol oynamak istemez.

Çocuk kendi isteyerek futbol oynamazsa futbolu meslek edinmesi mümkün değildir. Babasının kulağından tutup kursa kaydettirdiği bir çocuktan futbolcu olmaz. Bir miktar para için oynasa da FUTBOLCU OLAMAZ. Çocuğun kendini geliştirecek yere ihtiyacı vardır. Çocuğun istediği şeyi yapmaya ihtiyacı vardır. Bu şartlar sağlanırsa yeni nesil çok iyi futbolcular çıkartacak, Almanlar gibi her dünya kupasında çeyrek finali garantileyeceklerdir.

Altyapı bu şekilde asla gelişmez, aksine geriye gider. Altyapıdayken zamanla paylaşacağım birçok şey yaşadım. Bu yazımda altyapıyı etkileyen en önemli dış faktörden bahsettim. Altyapı sorunumuz için daha yazacağım birçok konu ve dikkatleri çekmek isteyeceğim birçok nokta var.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Gün Gelir İnsan Birinden Hoşlanır

Gün gelir insan birinden hoşlanır. O hoşlandığı kişiyle tanışmaya çalışır, onla bir şekilde konuşabilmek için elinden gelen çabayı gösterir. Vakit gelir, hoşlandığı kişiyle bir şekilde tanışır. Tanışmadan önce duyulan stres belki o noktada biter. Ama stres tamamen bitmez. Artık tanıştığın kişiyle muhabbeti ilerletip ilerletemeyeceğinin stresine girersin. “Acaba ne söylesem hoşuna gider, hangi konudan muhabbete girsem sıkılmaz, ne yapsam ilgisini çeker.” diye sorular birikir kafanda.

İki yol vardır. Birinci yol nettir. Biraz konuştukça ne sen ondan elektrik alırsın, ne o senden elektrik alır. Hoşlanan insan için olay, bir iki muhabbetten sonra karşı tarafa ilgiyi fazla belli etmeden kapanır, dış görünümden alınan keyif çabuk unutulur.


İkinci yol ise biraz farklıdır, net değildir birincisi gibi. Ne başlangıcı, ne ortası ne de sonu bellidir.

Mesela, ilk olarak en pozitif ihtimalden bahsedelim, girilen tüm stresin değeceği ihtimalden. Hoşlandığın kişiyle süper bir muhabbet kurarsın, “İşte hayattaki kafa dengimi buldum.” dersin günler ilerledikçe. Elektrikler tutmuştur, her iki tarafında keyfi yerindedir. Hayat ve tarih o kişiler için beraber yazılmaya gayet müsaittir. Ayrılık çok çok olağanüstü durumlar dışında, gerçekleşmesi zor bir ihtimaldir.


Diğer bir ihtimalde yine muhabbet gayet güzel ilerliyordur, iki taraf da hayatın onların karşılarına çıkardığı bu hoş, farklı deneyimden memnundur. Kimse karşı taraf için net bir ifade kullanmaz, niyetler, fikirler zamana bırakılmıştır. Hoşlanan kişi için durum biraz daha zordur. Beraber paylaşılanlar, iyi giden muhabbet zaten sevmeye hazır olan kalbi iyice havaya sokar, heyecanlanır insan. Hoşlanılan kişi, ilk kendisi hoşlanmadığı için olsa gerek, ne duygular yaşanırsa yaşanılsın, ne paylaşılırsa paylaşılsın, duygularıyla hareket etmez, mantığı hep ön plandadır. Acele karar almaktansa sabırdan yanadır, zamana güvenir.

Bu ihtimalde iki farklı son vardır. Bir tanesinde olumlu gelişir her şey. Kafada olan soru işaretleri zamanla azalır, gün geçtikçe iki kişi arasındaki uyum artar. Sabrın sonu her iki taraf için de mutluluktur artık. Beklenilenler, duygular karşılığını bulmuştur.


Diğer son ise hüzünlüdür. Paylaşılanlar, muhabbetler, yaşanılan hatırı sayılır güzel anlar hoşlanılan kişinin bir dönem ilgisini çekse de onun kalbini kazanmaya yetmeyebilir. Güzel olan kısa deneyimi yaşayan kişinin önü açılmıştır artık. Farklı hedefler, farklı kişiler, farklı ortamlar daha mantıklı gelmeye başlar ona, ileride yaşayacağı tatminin bu yaşadığından daha fazla olabileceğine kanaat getirir. Hiç tamamen birleşmeyenler, tamamen ayrılırlar.


Hoşlanan kişi ise kalbini kaptırmıştır bir kere. İlk ayrılık zamanı onun için gerçekten çok acı vericidir. Uzun süre bu acıyı kalpten atabilmek mümkün olmayabilir. Zaman ilaç olur, yavaş yavaş acını atmaya başlarsın kalpten. Ama ne zaman onu görsen, onla ilgili bir şey duysan, bir güzel anı hatırlasan, acır kalbin inceden, hüzünlenirsin. Belki mucize olur da döner, gelir bir gün diye beklersin.

Sen beklerken, gün gelir, el ele biriyle tutuştuğunu görürsün veya haber alırsın. Anlık olarak çok büyük bir üzüntü duyarsın, inanmak istemezsin. Silersin onu o anda. Yine de ne zaman aklına gelse acıtmaya devam eder içini, unutmak zordur.


Evet, gençler, bir futbol blogunda bu yukardaki yazıyı yazdığımın farkındayım, içeri kafayı çekmeye gitmeyin, hemen giriyorum olaya.

İki yol var demiştik.

Birinci yola benim örneğim; Galatasaray ve Felipe buluşması. Adam eksiltmesi, ara pasları hala gözümün önünde, ama fazla muhabbeti attırmadan ayrılmamız gerekliydi, çabuk bitti. Daha bir sürü örnek verilebilir.

İkinci yolun en pozitif ihtimaline örneğim; Galatasaray ve Hagi buluşması. Sanırım Galatasaray için yaratılmış bir futbol efsanesiydi Hagi, Hagi için yaratılmış bir futbol takımıydı Galatasaray. (Hayat ve tarih o kişiler için beraber yazılmaya gayet müsaittir.)

İkinci yolun ikinci pozitif ihtimali için örneğim ( zamanla gerçekleşen sevgi) ; Galatasaray ve Mondragon buluşması. Sanırım Liverpool deplasman maçına kadar her iki tarafında kafasında soru işaretleri vardı, fikirler zamana bırakılmıştı. Şu an bizim için yeri doldurulamayan bir efsane, ebedi bir aşk Mondi.

İkinci yolun negatif ihtimaline vereceğim örnekler aslında bu yazının ilham kaynağı aslında. Emre Belözoğlu ve Franck Ribery. Bugün Bayern Münih maçının özetini izledim ve gerçekten bu Ribery’i görünce içim acıyor. Her Fenerbahçe maçında Emre’nin Hagivari driplinglerini görünce hüzünleniyorum. Ribery Bayern’le, Emre Fenerbahçe’yle imzaladıktan sonra aslında sildim ikisini de. Ama ne yapayım, gerçekten unutamıyor insan, hele onlarla çok güzel anlar yaşadıysa.

Bu örneklerden sonra durumlara bir daha bakmanızı tavsiye ederim, büyük ihtimal sizler de çeşitli örnekler bulacak, empati kuracaksınız.

Futbolun kendine özgü dünyasının bizlere hissettirdikleriyle, günlük hayatta yaşadığımız hisler çok benzer. Belki futbolu bizler için bu kadar çekici kılan detaylardan biri de bu.

28 Kasım 2010 Pazar

Derbi: Ufak Gerginlik Hali

Galatasaray’ın Beşiktaş’la oynadığı derbi maçlarını, Fenerbahçe’ye karşı oynadığı derbi maçlarından daha çok sevdiğimi söyleyebilirim.

Bu derbileri sevme nedenimi, “Fenerbahçe’ye karşı şansımız tutmuyor, Beşiktaş’a karşı şansımız tutuyor” gibi basit bir fikirle açıklamak niyetinde değilim (Bu fikrin doğruluğunu yalanlayacak da değilim.) Bu maçları asıl sevme nedenim, iki takımın da sahaya, futbolsuzluğa sebep olmayacak kadar rahat, aynı zamanda mücadeleyi izlenir kılacak kadar gergin çıkmaları olsa gerek.


Şöyleki GS-BJK maçlarında derbi söylemiyle motive olan kaliteli oyuncular en güzel futbollarını oynamaya çalışıyorlar. Taraftarlar sadece kendi takımlarını motive ederek, en azından maç oynanırken karşı takımı provoke edecek bir söylemde bulunmuyorlar.

Benim bu maçlardan aldığım zevke tamamen ters bir anlayışla, son yıllarda taraftarlar arasındaki konuşmalarda sıklıkla şu cümlelere rastlıyoruz: “Galatasaray – Beşiktaş derbilerinden zevk almıyorum, hiç derbi havası yok. Maç öncesi hiçbir heyecan duymuyorum.” Bu cümleler ne yazık ki futbol kültürümüzün hangi seviyelerde olduğunu özetliyor.

Bir kısım taraftarlar resmen gerginlik olmadığı için bu maçların derbi atmosferinden çıktığını söyleyip sitemde bulunuyorlar. Halbuki derbi maçlarından gerginlik beklemek, kendini futbolsever olarak tanımlayan birinin anlayışına ters gelir. Zaten bu güne kadar gerginliğin, oynanan futbola katkısı oldugunu görmedik.

Futbolda tabiki amaç gol atmaktır, galip gelmektir, şampiyon olmaktır. Elbette rakip takımlardan daha fazla gol atmak istersiniz, onları yenmek istersiniz, müzelerde kupalarınızın herkesten çok olmasını istersiniz. Futbola asıl heyecanı katan, mücadeleyi ve rekabetçi ruhu getiren, bu amaçların varlığı sonucu oluşan ufak gerginlik halidir.

Peki, biz taraftar olarak ne yapıyoruz? Bu maçlar vesilesiyle tuttuğumuz takımların büyüklüklerini kafamızda karşılaştırıyoruz. “Bu maçı yenerlerse bizden daha büyük olacaklar, bu sene şampiyon olurlarsa bizden daha büyük olacaklar, kupa sayısı olarak fark açılacak, armalarına yıldızı bizden daha önce alacaklar.” tarzında fikirler kafamızda birikiyor, taraftar olarak hırs ve heyecanı fazla fazla yaşıyoruz ve bu kafada futbolcuları sahada görmek istiyoruz. İyice geriliyoruz ve bu maçlardan kendi gerilimimizle orantılı bir gerilim bekliyoruz.

Bir kaç şeyi unutuyoruz, hatta maalesef futbol kültürü yoksunu olarak bilmiyoruz da diyebiliriz.

Derbileri derbi yapan takımların büyüklükleri, bu derbilerde gol yenilmesi, mağlup olunması veya sezon sonu şampiyonluğa ulaşılmaması sonucu değişmiyor.

Bu bilinçle, benim açımdan derbileri izlenir kılan, heyecanla o maçları beklememe sebep olan değerler, ezeli rakibimizi “bir şekilde alt ederken o heyecana tanık olmak” fikrinden son derece uzak.


Futbolu seven bir izleyici olarak, derbilerden zevk duymamı sağlayan öncelikli nedenin, “sahada oynanacak futbolun güzel olma ihtimalinin yüksek olması” olduğunu söyleyebilirim. Çünkü böylesi maçlarda her iki büyük takımın da onları büyük takım yapan futbol oynama geleneklerini ve felsefelerini birbirleriyle karşılaşırken görebilme şansı elde ediyoruz. Tarih boyunca her iki takımında şampiyonluk elde edebilmiş olmaları, futbolu öne doğru oynamak istediklerinin bir kanıtı sonuçta. Pozitif futbol kültürü olan iki takımın mücadelesi mutlaka keyifli olacaktır. Ayrıca sahadaki kaliteli oyuncuların varlığıyla doğru orantılı olarak oynanan futbolun kalitesinin diğer maçlara nazaran bir üst seviyede olacağını iddia etmek yanlış olmaz. Örneğin, bir Galatasaraylı olarak bu maç öncesi Quaresma’nın, Bobo’nun sakatlığına üzüldüğümü söylemeliyim. Beşiktaşlı olsaydım Arda ve Baros’un oynayamayacak olmasına üzülürdüm. Onların sahada olduğu bir maç mutlaka daha keyifli olurdu.

Bir başka açıdan, maç öncesi, sırası ve sonrası stadyumda, evlerde, kafelerde yaşanan atmosfer ve derbi günlerinin taraftarlar üzerinde yarattığı tatlı heyecan, en az derbiyi tuttuğum takımın kazanması kadar keyifli, derbilerden zevk almamı sağlayan faktörlerden yalnızca birkaçı.

Sanırım bu bilinçteki bir futbol kültürüyle Galatasaray – Beşiktaş derbilerinin son birkaç senedir derbi olmaktan çıktığını değil de son birkaç senedir gerçekten derbi olmaya başladığını görmek mümkün olacak. Umarım bugünkü maç de adına yakışır bir şekilde sadece futbol oynandığı, sadece futbolun konuşulduğu bir maç olur, bu maça derbi diyebilmek mümkün olur.

25 Kasım 2010 Perşembe

Yönetmenin Keyfine Kaldık

Futbol statlarının kapasitesi her geçen gün artıyor. Büyük bir maç varsa, yüz bin kişiyi rahatça ağırlayabilecek statlarda boş yer kalmıyor. Ancak, maçları ekran başında izleyenlere oranlarsak, stadyumdakileri bir avuç şanslı seyirci olarak tanımlayabiliriz. Ancak, ekran başında maç izlemenin de avantajları yok değil. Bahsettiğim şeyin koltukta yayılmakla, maç saatini ayakta beklemek zorunda olmayışla alakası yok. Asıl fark canlı izleyenlerin gözden kaçırabilecekleri küçük ayrıntıları yakalayınca, tüm pozisyonları en güzel açıdan izleyince ortaya çıkıyor. En önemli avantaj ise, her şeyi tekrar tekrar izleyebilme olanağına sahip olmak bence.


Ofsayt pozisyonunu, hakemin çıkardığı kartın rengini, penaltıyı vermeyişini tartışmak için yapılan tekrarlardan bahsetmiyorum. Söylemek istediğim şey futbolun güzelliklerini yansıtan, güzel bir golü farklı açılardan izleme şansı tanıyan, maç izlemeyi daha ilginç yapan tekrarların güzelliği. Burada maç yönetmenlerine çok iş düşüyor. 90 dakika boyunca maçtaki her ayrıntıyı yakalamak, daha sonra bunları ince ayarlar yaparak oyunun durduğu aralara yerleştirmek onların işi.


Günümüz teknolojisi sayesinde gol izlemek çok keyifli hale geldi. Sahadaki onlarca kamera sayesinde atılan golü her açıdan(bazen kuşbakışı bile) izleyebiliyoruz. Ancak eksiklik tekrarların genelde sadece son vuruştan ibaret olmasından kaynaklanıyor. Oysa top ağlara gittikten sonra bir-iki dakika boyunca futbolcuların gol sevincini izliyoruz. Daha sonra golü atan takımın başkanına, teknik direktörüne, seyircilerine, kalecisine zoom yapılıyor. Gol yiyen kalecinin acıklı bir bakışı denk gelirse onu da izliyoruz. Yani aslında gol pozisyonunu atağın başladığı noktadan itibaren izlemek için yeterli vakit var. Tüm gollerde atağı en baştan izleyelim demiyorum ama bazen başkana zoom yapmak için çok güzel hazırlık pasları güme gidiyor.

Bir maçı canlı izlerken çok keyif veren anlar olur. Bunlar gol ya da direkten dönen top gibi kameraların farklı açılardan çektiği, tekrar takrar yayınlanan pozisyonlar değildir. İnce bir pas, bazen kontrol edilmesi zor görünen bir pasın şık bir bilek hareketiyle yumuşatılması, çok farklı bir stille adam eksiltmek… bu keyifli anlara örnek gösterilebilir. Bu örneklerin ortak özelliği, hepsinin tahmin edilmesi zor, şaşırtıcı bir yaratıcılığın ürünü olmalarıdır. Bu pozisyonların bir diğer ortak özelliği ise genelde maç yönetmenleri tarafından ciddiye alınmamalarıdır. Yönetmen bey harika bir duvar pası kombinasyonunu tekrar göstermek yerine, genelde az önce yaşanmış faul’ü, ya da 5 metre farkla dışarı giden bir şut denemesini ekrana getirebiliyor. Bir de maç esnasında teknik adamlara, yöneticilere tribünde oturan bir ünlüye yapılan yakın çekimler var. Mesela iki hafta önceki River Plate-Boca Juniors maçında kontratağa çıkılırken, biz yere düşen futbolcunun yüz ifadesini izledik. Diğer tarafta hızlıca maç oynandığı için birkaç saniyelik bu görüntü bana dakikalar gibi geldi.

Son yıllarda yeni yapılmaya başlanan bir işgüzarlık daha var. Yıldız oyuncuya top gelince, ayaklarına zoom yapılıyor. Böyle olunca da ne maçtan ne de yapacağı hareketten hiç bir şey anlaşılmıyor. Geçen haftaki Portekiz-İspanya maçında, C.Ronaldo’nun çalımları sadece rakip oyuncuları değil, ayağına zoom yapan kameramanı da iki ayrı pozisyonda oyundan düşürdü. Oysa yapılması gereken, maç oynandığı sürece, ana maç kamerasının görüntüsünün ekrana getirilmesidir. Pilot kamera, bizim maçı her zaman izlediğimiz, sahanın yan tarafından bakarak geniş bir bölümüne hakim olan kameradır. Yani bildiğimiz, alışık olduğumuz maç kamerasıdır. Futbol bir takım oyunuysa, bu oyunun güzelliği sporcuların yaptıklarının bütünlüğünde gizliyse, maç izlenecek en güzel açı, en geniş açıdır. Ayaklara zoom yapan kameranın çektiği görüntüler, oyunun durduğu zamanlarda gereksiz ayrıntılar vermek yerine kullanılabilir. (Servet Çetin’in burnunu temizlemesinin tekrarını vermek nasıl bir ruh halinin ürünüdür?)
Sonuç olarak söylemek istediğim, maç yönetmenlerinin TV’de futbolu keyifli hale getirebilecekleridir. En kalitesiz maçlarda bile bazı oyuncular çok klâs hareketler yapabiliyor. Bu tür maçlarda, sinirlenen teknik direktör yerine bu pozisyonları izletmek futbol adına doğru hareket olur. Tv’de maç izlemenin daha zevkli olması yayın yönetmenlerinin maçları birer bahisçi gözüyle değil, futbolsever gözüyle izlemesinden geçiyor.

22 Kasım 2010 Pazartesi

My name is Şenol Güneş – 2

Geçen Çarşamba günü Hollanda – Türkiye maçını geride bıraktık. Hiddink bize bu maçta birçok yeni oyuncu sundu. Hepsi tanıdığımız ancak tam anlamıyla oyunlarının iyi ve kötü yanlarını ayırt edemediğimiz isimlerdi. Çoğumuzun aklında Nuri’nin uzun pasları, Selçuk İnan’ın topu rakibinden söktükten sonra olumlu kullanması, Burak Yılmaz’ın hayret verici şekilde ayağına gelen topları kaptırmayışı, Umut Bulut’un girdiği pozisyonlar, Serdar Kesimal’ın biz Türklerin alışmadığı şekilde daha çok orta saha oyuncusuna benzer topu oyuna sokuşları ve Engin Baytar’ın aldığı kısa sürede yarattığı heyecan kaldı. Kısaca son dünya ikincisine yenildik ama üzülmedik; aksine umutlarımız yeşerdi. Siz de dikkat ettiyseniz eğer, hafızamızda yer alan bu karelerin üçte ikisinin ortak bir özelliği var: Şenol Güneş’in eli her zaman sırtlarında.


Geçen haftalarda bir Şenol Güneş yazısı yazmıştık. Bu ülkenin şu an en güzel futbol oynayan takımının açık ara Trabzonspor olduğunu ve başındaki hocanın bunda yüzde yüz etkisi olduğunu söylemiştik. Bunun yanında, basın toplantılarında sanki Alex Ferguson’u izlediğimizi ve Türk teknik adamlardan bu yönüyle tamamen ayrıldığını ifade etmiştik. Sağolsun Şenol Güneş bizi hiç mahcup etmedi. Takımı şuan lider ve şampiyonluğun en büyük favorisi. Bize de olumlu anlamda malzeme vermekten geri kalmadı.


Şenol Güneş, Beşiktaş maçından sonra bir açıklama yaptı ve bizi şaşırtan şu ifadelere yer verdi: “Trabzonspor'da Teknik Direktör Şenol, Beşiktaş galibiyetine karşın bazı oyuncuların sergilediği performans ve maç içerisinde yaptıkları bencillikler yüzünden oldukça sinirli. Rakip kim olursa olsun alınan galibiyetten çok oynanan futbola dikkat ettiğini söyleyen Güneş, "Kazanmamıza rağmen çok yanlışımız olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Oyun güzelliğini bozduğunun farkında olmayan oyuncularımız var. Bunun farkında değiller ama yapıyorlar. Yeteneğini kullanmalısın ama ne yaptığını da bilmelisin. Maç kazanıp, kaybetmek çok önemli değil önemli olan yanlışları devam ettirmemek" diye konuştu.” Şimdi bu açıklamayı rica etsem bir daha okuyun. Bir takım teknik direktörü eğer çok ciddi bir özgüvene sahip değilse (Jose Mourinho, Arsene Wenger, Alex Ferguson gibi) bu konuşmayı futbolcularıyla Pazar günkü maçtan ancak 2 gün sonra antrenmanda sakin bir ses tonuyla yapar. Kendi sahanda böylesi önemli bir rakibine çok büyük bir çelme taktıktan sonraki basına karşı ilk açıklaman bu yönde oluyorsa şampiyonluk, başarı, zafer gibi kavramları çoktan hazmetmişsin ve onların gelmesini sadece bir kariyer başarısı olarak hanene yazılmasını bekliyorsun demektir. Arsene Wenger de Alex Ferguson da görebilecek neredeyse bütün başarıları gördükten sonra kafalarındaki mükemmele ulaşmak için bir yola girdiler. Bu yolun amaçladığı yer sadece kariyerlerine birkaç kupa daha eklemek olamazdı. Bugün ulaştıkları noktada; Manchester United soyunma odasına 2 veya 3 farklı yenik gittiğinde o maçın kesin dönmeyeceğini iddia edebilecek bir futbolsever yok. Ya da Arsenal’in bir maça çıkmadan önce o maçta kötü futbol sergileyeceğini tahmin eden bir yorumcunun futbol bilgisinden çoğumuz şüphe ediyoruz. Yaratılan bu değerlerin kariyerle, başarıyla bir ilgisi olmadığını karakterin ön plana çıkarıldığını düşünüyorum. İki teknik direktör de bu yolda bazı acılar çekti. Ama sahip oldukları özgüven ilk önce onları bu yola soktu daha sonra da bu yoldan başları dik bir şekilde çıkmalarını sağladı. Benzer bir özgüvenin şu an Şenol Güneş’te de oturmakta olduğuna inanıyorum.

Şenol Güneş’in belki onlar gibi bir yola girmeye; yani takım yaratmaya, karakter yaratmaya biraz daha zamanı var ama en azından futbolseverleri mutlu etmenin yollarını aradığını görebiliyoruz. Şenol Hoca eminim bu yönde kendini geliştirmeye devam edecek ve bizi de kendisini, takımını konuşmaya zorlayacak.

13 Kasım 2010 Cumartesi

Yine Taraftar

İnsan kendisi hakkında da yeni şeyler öğrenir ya bazen. Hangi takımı tutuyorsunuz sorusuna yıllarca böbürlenerek “GALATASARAY” demiş biri olarak, bu soruya son birkaç defadır “Arsenal” diye cevap verdiğimi fark ettim. Buna birkaç sene önce şakayla karışık başlamıştım. Arsenal’in maçlarını izlemekten çok keyif alıyordum, ancak taraftarlık boyutunun Galatasaray sevgisine yaklaşabileceğini tahmin etmemiştim. Durumun vahametini “Galatasaray Arsenal ile bir daha oynarsa kimi tutacaksın?” sorusuna cevap veremeyince kavradım. Bu iki kulüp arasında her hangi birine öncelik veremiyordum. Ne yazık ki bu dengenin, Arsenal taraftarlığımdaki artıştan değil, Galatasaray sevgimdeki azalmadan kaynaklandığını düşünüyorum. Her zaman gurur duyduğum Galatasaraylılığımdan, soğumak diyemem ama rahatsız olmaya başladım.


Bazı arkadaşlar bu düşüncelerimden dolayı “Gerçek Galatasaraylı” olmadığımı, son dönemdeki sportif başarısızlıklardan etkilendiğimi düşünebilirler ancak maalesef mesele o kadar basit değil. Hem sportif başarı arasaydım, 6-7 senedir her hangi bir kupa kazanamayan Arsenal’i değil, önüne gelene 6-7 atan Chelsea’yi desteklerdim. Ben, şampiyon olmasakta olur, yeterki Şampiyonlar Ligine gidelim diyen, o Çarşamba akşamları Şampiyonlar Ligi müziği eşliğinde sarı kırmızı formayla maça çıkacak olmanın heyecanını, şu anda yazarken bile tekrar hisseden bir Galatasaray taraftarıyım. Çünkü ben son şampiyon ünvanını taşısa da Inter’i değil, Milan’ı yakıştırdığım gibi, o turnuvaya başkasını değil sadece Galatasaray’ı yakıştırıyorum. Galatasaraylılık, Uefa kupasına sevindiğin kadar, Hagi gibi bir adamın bizim kulüpte oynayışına dünya gözüyle tanıklık etmiş olmaya da sevinmektir.

Büyük derbimizi canlı izlerken bile son derece objektif kalabilirken, bazı saha dışı durum ve olaylarda, Fenerbahçeli olmadığım için Allaha şükretmişliğim var geçmişte. Saha içinde tekil oyunculara, saha dışında şahıslara dayalı düzen; hataya tahammül edemeyen, oyuncusunu hem göklere çıkarıp hem yerden yere vuran, hatta kaptanına dayak atmaya kalkan bir taraftar grubu; oyuncusunun(Tuncay) saha içinde gülümsemesini futbolu sevmek değil de önemsememek olarak algılamak; teknik direktör değiştirmeyi tüm sorunların tek çözümü olarak görmek; sıkışılan her anda buz dolabından eski başarıları çıkarıp ısıtmak; Galatasaray’ı yenmenin dünyadaki en önemli şey olması; Avrupa kupalarındaki basiretsizlik ve bunu yerel başarıların ardına saklayan zihniyet; Fenerbahçe ile ilişkilendirdiğim davranış biçimleriydi bir zamanlar. Sarı-lacivertlilerin bunları yavaş yavaş aşıyor olması sevindirici. Üzücü olan ve yukarıdaki maddeleri tek tek yazmamın sebebi ise her birinin günümüz Galatasaray’ında karşılık buluyor olması.


Hagi futbolu bıraktığı günden beri onlarca 10 numara harcamak; büyük kaptan dediğimiz adamı, teknik direktör sıfatıyla yuhalayabilmek; tribünlerin çok sevdiği yöneticinin gizli kapaklı istifa etmesi; Lincoln’ün soyunma odasında hırpalandığı iddiaları; yeni Metin Oktay’ımız diye göklere çıkardığımız çocuğu, sırf eğlenmesini bildiği için ezmeye çalışmak(Ali Sami Yen’de kaptanlık pazubandı kolundayken); Rijkaard’ın arkasındayız açıklamasının mürekkebi kurumadan, adamı apar topar göndermek; iki buçuk sene içinde 6. teknik direktörü getirmek; Uefa kupası hacim olarak en büyük kupa da olsa arkasına saklananların artık taşıyor olması; Fenerbahçe beraberliğine neredeyse sevinecek olan garip insanlar(itiraf ediyorum sevindiler, meşale bile yaktılar); bırakın salı ve çarşambayı, perşembe günleri bile Avrupa maçımızın olmayışı; tüm umutların yeni stada, yani bir binaya bağlanmış olması… beni kahrediyor.


Hep bir sebep bulmaya çalışmışımdır; Neden Inter, Chelsea, Fenerbahçe… kendi liglerinde son derece başarılıyken Avrupa’da hep başarısızdır? Milan, Manchester United, Galatasaray… yerli ligde başarılı olmasalar bile Avrupa Kupalarında her zaman dik durabilmelerini ne sağlıyor? Yönetimler değişiyor, teknik ekipler değişiyor, futbolcular değişiyor. Değişmeyen, o kulübün taraftarı kalıyor. Yani cevabı hep taraftarın içinde saklı buldum ben. Şu andaki yönetimin, futbolcuların doğru insanlar olmadığı çok açık da olsa aynı şekilde Galatasaray’daki bozulmanın da taraftarın içinde saklı olduğunu düşünüyorum.


İmparator(!) sağolsun, futbolda motivasyonun(daha doğrusu gaz’ın) önemini biliyoruz. Yeni stadın da gazıyla Galatasaray şampiyon bile olabilir bu sezon. Ama bu, işlerin daha iyiye gideceğini göstermez. Başarısız birkaç sezon geçirmeye üzülmüyorum, hatta seviniyorum ben. Belki sportif başarısızlık sayesinde içimizdeki skor taraftarları azalacak, elenecek, gerçek Galatasaraylılar süzgecin üzerinde kalacaktır.

9 Kasım 2010 Salı

Taraftar Farkı

Arda Turan, birkaç hafta önce sakatlığı için yapılan ilginç(!) yorumlar hakkında bir röportaj vermişti. Bu röportaj üstüne yazacak çok şeyim vardı ancak Galatasaray’ın teknik direktör krizi araya girince, bir de derbi haftası olunca unuttuk gitti. Sivasspor maçında yaptığı hata, Beşiktaş tribünleri tarafından anında affedilen Necip’i görünce tekrar aklıma geldi. O da Arda gibi takımının bayrak oyuncusu olarak ilan edilecek, aynı olmasa da benzer yollardan geçecektir.

Yukarıda bahsettiğimiz röportajı izlemişsinizdir. Röportaj sonrası sıcağı sıcağına aşağıdakileri karalamıştım: Arda’nın yine yapacağını yaptı. Kendi işini kendi gördü. Onu bir türlü koruyamayan Galatasaray yönetiminin yıllardır yapamadığını beş dakikalık bir konuşmayla halletti. Futbola ilgisi olan veya olmayan herkes Arda’nın şımarıklığı, tavırları, eskisi kadar iyi oynamadığı, kız arkadaşıyla ilişkisi, amatörlüğü hakkında yorum yapıyordu. “Arda Turan yetenekli ama bence ahlaklı değil o yüzden iyi futbolcu değil” diyenler, futbol konuşurken Sinem Kobal’ın oyunculuğunu yetersiz bulduğunu belirtenler, bu güne kadar 2-0’dan maçı 2-3’ye hiç çevirmediği için yıldız sayılmayacağını savunanlar, yani Arda hakkında türlü türlü şaklabanlıklar dinledik. Tüm bu haksız yargılar, Arda’nın röportajı sonrasında silindi. Arda’yı “artis” bulduğu için sevmediğini ifade eden Fenerbahçeli arkadaşlarım, gözleri yaşaracak kadar dolmuş Arda’yı konuşurken görünce haksızlık edildiğini söylemeye başladılar. Aziz Yıldırım bile üşenmeyip, Arda’ya hak verdiğini açıkladı. Yani Arda kendi başına herkesin sevgisini kazandı. Kendisini kaptan yapan, 10 numarayı veren, her sıkıştığında Metin Oktay ismini kullanıp Arda’yı da bunlara alet eden ancak hiçbir zaman arkasında duramayan yönetim’in beceremediğini yaptı. Bir kısım Galatasaray taraftarı ise tekrar maganda hallerine büründü. Arda için protesto yapacaklarını duyurdular. Ne yazık ki aynı taraftar grubu geçen sene Arda’yı sinemaya gittiği için protesto edip kalbini kırmıştı. Maalesef bir Galatasaray kaptanı Ali Sami Yen Stadyumunda yuhalanmıştı. Arda, en güvendiği dayanağı olan “taraftar” tarafından aşağılandı.

Arda’nın açıklamalarını dinleyince ister istemez medyayı, yönetimi, Erman Toroğlu kişisini suçlu buluyor insan. Ancak ben asıl kabahatin Galatasaray taraftarında olduğunu düşünüyorum. En çok taraftarın homurdanmasına üzüldüğünü söyleyen, tribünleri ailesi gibi gören, gerektiğinde en fanatik Galatasaray taraftarı kadar amatör davranan biri için Ali Sami Yende yuhalanmak çok zor olsa gerek. (Okumadıysanız, Arda Turan’ı tanımak adına Tamsaha Dergisine verdiği röportajı öneririm. Şurada okuyabilirsiniz.)

Yozlaşan Galatasaray tribünleri, benim için bütün sportif başarısızlıklardan daha üzücüdür.Herhangi bir Galatasaraylı futbolcu, üzerinde hissettiği baskıyı açıklamalar yaparak değil, sırtını taraftarına yaslayarak atlatabilmelidir.

Necip’i alkışlayan Beşiktaş taraftarını görünce, Arda’yı yuhalayan Galatasaray taraftarları yüzünden utanıyorum. Beşiktaş taraftarı da şimdiden Necip’i bayrak adam olarak işaret etmeye başladı. Necip, gerçekten bu taraftar sevgisini hak edecek potansiyelde bir oyuncu. Günümüzün en popüler mevkisi olan iki yönlü orta saha oyuncusu olarak gelecek vaat ediyor.
Şu andaki oyunu için tam anlamıyla iki yönlü orta saha diyemeyiz ancak bunun için gösterdiği çabayı inkâr edemeyiz. Pres yaparkenki kambur duruşu, top ayağındayken tam olarak istediğini gerçekleştiremese bile dikine oynamaya çalışması, taraftarın gönlünü fetheden özelliklerden sadece birkaç tanesi diyebiliriz. Zaten Necip’in en çok sevilen yanı olarak, verdiği üstün mücadele arzusu gösteriliyor. Umarım Necip, üzerinde kurulacak olan baskıyı, arkasında her zaman hissedeceği taraftar desteğiyle atlatır. Umarım Necip üzerindeki baskılardan kurtulmak için çareler aramak yerine sırtını en güvendiği yere yaslayıp, tüm enerjisini oynadığı oyuna harcayacaktır.

Beşiktaş taraftarı Necip’i o kadar çok seviyor ki, genç futbolcunun sırtının kolay kolay yere gelmeyeceği aşikâr. “Hadi çocuk” deyişlerinde hepsinin Necip’i kardeşi gibi gördüğünü; medya, yönetim, her türlü boşboğaz insan ne yaparsa yapsın ona her zaman ağabeylik yapacaklarını hissediyorum.

28 Ekim 2010 Perşembe

Topsuz Hücum, Topsuz Defans

Geçtiğimiz Fenerbahçe – Galatasaray derbisi, Kadıköy’de yıllardır süregelen alışılmışlıkların dışında oyun olarak zevk veren, futbol dışı gerginlikten uzak, UEFA’nın RESPECT sloganına yakışır bir derbi oldu.


Premier Lig standartlarında, futbolun yeni doğrularının sahada bir nebze uygulanmaya çalışıldığı, taktik ve fizik kalitesi yüksek bir maç izledik. Ofansif ve defansif futbol anlayışları hakkında yeni fikirler üzerine kafa yormamızı sağlayacak bazı örneklere rastladık.

Daha önce yazılarımızda hep topa değer veren ve göze hoş gelen oyun oynayan takımların (Arsenal ve Barcelona gibi) ofansif yaratıcılıklarından örnekler verip, ofansif anlayışlarını, sadece top ayaklarındayken uygulamaya çalıştıkları felsefe ile açıklamaya çalışmıştık. Hatta ofansif anlayışlarıyla birlikte defansif anlayışlarının da en temel fikirlerinden birinin “topa olabildiğince sahip olmak” olduğundan bahsetmiştik.

Ancak, bir takımın genel anlamda nasıl bir futbol anlayışına sahip olduğunu anlamak için, yalnız top ayaklarında iken değil, top rakipteyken de ne yapmaya çalıştıklarını gözlemlemek gerekiyor. Çünkü ayağına topu alan her takım, gol atmak için zaten etkili veya etkisiz bir ofansif düşünce ortaya koymaya çalışıyor. Hâlbuki topu kaybeden takımın, topu tekrar kazanana kadar geçen zaman diliminde “kale direkleri arasına topu sokmak” gibi net bir amacı yok. Bu yüzden takımın bu sürede saha içerisinde ne yapabileceği hakkında elinde birkaç seçenek var.

Örneğin bazı teknik direktörler top karşı takıma geçtiğinde, takımlarının, topluca topun arkasına geçip, saha içinde uygun pozisyonu alması seçeneğini benimserler. Bu felsefede kilit nokta, rakip takıma oyun oynayabileceği, topu gezdirebileceği, oyuncuların bireysel yeteneklerini sergileyebileceği herhangi bir alan bırakmamaktır. Bunu sağlamak için futbolculara öğretilmesi gereken pozisyon bilgisidir. Böyle bir sistemde, rakip takımın kendine göre 1. veya 2. bölgede yapacağı pasların, oynadığı oyunun, topa sahip olmayan takım için pek bir öneminin olmadığı söylenebilir.

Diğer seçenek ise top sizde değilken bile rakip takıma ofansif anlayışınızı hissettirebildiğiniz bir anlayışa dayanıyor. Forvet oyuncularından başlayarak, topun yönüne doğru hareketlenip pozisyon alan oyuncular, rakip takımın yarı sahasında baskı kurarak, topu olabildiğince çabuk bir şekilde kapmak amacını güdüyorlar. Bu felsefede aslında oyuncular alanları kapatmıyorlar(klasik pres anlayışından farklı), sahada top yapılabilecek alan var. Yapılan şey, henüz hazırlık paslarını yapan rakip oyuncuları yakın karşılayıp, bu oyuncuları çabuk ve dolayısıyla yanlış karar vermeye sevk etmek ve zaman zaman da agresif bir anlayışla birden rakip alanda çoğalarak, topu rakip takım oyuncusunun ayağından çalabilmek.

Bu iki topsuz oyun seçeneğini de hakkını vererek uygulayabilen takımların başarılı olma ihtimalleri oldukça yüksek. Ancak güzel, göze hoş gelen futbolu benimseyen bir futbolsever olarak topun tuttuğum takımda olmadığı zamanların kısa olmasını isterim, bu yüzden topun bir an önce kapılması fikrine dayanan “rakip sahada baskı” fikrini destekleyen futbolseverlerden biriyim. Ayrıca, bu sistemde top sizde değilken bile gösterebildiğiniz ofansif anlayış ve agresif duyguların futbola keyif kattığını düşünüyorum.


Pazar günkü derbide Hagi’nin kurguladığı baskı sistemi ikinci örneğe yakındı. Sarı kırmızılı oyuncuların yıllardır aşamadıkları “Fenerbahçe mağlubiyeti?” problemine top ayağındayken oynadığı ofansif oyunuyla değil, top ayaklarında değilken oynadığı ofansif oyunla çare bulmaya çalıştı. Topa sahipken ne kadar iyi oynarsa oynasın Fenerbahçe’yi yenebileceğine bir türlü inanamayan oyuncular, bu düsturu sistemli bir topsuz oyun anlayışı sayesinde aştılar.

Galatasaray, Fenerbahçe’den hep daha göze hoş gelen ofansif futbol oynamasına rağmen 10 senedir neden Kadıköy’de maç kaybettiği sorusu için belki ilk defa doğru cevabı Hagi’yle birlikte buldu. Pazar günü top ayağındayken 10 senedir yaptığını yaptı Galatasaray. Top ayağında değilken ise 10 senedir yapamadığı doğruları yaptı. Komple ofansif bir sistemle oynamaya çalıştı. İşte bu yüzden galibiyeti kaçırdı, 11 sene sonra ilk puanı aldı.

22 Ekim 2010 Cuma

Cepten Yemek


Fenerbahçe ve Beşiktaş yönetimi elele verip Galatasaray’ı zor duruma düşürmeye çalışsalar, bu işte Adnan Polat yönetimi kadar başarılı olacaklarını sanmıyorum. Son teknik direktör krizinin de derbi haftasına denk gelmesiyle birlikte, gerektiğinde işleri ne kadar zor hale getirebileceklerini de görmüş olduk. Banu K. Yelkovan, Rijkaard’ın yerine getirilecek yeni “kurban-kurtarıcı” için Galatasarayda yaşanan karışıklığı fıkra tadında özetlemiş yazısında: “Futbol kulislerinde Hikmet Karaman-Tugay Kerimoğlu, Hikmet Karaman-Hakan Şükür, Hagi-Hakan Şükür, Hakan Şükür-Tugay Kerimoğlu, Fatih Terim-Tugay Kerimoğlu isimleri ikili kombinasyonlarla dile getirildi. Hatta kulübede Hagi-Tugay Kerimoğlu, yardımcıları Hasan Şaş ve Ergün Penbe, sportif direktör olarak Hakan Şükür’ün ekip olarak gelecekleri konuşuldu. Yedek kulübesine UEFA Kupası’nın konup konmayacağı bu yazı yazıldığı sırada henüz netlik kazanmamıştı.”

Sanırım Galatasaray yönetimleri tarafından yıpratılmayan bir tek Ergün Penbe kalacak elimizde. Onu da önümüzdeki sezon sonunda kullanıp yitireceklerdir. Rijkaard’ın yerine kim gelirse gelsin kısa vadede başarısız olacağı için günü kurtarmak adına elinden gelen her şeyi yapan bir Galatasaray yönetimi ve bu yolda harcanan Galatasaray değerlerinin kısa filmini izledik hafta boyunca. Tüm bunların üstüne olası bir Kadıköy galibiyeti, küflenmiş ekmeğin üstüne sürülmüş bal-kaymak gibi olacaktır ne yazıkki. Hagi’nin bu şartlarda görevi kabul etmesinin sebebini ayrıca merak ediyorum. Birkaç ihtimal var: Yoğun Galatasaray sevgisi, futbol aşkı, tatlı Kadıköy galibiyeti ihtimali ya da maalesef Hagi’ye gelen başka teklif olmayışı. Bana en yakın gelen ihtimal E şıkkı, hepsi.

Galatasaray’ın bir başka kahramanı Fatih Terim’in ise gelen teklifi reddetmesine ne kadar sevindiğimi anlatamam. Belki cicili bicili ismiyle motivasyon dediğimiz üstün yeteneğini kullanarak bizi düzlüğe çıkarmaya en yakın adaydı ancak “gaz” ile çalışan bir takımım olsun istemiyorum. İmparator da olsa, bize harika günler de yaşatmış olsa, futbol dehasının 90’lı yıllarda sıkışıp kaldığına inanıyorum.


Hagi’nin teknik direktörlüğünü beğenmeyenler olacaktır. Ancak ben, Hagi’nin teknik direktörlüğü hakkında yorum yapma hakkını kendimde görmüyorum. Zaten Hagi’nin teknik direktörlüğü ile ilgili yorum yapmak için elimizde önyargıdan başka ne varki. Hagi de çoğu büyük futbolcu gibi o çok tanıdık “her iyi futbolcu iyi teknik direktör olamaz” düsturunun kurbanı oluyor her seferinde. Halbuki Hagi’nin teknik direktörlük kariyeri, yetersiz olduğunu iddia etmek için yeterli uzunluğa bile sahip değil. Belki Hagi’nin son denemesi olacak, belki bir daha Türkiye’ye adım atmayacak ya da belki Galatasaray, Hagi için futbolculuk kariyerinde olduğu gibi teknik direktörlük kariyerinin de zirvesi olacak. Belki “Gica” büyüsü bozulacak ya da futbolculuğuna yaraşır günler yaşayacak. Henüz bunları konuşmak için çok erken. Biz Hagi’yi görünce yüzünde gülümseme oluşan bir taraftar topluluğuyuz. Biz Galatasaray taraftarı olarak yönetim bu adamları ne kadar yıpratmaya çalışırsa çalışsın Hagi Ve Tugay’ı yıpratmamalıyız.


Rijkaard geldiğinde, Bülent Korkmaz’ın apar topar gönderildiğine üzülürken bir yandan da bu sefer gelen Hollandalı’nın yüksek kredisi olmasına güvenip, kolay kolay tükenmeyeceği için güçlü bir Galatasaray beklentisi içine girmiştim. Şimdi bambaşka ikilemlerim var. Bir yandan Rijkaard’ın gitmesine, başarıyı yakalamadan ayrılmasına üzülüyorum. Bir yandan da onu fazla rahatsız etmediğimize, bir kaç çatlak ses dışında teknik direktörlüğüne fazla yorum yapılmadan ayrılıyor olmasına seviniyorum. Hagi gibi bir değerin bile sezon sonunda kovulabileceği ihtimalini düşünüp, korkuyorum. Yinede her zamanki gibi hep beraber, Ay lav yu Hagi!

15 Ekim 2010 Cuma

Görünen Köy Kılavuz İstemez

Öyle bir milli futbol takımımız var ki Almanya’ya kaybedince ulus olarak derin bir üzüntüye bürünüyoruz, Azerbaycan’a kaybedince yine ulus olarak hep bir ağızdan “Görünen köy kılavuz istemez”, böyle olacağı belliydi diyoruz.


Aslında 2002 Dünya Kupası’nda üçüncülüğü elde etmemizi normal gören, dünya kupasını alamayışımıza sinirlenen ve üzülen, bu dünya kupasının ardından 2 tane uluslar arası büyük turnuva kaçırmamızı normal karşılayan(!) ve ardından gelen 2008 Avrupa Şampiyonası’nda alınan yarı final başarısını yetersiz gören zihniyetin de yine aynı futbolsever halkımıza ait olması gerçeği, sanırım ilk paragrafta belirttiğim, bu 5 günlük periyottaki ruh halimizin, yaklaşık 8 senedir değişmediğini gösteriyor.

Günlük hayatta işleyişini, yapılışını, sistematiğini öğrendiğimiz, keşfettiğimiz, bir anlamda doğrularını elde ettiğimiz her işin, bu doğruları uygulamaya koyduğumuz anda, bir sıçrayışta olgunlaştığını gözlemleyebiliriz. Ne zamanki işi daha verimli ve etkili kılacak bir plan yaparız ve bu planı kendi farklılıklarımız ve yaratıcılığımız doğrultusunda düzenleriz, ancak o zaman bu işte bir başarı elde etmemiz mümkün olur.

Türkiye futbolun doğrularını Jupp Derwall ile öğrendi. Bir plan yapıldı. Zaten teknik kapasitesi yüksek olan Türk futbolcular, sıcakkanlı yaratılışlarını “alan daraltarak hücum pres yapmak” üzere kullanıp biri kulüp düzeyinde biri de milli takım düzeyinde iki büyük uluslar arası başarı elde ettiler.

2002 Dünya Kupası’nda elde edilen üçüncülük, yaklaşık 20 yıl önce yapılan planın zirve noktasıydı. Belki dünya kamuoyu bizim bu başarımıza şaşırdı, ancak milli takımının bir plan doğrultusunda ilerlediğinin farkında olan Türk halkı, kupayı alamayışımıza üzüldü, üçüncülüğe kimse fazla sevinmedi.

Ben Türk halkının o zamanki başarı karşısındaki vakur tepkisinde, Türk futbolunda bir planın var oluşunun önemli etkisi olduğunu düşünüyorum. Yine 8 sene içerisinde elde edilen başarılar ve başarısızlıklar karşısındaki Türk halkında gözlemlenen ironik ve heyecanlı tepkileri bir planın var olmayışına bağlıyorum.


Mesela 2008 Avrupa Şampiyonası elde edilen yarı final başarısına rağmen bu başarının plansız olduğunu gösteren birçok örnekle doluydu. Teknik direktör Fatih Terim şampiyonadan 2 hafta önce sahadaki dizilişimizin(!) turnuvada 4-3-3 olacağını açıkladı. Bu turnuvaya gelene kadar, herhangi bir resmi veya hazırlık maçında denenmemiş bir dizilişle büyük bir turnuvada sahaya çıkmak, plansızlığın ne ölçüde olduğunu açıkça gösteriyordu. EURO 2008’de milli takımın açık ara en değerli oyuncusunun(Arda), turnuvanın ilk maçında Portekiz’e karşı oyuna bile alınmayışı yine plansızlığa güzel bir örnek teşkil ediyordu. Alman milli takım hocası Löw’ün yarı final maçı öncesi, “Türkiye’ye karşı önlem alamıyorum, çünkü bugünkü maça kadar hangi sistemle, ne oynadıkları konusunda bir fikir edinemedim.” açıklaması da plansız olduğumuzun bizden olmayan biri tarafından dile getirilmesi açısından önemliydi.

Sanırım ülke olarak başarılar veya başarısızlıklar karşısında makul tepkiler gösterebilmemiz için ve dünya futbolunda şu an olduğumuz yerden daha saygın bir konuma yükselebilmemiz için, “ne zaman ne yapacağı kestirilemeyen” bir milli takımdan ziyade “ne zaman ne yapacağı belli olan” istikrarlı bir milli takım oluşturmamız gerekiyor.

Bunun için de “günümüz futbolunun Derwall’i” Hiddink bizimleyken futboldaki yeni doğruları öğrenmemiz ve bir plan yapmamız gerekiyor.

Bu doğruları öğrenme yolunda 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası’na veya 2014 Dünya Kupası’na gidemezsek, ancak bir plan yaptığımız hissiyatı oluşursa, 2016’da elde edeceğimiz büyük başarının ardından vakur bir Türk halkı bulabileceğinizden emin olabilirsiniz.

8 Ekim 2010 Cuma

My name is Şenol Güneş – 1

Ne yalan söyleyeyim milli takımın başındayken Şenol Güneş'ten pek hoşlanmazdım. Neredeyse her zaman giydiği takım elbisesi, basit ve sade görüntüsü, İstanbul Türkçe'sini tam kavrayamayışı ve başarıyı sahiplenmeyen özgüvensiz duruşu çok hoşuma gitmezdi. Ülkesinin milli takımını ilk defa (yardımsız) Dünya kupasına götüren ve orada kimsenin beklemediği bir yarı final yapan bir teknik direktör olarak, ihtişamdan yoksun tarafı karizma eksikliği olarak yorumlandı basınımızda. Nadiren katıldığım basınımızla fikir birliğine varmıştım. Tabii bizim gibi Fatih Terim'e, Mustafa Denizli'ye, Lucescu'ya alışkın adamları böyle pejmürde görünen bir lider tatmin edemezdi. Olmadık da zaten. Letonya'ya elenişimizden sonra bütün basın sadece ona yüklendi. Hiç itiraz bile etmeden istifasını verdi. Aralık 2004'te bir kez futbolcu, iki kez de teknik direktörlük yaptığı Trabzon'un başına yeniden geçti. O sezonu ikinci tamamladı ve ertesi sezon kısa süreli kötü gidiş işini kaybetmesine yol açtı. 4'üncü Trabzon macerasından sonra onun hayatını bence tamamen değiştiren bir Güney Kore deneyimi yaşadı.


Şenol Güneş Aralık 2009'dan beri tekrar gündemimize girdi. 7–8 ayda “Bu ligin göze en hoş gelen futbolunu oynayan takımı Trabzonspor” cümlesini kafalarımıza yerleştirdi. Şenol Güneş takımın başına geçmeden önce Trabzon'da herkes onu ve Fatih Tekke'yi kurtarıcı olarak görüyordu. Niye onları kurtarıcı olarak gördüklerini de pek anlamıyordum. İkisi de belli bölümlerde başarılı olsa da sonuçta biri üç kere kovulan bir teknik direktör, diğeri arkasından hakaretler edilerek yollanan golcüydü. Kendimi Şenol Güneş'in yerine koyduğumda “Böyle bir ortamda çalışmayı kabul etmezdim” diyorum. Şunu öğrendim ki: O sandığımdan daha cesurmuş ve gerçekten de bu kadar baskının arkasında sinmeyecek kadar dik duruşluymuş.


Şenol Güneş'in oynattığı güzel futbolun yanısıra kendisine de bir şeyler kattığını basın toplantılarından görmemiz mümkün. Artık Trabzonspor'un basın toplantılarında sanki yabancı bir hoca varmış da, o konuşuyormuş gibi geliyor; ( 5 Ağustos 2010'daki basın toplantısından bir pasaj) Basın mensuplarının Trabzonspor'un transfer konusundaki eksikliği ile ilgili soruya Güneş, “Transferde eksiklikler var bu doğru, ancak lig yarışında iyi transferler yapmak iyi oyuncu kadrosu kurduğunuz anlamına gelmez. Transfer bilincinden daha ziyade takım bilincinin olması önemlidir" dedi. Böyle bir açıklamayı hangi Türk teknik adamdan duydunuz şimdiye kadar? Bir yarışma programında bu açıklamayı kim yapmıştır diye bana sorsalar “Arsene Wenger veya Alex Ferguson söylemiştir” derdim. Bizim teknik adamlarımızdan genelde “İstediğim transferler yapılmadı. Ben İtalyan oyuncuyu istememiştim, ben Cezayirli'yi istemiştim. Transfer konusunda çok geciktik.” (bkz şekil 1 A: Rıza Çalımbay) gibi açıklamalar gelir. Şenol Hoca transfer sezonun sonunda ve Liverpool'a elendikten sonra yine şöyle bir açıklama yaptı : “UEFA Avrupa Ligi'nde bir tur sonunda elendik. O lige kalamadık. Beklentilerimizi büyük olduğu bir ligdi. Bir yıl çalışıyorsunuz ve bir yıl sonunda bu hedefe ulaşıyorsunuz. Tekrar oraya gelebilmek için bir yıl daha çalışmak gerekiyor.” Çoğu teknik adam başarısız olduğunda sakatlardan veya oyuncularının istediğini yapmadığından bahseder. Azınlıkta olan bir grup ise daha çok çalışmaları gerektiğini söyler. Şenol Güneş burada çalışmanın öneminden bahsediyor. Ve yine aynı röportajda bizi şaşırtan bir şeyler daha söylüyor: “Fatih Tekke Beşiktaş'a gitti. Fatih' in başarılı olmasını isterim ancak Beşiktaş'ın başarılı olmasını istemem.” Bu da hiç alışık olduğumuz bir açıklama değil. "İki tarafa da hayırlı olsun" deyip konuyu kapatmak yerine açık sözlülükle rekabet duygusunu öne çıkarıyor.

Şenol Güneş hem takımıyla hem açıklamaları ile ligimize renk katıyor. Onun bu gelişimine saygı göstermemek olmaz. Yaptığı güzel ve değerli açıklamalar yukardakilerle sınırlı değil, eminim bunun devamı gelecek ve bizde yazmaya devam edeceğiz.

3 Ekim 2010 Pazar

Formsuz Yıldızlar

Yıldız oyuncular futbolun güzelliğini, kalitesini, seyir zevkini artırır. Dünya çapında ünlüdürler, herkes maçtan çok onları izlemek ister, onların oynamaması bir futbolsever için hayal kırıklığıdır. Ancak bir yıldız oyuncunun her zamanki performansının sergileyememesi oyunda bulunmamasından daha fazla hayal kırıklığı yaratabilir.
Bir futbolcunun maça psikolojik olarak hazırlanması ile fiziksel olarak hazırlanması arasında dağlar kadar fark vardır. Aynı futbolcunun tamamen motive olmuş hali, fiziksel olarak hazır halinden daha yararlı olabilir. Örneğin tekdüze oynanan sıkıcı bir maçta, ( 0–0 bitmesi muhtemel olan bir maç) kendi kalesine gol atan bir futbolcu için tüm takım o anda seferber olup maçı alabilir. Oysa o futbolcu hata yapmasa o maçta galip gelmek kimse için o kadar da önemli değildir. Bir de bunun tam tersini göz önünde bulundurmak lazım. Hata yapan bir futbolcu strese girip hata üstüne hata yaparsa sonuç felaket olur. Burada teknik direktör faktörü devreye giriyor. Oyuncularını her yönden iyi tanıyan bir teknik adam, duygusal bir futbolcu ile tamamen profesyonelleşmiş bir futbolcu için aynı kararları vermemeli.

Maç esnasında yapılan bir hata motivasyonu anlık olarak etkileyen sebeplerden biridir. Bir de maç dışında gelişen sebepler vardır. Bunların etkisi bazen bir sezon boyunca sürebilir. Böyle psikolojik sebeplerden dolayı yaşanan form düşüklüklerinde, futbolcu ne kadar yetenekli olursa olsun, isteneni veremez. Bir teknik direktör yıldız oyuncusu için “bu adamın ölüsü yeter” diye düşünüyorsa o futbolcunun kariyerini etkileyecek hatalar yapabilir. Formunda olmayan bir yıldız oyuncu, eksik performansı ile hala takımın geri kalanından daha fazla fayda sağlıyor olabilir. Ancak bu adamın bu şartlarda sürekli oynatılması(özellikle duygusal bir yapıya sahipse) iyice formdan düşmesine, eski performansını bir daha sergileyemeyecek hale gelmesine sebep olabilir.
Karşı karşıya kaldığı her pozisyonu gol yapan bir forvet oyuncusu, gol atamamaya başlayabilir. Önce pozisyonların bir kısmını kaçırır, daha sonra sadece yarısını gole çevirebilir hale düşer, en sonunda çok gol kaçıran bir oyuncuya dönüşür. Teknik adam bu süreç içerisinde tüm iyi niyetiyle bu futbolcuya şans vermeye devam eder, çünkü oyuncunun gerçek performansını yakalayıp eski günlere dönmesini bekliyordur. Ancak kötü oynamaya devam eden birine sürekli şans vermek bu oyuncuyu yıpratabilir. Bu oyuncunun psikolojik formsuzluğunu atlatma sürecini kulübede geçirmesi hem takım adına hem de kendi kariyeri adına daha iyi sonuçlar verecektir.


İstatistiksel olarak kariyerinin her sezonunu başarılarla geçirmiş, hiç sorun yaşamamış bir oyuncu bulmak çok zor(1994 yılında 22 yaşındayken “en iyi genç oyuncu” ödülünü alıp 2006’da futbolu bırakana kadar her sezona en az bir ödül sığdıran Zinedine Zidane hariç).
Bu nedenle form düşüklüğü yaşayan oyuncuları yıpratmadan, onlara kötü futbol oynama stresini yaşatmadan, sorunlarını en aza indirmeye çalışmak gerekiyor. Yıllarca yıldız oyuncu muamelesi görmüş, takım arkadaşlarından saygı ve güven kazanmış olan bir insan bir anda sıradan bir oyuncuya dönüşeceğine, bu dönemini dinlenerek atlatabilir.