28 Kasım 2010 Pazar

Derbi: Ufak Gerginlik Hali

Galatasaray’ın Beşiktaş’la oynadığı derbi maçlarını, Fenerbahçe’ye karşı oynadığı derbi maçlarından daha çok sevdiğimi söyleyebilirim.

Bu derbileri sevme nedenimi, “Fenerbahçe’ye karşı şansımız tutmuyor, Beşiktaş’a karşı şansımız tutuyor” gibi basit bir fikirle açıklamak niyetinde değilim (Bu fikrin doğruluğunu yalanlayacak da değilim.) Bu maçları asıl sevme nedenim, iki takımın da sahaya, futbolsuzluğa sebep olmayacak kadar rahat, aynı zamanda mücadeleyi izlenir kılacak kadar gergin çıkmaları olsa gerek.


Şöyleki GS-BJK maçlarında derbi söylemiyle motive olan kaliteli oyuncular en güzel futbollarını oynamaya çalışıyorlar. Taraftarlar sadece kendi takımlarını motive ederek, en azından maç oynanırken karşı takımı provoke edecek bir söylemde bulunmuyorlar.

Benim bu maçlardan aldığım zevke tamamen ters bir anlayışla, son yıllarda taraftarlar arasındaki konuşmalarda sıklıkla şu cümlelere rastlıyoruz: “Galatasaray – Beşiktaş derbilerinden zevk almıyorum, hiç derbi havası yok. Maç öncesi hiçbir heyecan duymuyorum.” Bu cümleler ne yazık ki futbol kültürümüzün hangi seviyelerde olduğunu özetliyor.

Bir kısım taraftarlar resmen gerginlik olmadığı için bu maçların derbi atmosferinden çıktığını söyleyip sitemde bulunuyorlar. Halbuki derbi maçlarından gerginlik beklemek, kendini futbolsever olarak tanımlayan birinin anlayışına ters gelir. Zaten bu güne kadar gerginliğin, oynanan futbola katkısı oldugunu görmedik.

Futbolda tabiki amaç gol atmaktır, galip gelmektir, şampiyon olmaktır. Elbette rakip takımlardan daha fazla gol atmak istersiniz, onları yenmek istersiniz, müzelerde kupalarınızın herkesten çok olmasını istersiniz. Futbola asıl heyecanı katan, mücadeleyi ve rekabetçi ruhu getiren, bu amaçların varlığı sonucu oluşan ufak gerginlik halidir.

Peki, biz taraftar olarak ne yapıyoruz? Bu maçlar vesilesiyle tuttuğumuz takımların büyüklüklerini kafamızda karşılaştırıyoruz. “Bu maçı yenerlerse bizden daha büyük olacaklar, bu sene şampiyon olurlarsa bizden daha büyük olacaklar, kupa sayısı olarak fark açılacak, armalarına yıldızı bizden daha önce alacaklar.” tarzında fikirler kafamızda birikiyor, taraftar olarak hırs ve heyecanı fazla fazla yaşıyoruz ve bu kafada futbolcuları sahada görmek istiyoruz. İyice geriliyoruz ve bu maçlardan kendi gerilimimizle orantılı bir gerilim bekliyoruz.

Bir kaç şeyi unutuyoruz, hatta maalesef futbol kültürü yoksunu olarak bilmiyoruz da diyebiliriz.

Derbileri derbi yapan takımların büyüklükleri, bu derbilerde gol yenilmesi, mağlup olunması veya sezon sonu şampiyonluğa ulaşılmaması sonucu değişmiyor.

Bu bilinçle, benim açımdan derbileri izlenir kılan, heyecanla o maçları beklememe sebep olan değerler, ezeli rakibimizi “bir şekilde alt ederken o heyecana tanık olmak” fikrinden son derece uzak.


Futbolu seven bir izleyici olarak, derbilerden zevk duymamı sağlayan öncelikli nedenin, “sahada oynanacak futbolun güzel olma ihtimalinin yüksek olması” olduğunu söyleyebilirim. Çünkü böylesi maçlarda her iki büyük takımın da onları büyük takım yapan futbol oynama geleneklerini ve felsefelerini birbirleriyle karşılaşırken görebilme şansı elde ediyoruz. Tarih boyunca her iki takımında şampiyonluk elde edebilmiş olmaları, futbolu öne doğru oynamak istediklerinin bir kanıtı sonuçta. Pozitif futbol kültürü olan iki takımın mücadelesi mutlaka keyifli olacaktır. Ayrıca sahadaki kaliteli oyuncuların varlığıyla doğru orantılı olarak oynanan futbolun kalitesinin diğer maçlara nazaran bir üst seviyede olacağını iddia etmek yanlış olmaz. Örneğin, bir Galatasaraylı olarak bu maç öncesi Quaresma’nın, Bobo’nun sakatlığına üzüldüğümü söylemeliyim. Beşiktaşlı olsaydım Arda ve Baros’un oynayamayacak olmasına üzülürdüm. Onların sahada olduğu bir maç mutlaka daha keyifli olurdu.

Bir başka açıdan, maç öncesi, sırası ve sonrası stadyumda, evlerde, kafelerde yaşanan atmosfer ve derbi günlerinin taraftarlar üzerinde yarattığı tatlı heyecan, en az derbiyi tuttuğum takımın kazanması kadar keyifli, derbilerden zevk almamı sağlayan faktörlerden yalnızca birkaçı.

Sanırım bu bilinçteki bir futbol kültürüyle Galatasaray – Beşiktaş derbilerinin son birkaç senedir derbi olmaktan çıktığını değil de son birkaç senedir gerçekten derbi olmaya başladığını görmek mümkün olacak. Umarım bugünkü maç de adına yakışır bir şekilde sadece futbol oynandığı, sadece futbolun konuşulduğu bir maç olur, bu maça derbi diyebilmek mümkün olur.

25 Kasım 2010 Perşembe

Yönetmenin Keyfine Kaldık

Futbol statlarının kapasitesi her geçen gün artıyor. Büyük bir maç varsa, yüz bin kişiyi rahatça ağırlayabilecek statlarda boş yer kalmıyor. Ancak, maçları ekran başında izleyenlere oranlarsak, stadyumdakileri bir avuç şanslı seyirci olarak tanımlayabiliriz. Ancak, ekran başında maç izlemenin de avantajları yok değil. Bahsettiğim şeyin koltukta yayılmakla, maç saatini ayakta beklemek zorunda olmayışla alakası yok. Asıl fark canlı izleyenlerin gözden kaçırabilecekleri küçük ayrıntıları yakalayınca, tüm pozisyonları en güzel açıdan izleyince ortaya çıkıyor. En önemli avantaj ise, her şeyi tekrar tekrar izleyebilme olanağına sahip olmak bence.


Ofsayt pozisyonunu, hakemin çıkardığı kartın rengini, penaltıyı vermeyişini tartışmak için yapılan tekrarlardan bahsetmiyorum. Söylemek istediğim şey futbolun güzelliklerini yansıtan, güzel bir golü farklı açılardan izleme şansı tanıyan, maç izlemeyi daha ilginç yapan tekrarların güzelliği. Burada maç yönetmenlerine çok iş düşüyor. 90 dakika boyunca maçtaki her ayrıntıyı yakalamak, daha sonra bunları ince ayarlar yaparak oyunun durduğu aralara yerleştirmek onların işi.


Günümüz teknolojisi sayesinde gol izlemek çok keyifli hale geldi. Sahadaki onlarca kamera sayesinde atılan golü her açıdan(bazen kuşbakışı bile) izleyebiliyoruz. Ancak eksiklik tekrarların genelde sadece son vuruştan ibaret olmasından kaynaklanıyor. Oysa top ağlara gittikten sonra bir-iki dakika boyunca futbolcuların gol sevincini izliyoruz. Daha sonra golü atan takımın başkanına, teknik direktörüne, seyircilerine, kalecisine zoom yapılıyor. Gol yiyen kalecinin acıklı bir bakışı denk gelirse onu da izliyoruz. Yani aslında gol pozisyonunu atağın başladığı noktadan itibaren izlemek için yeterli vakit var. Tüm gollerde atağı en baştan izleyelim demiyorum ama bazen başkana zoom yapmak için çok güzel hazırlık pasları güme gidiyor.

Bir maçı canlı izlerken çok keyif veren anlar olur. Bunlar gol ya da direkten dönen top gibi kameraların farklı açılardan çektiği, tekrar takrar yayınlanan pozisyonlar değildir. İnce bir pas, bazen kontrol edilmesi zor görünen bir pasın şık bir bilek hareketiyle yumuşatılması, çok farklı bir stille adam eksiltmek… bu keyifli anlara örnek gösterilebilir. Bu örneklerin ortak özelliği, hepsinin tahmin edilmesi zor, şaşırtıcı bir yaratıcılığın ürünü olmalarıdır. Bu pozisyonların bir diğer ortak özelliği ise genelde maç yönetmenleri tarafından ciddiye alınmamalarıdır. Yönetmen bey harika bir duvar pası kombinasyonunu tekrar göstermek yerine, genelde az önce yaşanmış faul’ü, ya da 5 metre farkla dışarı giden bir şut denemesini ekrana getirebiliyor. Bir de maç esnasında teknik adamlara, yöneticilere tribünde oturan bir ünlüye yapılan yakın çekimler var. Mesela iki hafta önceki River Plate-Boca Juniors maçında kontratağa çıkılırken, biz yere düşen futbolcunun yüz ifadesini izledik. Diğer tarafta hızlıca maç oynandığı için birkaç saniyelik bu görüntü bana dakikalar gibi geldi.

Son yıllarda yeni yapılmaya başlanan bir işgüzarlık daha var. Yıldız oyuncuya top gelince, ayaklarına zoom yapılıyor. Böyle olunca da ne maçtan ne de yapacağı hareketten hiç bir şey anlaşılmıyor. Geçen haftaki Portekiz-İspanya maçında, C.Ronaldo’nun çalımları sadece rakip oyuncuları değil, ayağına zoom yapan kameramanı da iki ayrı pozisyonda oyundan düşürdü. Oysa yapılması gereken, maç oynandığı sürece, ana maç kamerasının görüntüsünün ekrana getirilmesidir. Pilot kamera, bizim maçı her zaman izlediğimiz, sahanın yan tarafından bakarak geniş bir bölümüne hakim olan kameradır. Yani bildiğimiz, alışık olduğumuz maç kamerasıdır. Futbol bir takım oyunuysa, bu oyunun güzelliği sporcuların yaptıklarının bütünlüğünde gizliyse, maç izlenecek en güzel açı, en geniş açıdır. Ayaklara zoom yapan kameranın çektiği görüntüler, oyunun durduğu zamanlarda gereksiz ayrıntılar vermek yerine kullanılabilir. (Servet Çetin’in burnunu temizlemesinin tekrarını vermek nasıl bir ruh halinin ürünüdür?)
Sonuç olarak söylemek istediğim, maç yönetmenlerinin TV’de futbolu keyifli hale getirebilecekleridir. En kalitesiz maçlarda bile bazı oyuncular çok klâs hareketler yapabiliyor. Bu tür maçlarda, sinirlenen teknik direktör yerine bu pozisyonları izletmek futbol adına doğru hareket olur. Tv’de maç izlemenin daha zevkli olması yayın yönetmenlerinin maçları birer bahisçi gözüyle değil, futbolsever gözüyle izlemesinden geçiyor.

22 Kasım 2010 Pazartesi

My name is Şenol Güneş – 2

Geçen Çarşamba günü Hollanda – Türkiye maçını geride bıraktık. Hiddink bize bu maçta birçok yeni oyuncu sundu. Hepsi tanıdığımız ancak tam anlamıyla oyunlarının iyi ve kötü yanlarını ayırt edemediğimiz isimlerdi. Çoğumuzun aklında Nuri’nin uzun pasları, Selçuk İnan’ın topu rakibinden söktükten sonra olumlu kullanması, Burak Yılmaz’ın hayret verici şekilde ayağına gelen topları kaptırmayışı, Umut Bulut’un girdiği pozisyonlar, Serdar Kesimal’ın biz Türklerin alışmadığı şekilde daha çok orta saha oyuncusuna benzer topu oyuna sokuşları ve Engin Baytar’ın aldığı kısa sürede yarattığı heyecan kaldı. Kısaca son dünya ikincisine yenildik ama üzülmedik; aksine umutlarımız yeşerdi. Siz de dikkat ettiyseniz eğer, hafızamızda yer alan bu karelerin üçte ikisinin ortak bir özelliği var: Şenol Güneş’in eli her zaman sırtlarında.


Geçen haftalarda bir Şenol Güneş yazısı yazmıştık. Bu ülkenin şu an en güzel futbol oynayan takımının açık ara Trabzonspor olduğunu ve başındaki hocanın bunda yüzde yüz etkisi olduğunu söylemiştik. Bunun yanında, basın toplantılarında sanki Alex Ferguson’u izlediğimizi ve Türk teknik adamlardan bu yönüyle tamamen ayrıldığını ifade etmiştik. Sağolsun Şenol Güneş bizi hiç mahcup etmedi. Takımı şuan lider ve şampiyonluğun en büyük favorisi. Bize de olumlu anlamda malzeme vermekten geri kalmadı.


Şenol Güneş, Beşiktaş maçından sonra bir açıklama yaptı ve bizi şaşırtan şu ifadelere yer verdi: “Trabzonspor'da Teknik Direktör Şenol, Beşiktaş galibiyetine karşın bazı oyuncuların sergilediği performans ve maç içerisinde yaptıkları bencillikler yüzünden oldukça sinirli. Rakip kim olursa olsun alınan galibiyetten çok oynanan futbola dikkat ettiğini söyleyen Güneş, "Kazanmamıza rağmen çok yanlışımız olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Oyun güzelliğini bozduğunun farkında olmayan oyuncularımız var. Bunun farkında değiller ama yapıyorlar. Yeteneğini kullanmalısın ama ne yaptığını da bilmelisin. Maç kazanıp, kaybetmek çok önemli değil önemli olan yanlışları devam ettirmemek" diye konuştu.” Şimdi bu açıklamayı rica etsem bir daha okuyun. Bir takım teknik direktörü eğer çok ciddi bir özgüvene sahip değilse (Jose Mourinho, Arsene Wenger, Alex Ferguson gibi) bu konuşmayı futbolcularıyla Pazar günkü maçtan ancak 2 gün sonra antrenmanda sakin bir ses tonuyla yapar. Kendi sahanda böylesi önemli bir rakibine çok büyük bir çelme taktıktan sonraki basına karşı ilk açıklaman bu yönde oluyorsa şampiyonluk, başarı, zafer gibi kavramları çoktan hazmetmişsin ve onların gelmesini sadece bir kariyer başarısı olarak hanene yazılmasını bekliyorsun demektir. Arsene Wenger de Alex Ferguson da görebilecek neredeyse bütün başarıları gördükten sonra kafalarındaki mükemmele ulaşmak için bir yola girdiler. Bu yolun amaçladığı yer sadece kariyerlerine birkaç kupa daha eklemek olamazdı. Bugün ulaştıkları noktada; Manchester United soyunma odasına 2 veya 3 farklı yenik gittiğinde o maçın kesin dönmeyeceğini iddia edebilecek bir futbolsever yok. Ya da Arsenal’in bir maça çıkmadan önce o maçta kötü futbol sergileyeceğini tahmin eden bir yorumcunun futbol bilgisinden çoğumuz şüphe ediyoruz. Yaratılan bu değerlerin kariyerle, başarıyla bir ilgisi olmadığını karakterin ön plana çıkarıldığını düşünüyorum. İki teknik direktör de bu yolda bazı acılar çekti. Ama sahip oldukları özgüven ilk önce onları bu yola soktu daha sonra da bu yoldan başları dik bir şekilde çıkmalarını sağladı. Benzer bir özgüvenin şu an Şenol Güneş’te de oturmakta olduğuna inanıyorum.

Şenol Güneş’in belki onlar gibi bir yola girmeye; yani takım yaratmaya, karakter yaratmaya biraz daha zamanı var ama en azından futbolseverleri mutlu etmenin yollarını aradığını görebiliyoruz. Şenol Hoca eminim bu yönde kendini geliştirmeye devam edecek ve bizi de kendisini, takımını konuşmaya zorlayacak.

13 Kasım 2010 Cumartesi

Yine Taraftar

İnsan kendisi hakkında da yeni şeyler öğrenir ya bazen. Hangi takımı tutuyorsunuz sorusuna yıllarca böbürlenerek “GALATASARAY” demiş biri olarak, bu soruya son birkaç defadır “Arsenal” diye cevap verdiğimi fark ettim. Buna birkaç sene önce şakayla karışık başlamıştım. Arsenal’in maçlarını izlemekten çok keyif alıyordum, ancak taraftarlık boyutunun Galatasaray sevgisine yaklaşabileceğini tahmin etmemiştim. Durumun vahametini “Galatasaray Arsenal ile bir daha oynarsa kimi tutacaksın?” sorusuna cevap veremeyince kavradım. Bu iki kulüp arasında her hangi birine öncelik veremiyordum. Ne yazık ki bu dengenin, Arsenal taraftarlığımdaki artıştan değil, Galatasaray sevgimdeki azalmadan kaynaklandığını düşünüyorum. Her zaman gurur duyduğum Galatasaraylılığımdan, soğumak diyemem ama rahatsız olmaya başladım.


Bazı arkadaşlar bu düşüncelerimden dolayı “Gerçek Galatasaraylı” olmadığımı, son dönemdeki sportif başarısızlıklardan etkilendiğimi düşünebilirler ancak maalesef mesele o kadar basit değil. Hem sportif başarı arasaydım, 6-7 senedir her hangi bir kupa kazanamayan Arsenal’i değil, önüne gelene 6-7 atan Chelsea’yi desteklerdim. Ben, şampiyon olmasakta olur, yeterki Şampiyonlar Ligine gidelim diyen, o Çarşamba akşamları Şampiyonlar Ligi müziği eşliğinde sarı kırmızı formayla maça çıkacak olmanın heyecanını, şu anda yazarken bile tekrar hisseden bir Galatasaray taraftarıyım. Çünkü ben son şampiyon ünvanını taşısa da Inter’i değil, Milan’ı yakıştırdığım gibi, o turnuvaya başkasını değil sadece Galatasaray’ı yakıştırıyorum. Galatasaraylılık, Uefa kupasına sevindiğin kadar, Hagi gibi bir adamın bizim kulüpte oynayışına dünya gözüyle tanıklık etmiş olmaya da sevinmektir.

Büyük derbimizi canlı izlerken bile son derece objektif kalabilirken, bazı saha dışı durum ve olaylarda, Fenerbahçeli olmadığım için Allaha şükretmişliğim var geçmişte. Saha içinde tekil oyunculara, saha dışında şahıslara dayalı düzen; hataya tahammül edemeyen, oyuncusunu hem göklere çıkarıp hem yerden yere vuran, hatta kaptanına dayak atmaya kalkan bir taraftar grubu; oyuncusunun(Tuncay) saha içinde gülümsemesini futbolu sevmek değil de önemsememek olarak algılamak; teknik direktör değiştirmeyi tüm sorunların tek çözümü olarak görmek; sıkışılan her anda buz dolabından eski başarıları çıkarıp ısıtmak; Galatasaray’ı yenmenin dünyadaki en önemli şey olması; Avrupa kupalarındaki basiretsizlik ve bunu yerel başarıların ardına saklayan zihniyet; Fenerbahçe ile ilişkilendirdiğim davranış biçimleriydi bir zamanlar. Sarı-lacivertlilerin bunları yavaş yavaş aşıyor olması sevindirici. Üzücü olan ve yukarıdaki maddeleri tek tek yazmamın sebebi ise her birinin günümüz Galatasaray’ında karşılık buluyor olması.


Hagi futbolu bıraktığı günden beri onlarca 10 numara harcamak; büyük kaptan dediğimiz adamı, teknik direktör sıfatıyla yuhalayabilmek; tribünlerin çok sevdiği yöneticinin gizli kapaklı istifa etmesi; Lincoln’ün soyunma odasında hırpalandığı iddiaları; yeni Metin Oktay’ımız diye göklere çıkardığımız çocuğu, sırf eğlenmesini bildiği için ezmeye çalışmak(Ali Sami Yen’de kaptanlık pazubandı kolundayken); Rijkaard’ın arkasındayız açıklamasının mürekkebi kurumadan, adamı apar topar göndermek; iki buçuk sene içinde 6. teknik direktörü getirmek; Uefa kupası hacim olarak en büyük kupa da olsa arkasına saklananların artık taşıyor olması; Fenerbahçe beraberliğine neredeyse sevinecek olan garip insanlar(itiraf ediyorum sevindiler, meşale bile yaktılar); bırakın salı ve çarşambayı, perşembe günleri bile Avrupa maçımızın olmayışı; tüm umutların yeni stada, yani bir binaya bağlanmış olması… beni kahrediyor.


Hep bir sebep bulmaya çalışmışımdır; Neden Inter, Chelsea, Fenerbahçe… kendi liglerinde son derece başarılıyken Avrupa’da hep başarısızdır? Milan, Manchester United, Galatasaray… yerli ligde başarılı olmasalar bile Avrupa Kupalarında her zaman dik durabilmelerini ne sağlıyor? Yönetimler değişiyor, teknik ekipler değişiyor, futbolcular değişiyor. Değişmeyen, o kulübün taraftarı kalıyor. Yani cevabı hep taraftarın içinde saklı buldum ben. Şu andaki yönetimin, futbolcuların doğru insanlar olmadığı çok açık da olsa aynı şekilde Galatasaray’daki bozulmanın da taraftarın içinde saklı olduğunu düşünüyorum.


İmparator(!) sağolsun, futbolda motivasyonun(daha doğrusu gaz’ın) önemini biliyoruz. Yeni stadın da gazıyla Galatasaray şampiyon bile olabilir bu sezon. Ama bu, işlerin daha iyiye gideceğini göstermez. Başarısız birkaç sezon geçirmeye üzülmüyorum, hatta seviniyorum ben. Belki sportif başarısızlık sayesinde içimizdeki skor taraftarları azalacak, elenecek, gerçek Galatasaraylılar süzgecin üzerinde kalacaktır.

9 Kasım 2010 Salı

Taraftar Farkı

Arda Turan, birkaç hafta önce sakatlığı için yapılan ilginç(!) yorumlar hakkında bir röportaj vermişti. Bu röportaj üstüne yazacak çok şeyim vardı ancak Galatasaray’ın teknik direktör krizi araya girince, bir de derbi haftası olunca unuttuk gitti. Sivasspor maçında yaptığı hata, Beşiktaş tribünleri tarafından anında affedilen Necip’i görünce tekrar aklıma geldi. O da Arda gibi takımının bayrak oyuncusu olarak ilan edilecek, aynı olmasa da benzer yollardan geçecektir.

Yukarıda bahsettiğimiz röportajı izlemişsinizdir. Röportaj sonrası sıcağı sıcağına aşağıdakileri karalamıştım: Arda’nın yine yapacağını yaptı. Kendi işini kendi gördü. Onu bir türlü koruyamayan Galatasaray yönetiminin yıllardır yapamadığını beş dakikalık bir konuşmayla halletti. Futbola ilgisi olan veya olmayan herkes Arda’nın şımarıklığı, tavırları, eskisi kadar iyi oynamadığı, kız arkadaşıyla ilişkisi, amatörlüğü hakkında yorum yapıyordu. “Arda Turan yetenekli ama bence ahlaklı değil o yüzden iyi futbolcu değil” diyenler, futbol konuşurken Sinem Kobal’ın oyunculuğunu yetersiz bulduğunu belirtenler, bu güne kadar 2-0’dan maçı 2-3’ye hiç çevirmediği için yıldız sayılmayacağını savunanlar, yani Arda hakkında türlü türlü şaklabanlıklar dinledik. Tüm bu haksız yargılar, Arda’nın röportajı sonrasında silindi. Arda’yı “artis” bulduğu için sevmediğini ifade eden Fenerbahçeli arkadaşlarım, gözleri yaşaracak kadar dolmuş Arda’yı konuşurken görünce haksızlık edildiğini söylemeye başladılar. Aziz Yıldırım bile üşenmeyip, Arda’ya hak verdiğini açıkladı. Yani Arda kendi başına herkesin sevgisini kazandı. Kendisini kaptan yapan, 10 numarayı veren, her sıkıştığında Metin Oktay ismini kullanıp Arda’yı da bunlara alet eden ancak hiçbir zaman arkasında duramayan yönetim’in beceremediğini yaptı. Bir kısım Galatasaray taraftarı ise tekrar maganda hallerine büründü. Arda için protesto yapacaklarını duyurdular. Ne yazık ki aynı taraftar grubu geçen sene Arda’yı sinemaya gittiği için protesto edip kalbini kırmıştı. Maalesef bir Galatasaray kaptanı Ali Sami Yen Stadyumunda yuhalanmıştı. Arda, en güvendiği dayanağı olan “taraftar” tarafından aşağılandı.

Arda’nın açıklamalarını dinleyince ister istemez medyayı, yönetimi, Erman Toroğlu kişisini suçlu buluyor insan. Ancak ben asıl kabahatin Galatasaray taraftarında olduğunu düşünüyorum. En çok taraftarın homurdanmasına üzüldüğünü söyleyen, tribünleri ailesi gibi gören, gerektiğinde en fanatik Galatasaray taraftarı kadar amatör davranan biri için Ali Sami Yende yuhalanmak çok zor olsa gerek. (Okumadıysanız, Arda Turan’ı tanımak adına Tamsaha Dergisine verdiği röportajı öneririm. Şurada okuyabilirsiniz.)

Yozlaşan Galatasaray tribünleri, benim için bütün sportif başarısızlıklardan daha üzücüdür.Herhangi bir Galatasaraylı futbolcu, üzerinde hissettiği baskıyı açıklamalar yaparak değil, sırtını taraftarına yaslayarak atlatabilmelidir.

Necip’i alkışlayan Beşiktaş taraftarını görünce, Arda’yı yuhalayan Galatasaray taraftarları yüzünden utanıyorum. Beşiktaş taraftarı da şimdiden Necip’i bayrak adam olarak işaret etmeye başladı. Necip, gerçekten bu taraftar sevgisini hak edecek potansiyelde bir oyuncu. Günümüzün en popüler mevkisi olan iki yönlü orta saha oyuncusu olarak gelecek vaat ediyor.
Şu andaki oyunu için tam anlamıyla iki yönlü orta saha diyemeyiz ancak bunun için gösterdiği çabayı inkâr edemeyiz. Pres yaparkenki kambur duruşu, top ayağındayken tam olarak istediğini gerçekleştiremese bile dikine oynamaya çalışması, taraftarın gönlünü fetheden özelliklerden sadece birkaç tanesi diyebiliriz. Zaten Necip’in en çok sevilen yanı olarak, verdiği üstün mücadele arzusu gösteriliyor. Umarım Necip, üzerinde kurulacak olan baskıyı, arkasında her zaman hissedeceği taraftar desteğiyle atlatır. Umarım Necip üzerindeki baskılardan kurtulmak için çareler aramak yerine sırtını en güvendiği yere yaslayıp, tüm enerjisini oynadığı oyuna harcayacaktır.

Beşiktaş taraftarı Necip’i o kadar çok seviyor ki, genç futbolcunun sırtının kolay kolay yere gelmeyeceği aşikâr. “Hadi çocuk” deyişlerinde hepsinin Necip’i kardeşi gibi gördüğünü; medya, yönetim, her türlü boşboğaz insan ne yaparsa yapsın ona her zaman ağabeylik yapacaklarını hissediyorum.