14 Nisan 2011 Perşembe

Kaybedenler Kulübü

Hayat acımasızdır derler ya hani. Herkes bu tabiri farklı yorumlayacaktır ve belki de aramızda hayat o kadar da acımasız değil diyenler çıkacaktır.

Benim de bu konudaki görüşlerim değişken seyrediyor . Ama acımasız olmasından maksat, hayatı yeniden yazamamak, ya da bir başka tabirle hayatın bir anlık olsa bile geriye dönmeye imkân tanımamasıysa, bu anlamda hayatın acımasız olduğunu kabul edenlerdenim.

Çok değil bundan 11 sene önce 11 yaşındayken, sahadaki 11’i ezbere sayan, heyecandan TV başında duramayıp, iki dakikada bir tuvalete giden ben, belki de hayatımın geri kalanında bir daha bu denli bir heyecan yaşayıp yaşamayacağımın muhasebesini yapacak durumda değildim. Hani muhasebesini yapsam bile, o heyecanın bir üst noktasını bugün bile hayal edemiyorum. Yaşamam gereken heyecanın doruk noktasını yaşadım ben. Bu noktada kendimi çok şanslı hissediyorum.

O gün büyüklerim, yönetenler ve taraftarlar bencil davrandı. “Nasıl olsa ben o heyecanı yaşadım.” diye düşündüler. O gün babalar çocuklarını düşünmediler. Bir muhasebe yapılacaksa, o muhasebeyi yapacak kişiler "o günkü ben" gibiydiler.

Kulüp her zirveye çıktığında böyle bencil davranılsaydı, muhtemelen 1900’lü yılların 2. yarısını görmemiş olacaktı. 11 sene önce unutulan, ilelebet var olacak tek şeyin "Galatasaray" olduğuydu.

Kurumlar karakterlerini gösterebilmek için fazla ayrıntıya ihtiyaç duymaz aslında. Sadece süreklilik oluşturmak için belli aralıklarla, şartlara göre planlamalar yapmaları gerekir. Örneğin, 2000 senesinde gelen başarı, ta 15 sene öncesine dayanan bir planın ve bu planın sürekliliğinin korunmasıyla gerçekleşmişti. Gelen başarı o kadar büyüktü ki maalesef herkes bu noktaya nasıl gelindiğini unutup sadece o anın keyfini çıkarmaya daldı.

Kulübü yönetenler, bencillik ve plansızlık sonucu olması muhtemel zirveden dibe çöküşün yavaş yavaş gerçekleştiğinin farkına vardıklarında, ayrıntılarla ilgilenmeye başladılar. Tarihimizi, karakterimizi, ufkumuzu, gelecek planlarımızı ve yeni stadımızı anlatarak Frank Rijkaard’ı ikna edip, takımın başına getirdiler.

Rijkaard Galatasaray için, kulübe hızlı adapte olma anlamında inanılmaz doğru bir seçimdi. Felsefe olarak, insan olarak kulüp karakteriyle birebir örtüşen büyük bir futbol adamıydı. Ama varlığını bir türlü hissettiremediği takımlar oluşturdu, garip yanlışlar yaptı, çok müdahalesiz kaldı.

Rijkaard’ın bu başarısızlığında hesaba katılmayan, gerek kulüp karakterinde gerekse taraftar profilinde, sürekliliğin olmamasının sebep olduğu bozulmalardı. Zaten eğer kulüpte süreklilik bir plan yapılarak sağlanmış olsaydı, Galatasaray kendini bir devrim yapma zorunluluğunda bulmazdı, teknik direktör seçimi gibi bir ayrıntı da devrimsel nitelikte değil de konjönktürel olarak yapılırdı.

Hayat, 17 Mayıs’a geri dönemeyeceğimiz için gerçekten acımasız olduğunu gösterdi. Sezon boyu her maçta favori olmayan bir Galatasaray takımı izledik, maç kaybetmenin bizleri üzmediği günler yaşadık. Averajımızın sürekli negatif olduğu bir sezon geçirdik. Kaptanımızı kendi tribünlerimizde yuhaladık. Başkanımıza kongrede sövdük. Tam anlamıyla “Kaybedenler Kulübü” olduk.

Belki başka bir 17 Mayıs için bir planlama yaparsak, hayat o kadar da acımasız değilmiş diyebiliriz. Çocuklarımızı düşünmek, Galatasaray’ı ilelebet yaşatacaktır.

12 Nisan 2011 Salı

Sıradaki Gelsin de Nasıl Geliyorsa Gelsin(!)


Galatasaray daha 15 gün önce göreve getirilen Bülent Ünder'in yerine birine bakmaya başladı bile. Neyse ki, bu sefer arayışın sebebi kısa vadede başarısızlık değil. Bülent Ünder de gelirken biliyordu ki bu takımla (olmaz ya) 8'de 8 yaparsa bile maksimum Fatih Terim'in yardımcılığı görevi bir daha teklif edilecekti. Galatasaray yönetimine talip olan yöneticilerin ya da kesin bir isim söylersek Ünal Aysal'ın teknik direktörünü belirlemek için bir buçuk aylık bir zamanı var. Buradan bakınca bir buçuk ay gayet yeterli bir zaman dilimi gibi görünüyor. Ancak Ünal Aysal pazar günkü maçı da izlemişse bu takımın teknik direktörünün işinin çok yoğun olacağını ve kendisine ne kadar zaman verilirse takımı o kadar kolay toparlayacağını görmüş olması lazım.


Ünal Aysal, tabii gelecek seneki transfer politikasının da Galatasaray'ın önündeki birkaç senesini belirleyeceğini unutmamalı. Artık her taraftarın ağzına yapışan "yerli oyuncu kalitesini yükseltmeliyiz" i gözden kaçırmamalı, gelecek teknik direktörün profiline, ırkına, oynatmak istediği sisteme bakılmaksızın "Tunay Torun, Veli Kavlak, Nadir Çiftçi, Mehmet Ekici..." gibi gurbetçilerin takıma katılmasını sağlamalıdır.

Kendimce bir teknik direktör profili de çizmeye çalıştım ama ilk önce Galatasaray taraftarının gönlünden geçen üç isimi masaya yatırayım:
1- Mircea Lucescu: Neredeyse hiçbir taraftarın reddedemeyeceği tek isim ancak biliyoruz ki Lucescu Ukrayna'da çok başarılı ve gelecek senelerde takımına şampiyonlar ligi finali oynatmak istiyor.
2- Fatih Terim: Hala çoğu onu Euro 2008'deki yarı finalin ve UEFA kupasının baş mümessili olarak görüyor. Fakat unuttukları bir şey var; Galatasaray'ın 2002-2003 ve 2003-2004'teki başarısızlığının ve devamındaki para sıkıntısının en önemli sorumlularından birisi de kendisidir. Milli takımın da Güney Afrika'daki Dünya Kupasına katılamamasına ve eleme grubunu 14 sene sonra ilk defa üçüncü bitirmesine sebep olan da kendisidir.


3- Erik Gerets: Gerets ilk sezonunda her maçta takımını 5 forvetle sahaya çıkarıp 83 puan topladı ve şampiyon oldu. Ancak gözden kaçırdığımız nokta ikinci senesi. Gerets, bu sezonu saymazsak Galatasaray'da son 6 sezonun en az puan toplayan takımının teknik direktörü oldu. Ayrıca bazen GSTV'de 2005-2006 sezonun maçlarını gösteriyorlar. İzlediğim bütün maçları 4-2, 5-2, 3-1 gibi skorlarla yenmişiz. Ama (benim şansım mı bilmiyorum) bütün maçlarda çok kötü futbol oynuyoruz. Sadece bir taktiğimiz var; Hasan Şaş ile Cihan Haspolatlı sağ kanatta 1-2 pas yapıyorlar ve orta açıyorlar. Eğer Hakan Şükür, Necati, Ümit Karan, İliç'ten biri topa vurursa pozisyon yakalıyoruz. Vuramazlarsa geçmiş olsun. Maç boyunca yaklaşık 40-50 tane orta açıyoruz. Bu yüzden bütün maçlarımız çok tempolu oluyor ama güzel oyundan eser yok.

Aslında ben de uzun vadeli planların yapılmasından yana biriyim ama ülke futbolunun daha uzun süre bu yola giremeyeceğini acı tecrübelerle sabitledik bu yüzden bazı mantıklı kısa vadeli planların yolunu açmakta sakınca görmüyorum. Bu noktadan hareketle, Galatasaray'a gelecek teknik direktörün ilk şartı daha önce takımlarına güzel futbol oynatmış olması. Zaten bu kriteri çoğu teknik direktör iyi-kötü sağlıyor. Ligimizde şampiyonluğa oynamanın en önemli unsurlarından biri, sezon boyunca duran toplardan 10-15 gol atmaktan geçiyor. Bu yüzden müstakbel teknik direktörün sezon boyunca en azından haftada bir antrenmanı duran toplara ayırmasını istiyorum. Bir başka önemli kriter, yerli oyuncularla yabancı oyuncular arasındaki bağı gözetmeli ve bunu sağlam temellere dayandırmalı. Her sene Galatasaray'da yerliler ile yabancıların gruplaştığını medyadan takip ediyoruz ve bu gruplaşmanın pek de hayırlı sonuçlar getirmediğini görüyoruz. Şampiyonluklarda yabancıların katkısını bir kenara bırakamayız ancak bu şampiyonluk ortamını tertip edenlerin yabancı sayısının iki katı durumdaki yerliler olduğunun da farkına varmalıyız. Bir de ne olursa olsun gelen teknik direktörün takımını hücumlar ve savunmacılar diye ikiye ayırmasını istemiyorum. Bunu uygulamanın yolu da iyi orta saha oyuncularından geçiyor. Umarım Culio ve Yekta gibi orta saha oyuncusu transferi yapmaya devam ederiz.

Umarım yeni sezonda her hafta bir spor yazarımızdan "bit pazarı" ile ilgili atasözünü duymak zorunda kalmayız ve umarım yeni Galatasaray başkanı kısa vdeli de olsa uzun vadeli de olsa bir plan yapar.

6 Nisan 2011 Çarşamba

İlk golü bile ayrı güzel



MESSI'nin La Liga'daki ilk golü

Oyuna girdiği dakikaya, gol attığı dakikaya, ve arada girdiği pozisyonlara dikkat!

2 Nisan 2011 Cumartesi

Akıllı Duygu Kullanımı

Ulus olarak bizi farklı kılan en önemli özelliklerimizden biri, duygularımızın aklımıza hükmettiği anların, aklımızın duygularımıza hükmettiği anlardan çok daha fazla olmasıdır.


Bu yüzden çoğu zaman doğru kararı veremediğimiz bir gerçek. Doğru kararı vermesek de duygularımızın bir şekilde bizi doğruların yanında tutması, onları ne kadar büyük yaşadığımızın bir göstergesi.

Bilgi çağı diye adlandırdığımız bu çağda, herkesin doğrular peşinde koştuğunu göz önüne alırsak, “sadece duygularımızla daha ne kadar doğruların çevresinde yer alabiliriz?” sorusu bugün kendimize sormamız gereken ilk soru belki de.

Bugüne kadar duygularımızın bizi bir yerlere getirdiğini, bizi özgün kıldığını düşünürsek, bir karar verirken hükümranlığı tamamen aklımıza vermenin vefasız ve yanlış bir hamle olacağını söylemek isterim. Ama her kaçırdığımız, geç öğrendiğimiz doğrunun, özellikle bu çağda bizi gerilettiğinin de farkında olmamız gerekli. Aklımıza daha çok öncelik vermemiz gerektiğini her zaman düşünmeliyiz. Dengeli bir akıl-duygu harmanlamasının kesinlikle fark yaratacağını görmeliyiz.

EURO 2012 elemelerinde 5 grup maçı yaptık, kazandığımız 9 puanın hepsini büyük duyguların, hırslı ve mücadeleci oyunların sonucu elde ettiğimiz görülüyor. Kaybettiğimiz 2 maç dâhil tüm maçlarda yüreklerini ortaya koymayan bir tane futbolcu bile yoktu. Ama artık Almanya’yı sadece yüreğimizi ortaya koyarak, tribünlerdeki 50.000 seyircinin desteğini alarak yenemeyeceğimizin farkında olmamız gerekli. Almanya gibi sürekli ayağa oynamaya çalışan, savunma arkasına koşu yapan, becerikli oyunculardan kurulu bir takıma karşı, top rakipteyken, aşırı motiveyle yapılmış ateşli bir presin yarardan çok zarar verdiğini görmemiz önemli. Ama ikili mücadelelerde bize üstünlük sağlayacak bir hırs mutlaka bu tip zor maçların kaderini değiştirmek için gerekli olabilir. Bu noktada duyguların devreye girmesi artı bir güçtür.

Yine Avusturya maçında güzel başladığımız oyunu bozan duygu yoğunluğundan bahsetmeliyim. Maçın başında 1-2 dakika hamle üstünlüğü rakibe geçtiği zamanlarda, tüm takım topun belli bir süredir kapılamamasına aşırı bir reaksiyon gösterdi. Topu geri almak için kapıldığımız duygu patlaması maç boyu devam etti. Organize ataklar yaparak başladığımız maçta, heyecan ve telaştan üst üste 2 pas yapamayan bir takım hüviyetine büründük. Oysa Arda, Nuri, Mehmet, Hamit, Selçuk gibi topu versen, sabahtan akşama kadar rakibe geri vermeyecek kadar yetenekli orta saha oyuncuları sahadaydı. Zaten kısa süreliğine sakin kalabilen oyuncularımızın fark yaratıp, skoru belirlediğini gördük.

Gruptaki kaderimizi belirleyecek Belçika ve Avusturya deplasmanlarında sakin kalabilmek ve duygumuzu akıllı kullanmak, sonucu direk etkileyecek iki kilit nokta. Sanırım Hiddink de taktikten ziyade oyuncuları bu felsefeye adapte etmek için ne yapabilirim sorusuna daha fazla konsantre olacaktır.