31 Aralık 2011 Cumartesi

Arsenal - Yılın golü oylaması





Özenle hazırlanmış gol videosuna ve oylama sayfasına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:

http://www.arsenal.com/news/news-archive/arsenal-goals-of-the-year-vote-now

Ben fena halde kararsızım, ama bu golleri tekrar izlemek çok eğlenceliydi.




8 Aralık 2011 Perşembe

Yarış pistlerinde El Clasico heyecanı




"Herhangi bir şey yaparken, bu yazı yazmak, dans etmek veya futbol oynamak olabilir; en iyi seviyede yapılırsa bir sanat eseri sayılacağına inanıyorum. Sonuçta sanat nedir? Şahit olunması her zaman güzel olan şeydir." (Arsene Wenger geçen sene Barcelona ile oynadıkları maçtan önce söylemişti.)

Aşağıda yapılan da yeni bir sanat dalı olabilir. Hafta sonu oynanacak El Clasico öncesi güzel bir çalışma olmuş. Buyrun izleyin:








7 Aralık 2011 Çarşamba

28 Kasım 2011 Pazartesi

Hızdaki Keramet

Futbolda hızlı oyuncuların veya hızlı futbol oynayan oyuncuların büyük değer görmesi aslında sadece günümüzün bir pratiği değildir. Geçmişte bu tarz futbolcuların sayısının azlığı sebebiyle, sahada değerlendirildikleri bölgeler hücuma yakın bölgeler oluyordu. Hız faktörü, yavaş oynanan bir oyunda maçın sonucuna direkt etki ediyordu. Bu tip hızlı olan ve hızlı düşünen, hızları sebebiyle maçın sonucuna etki etmiş oyuncular bugün tarihteki iyi futbolcular olarak adlandırılıyor.

Günümüz futboluna baktığımızda, hızlı oyuncuların ve futbolu hızlı oynayan oyuncuların yetenekleri ne düzeyde olursa olsun sahanın her bölgesinde tercih edildiklerini görebiliyoruz. Üstelik futbolcu hem hızlı hem de yetenekliyse, bu oyuncuyu transfer etmek için uçuk bonservis bedellerini gözden çıkaran kulüpler birbirleriyle kıyasıya mücadeleye giriyorlar. Nedir peki “hız”daki bu keramet?


Futboldaki hız benim için, futbol topunun sahadaki yer değiştirme miktarının fazla olmasını, bir diğer anlatımla futbolcunun top ayağına değdikten sonra topla oynama süresinin az olmasını ifade ediyor. Hızın kerameti, futboldaki yerleşmiş defansif anlayışlara vurduğu darbedir. Eskiye göre futboldaki keşfedilmemiş defansif anlayışların neredeyse kalmadığı bir dönemdeyiz. Pozisyon bilgisi bugün dünyadaki sıralaması ne olursa olsun her ülke oyuncusu için aynı, herkes bu bilgiye sahip ve bu bilgiyi hayata geçirebilmek kolay. Bireysel ve takım olarak kalite farkını ortaya koyan ve takımların hala birbirinden ayrılmasını sağlayan faktörlerin içinde defansif anlayış farklılıklarının olmadığını, rakibinden daha hızlı hareket eden, daha hızlı düşünen futbolcu grubuna sahip takımların asıl farkı yarattıklarını düşünüyorum.

Bireysel olarak hızlı birkaç futbolcu bulunduran, ancak takım olarak topun yerini az değiştiren ve top ayağına değdikten sonra uzun süre topla oynayayan oyuncusu olan takımların başarılı olabilmesi defansif anlayışların yerleşmesi sebebiyle artık iyice zorlaştı. 90 dakika içerisinde karşı kaleye yavaş top oynayarak sadece birkaç kez gidip, oynadığınız ofansif oyunla, rakip oyuncuların defansif anlamda taktiksel zafiyet yaşamalarını sağlamanın mümkün olmadığı dönemdeyiz. Taktiksel zafiyete sebebiyet vermek, ancak karşı kaleye gidebildiğiniz kadar fazla gitmekle ve hızlı düşünüp hızlı oynayarak karşı takımın pozisyon almasını beklemeden golü bulmakla mümkün olabiliyor. Hızın ikinci bir kerameti, kısıtlı olan maç süresince çok sıklıkta karşı kaleye yaklaşmakla, gol pozisyonuna girme olasılığınızın artmasıdır.

Taktik anlayışı içerisinde hızın yerinden bahsedersek, hızlı futbolu daha doğru okuyacağımıza inanıyorum.

Genel kanı aksine, hazırlık paslarının, yan veya geriye oynanan pasların oyununun hızlı oynanmasını etkilediğini düşünmüyorum. Sonuçta bir oyun kurulması gerekiyor ve bu da defanstan hazırlık paslarıyla başlıyor. Topu kaptırmamak, oyunu diğer yöne çevirmek veya oyunu rahatlatmak için yana veya geriye atılacak paslara da ihtiyaç duyulur. Geriye veya yana atılan pası alacak oyuncu, topu hızlı bir şekilde bir başka arkadaşına ulaştırdığı müddetçe oyun yavaşlamaz. Mesela oyunu hızlı oynamak adına, sürekli dikine anlamsız şekilde zor pozisyonda olan arkadaşına top kullanmak, geri veya yan pas vermekten daha yanlıştır. Hızlı oyun ile kastettiğim, hızlı bir şekilde pas alışverişi yapmak, ayakta topu fazla tutmamak, kullanılan kısa pası mümkün olduğunca sert oynamak, mümkün mertebe toptan daha önde olacak şekilde hızlı bir şekilde sahada pozisyon almak ve pas alternatifi yaratmak, bek oyuncularının hücuma hızlı çıkışlarıyla oyuna tempo kazandırmak olarak anlatılabilir.


Türk futbolunun son yıllarda geri kalmasının en önemli sebeplerinin başında, futbolu hızlı oynamamak olduğunu söyleyebiliriz.

Teknik olarak futbolumuz iyi düzeyde, yetenekli oyuncularımız mevcut. Örneğin, milli takımda Selçuk, Emre, Hamit, Arda, Nuri, Topal, Mehmet Ekici gibi isabetli pas yapabilecek, oyunun kaderine etki edecek kaliteli oyuncularımız var. Ayağa isabetli pas istatistikleri baz alınırsa, milli takımımızın bugün 2012 Avrupa Şampiyonası’nda oynayan çoğu takımdan daha önde olduğu görülecektir. Ama bu pas alışverişini rakip takım defansif olarak pozisyonunu alacak şekilde yavaş yaptığımız için, topu ayağımızda fazla tuttuğumuz için, sahada topun çevresinde ve önünde çabucak pozisyon almadığımız için, sert kısa paslar kullanmadığımız için, beklerimizi hızlı bir şekilde hücum bölgesine taşıyamadığımız için 3. bölgede üretkenlik sağlayamıyoruz. Maçın sonunda oynadığımız pas futbolunun, sonuca hiç katkısı olmayabiliyor.

Süper ligdeki maçların çoğu o kadar düşük tempoyla oynanıyor ki derbi maçlarının dışında herhangi iki takımın maçlarını izlemek bir eziyete dönüşüyor. Defansif anlayışları da oturtan takımlar, yavaş oynadıkları için birbirlerine az pozisyon veriyorlar. Maçların çoğu bu sebeple keyifsiz ve mücadele şeklinde geçiyor.

Fenerbahçe’nin sabırla ama yavaş pas yaparak, temposuz oynadığı oyunla geçen sene süper ligde şampiyon olması, bu sene de bu hafta itibariyle lider konumda bulunması futbolumuzun yavaşlığını gösteriyor. Avrupa’daki takımlarımızın adı sanı duyulmamış takımlara elenmesi genelde ofansif olarak yavaş oyun oynamaktan kaynaklanıyor.

Hızlı futbol oynamak için ilk ve kalıcı adım olarak yapılması gereken altyapıdaki eğitim eksikliğini gidermektir. Futbolcu adayı olan her çocuk, hem mental anlamda hem de fiziki olarak hızlı düşünme ve hızlı hareket edebilme üzerine eğitim görmelidir. Örnek olması açısından Avrupa'daki futbol takımlarının altyapı ve üstyapı sistemleri incelenebilir. Yurtdışından federasyonun girişimleriyle getirilen performans uzmanı antrenörlerin ve mentörlerin milli takımlardaki ve üst düzey kulüp takımlarındaki altyapı seviyelerinden göreve başlamaları sağlanabilir.

Profesyonel takımlar bazında teknik direktörlerin hızlı futbol üzerine bilgilendirilmesi ve fiziki kalitenin bilimsel antreman programlarıyla daha yüksek seviyeye çekilmesi daha hızlı futbol oynanmasına katkı sağlayabilir.

Avrupa standartlarına uygun olarak futbolumuzun hızlandırılması, var olan teknik kalitemizin işe yarar hale gelmesini sağlayacaktır ve başarılar tekrar söz konusu olacaktır. Aksi halde, futbolumuz Avrupa futboluyla yarışamaz.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Sezonun İlk Galatasaray Analizi

Galatasaray, milli takımın Hırvatistan’la oynayacağı maçlar dolayısıyla liglere verilen ara itibariyle, 10 hafta sonunda topladığı 18 puanla ligde 3. sırada yer alıyor.

Bugün gazetelerde “10. haftalar itibariyle, tarihimizin en kötü sezonunu olan geçen sezondan sadece 2 puan daha fazla topladığımızı” gösteren istatistikî bir bilgiye yer verilmiş. İstatistikler konusunda Sir Alex ile aynı fikirdeyim. Bu yazıda asıl görülmesi gerekeni göstermek niyetindeyim.

Galatasaray ile ilgili sezon başlamadan yazdığımız yazının başlığı, Galatasaray’ın sezon içerisinde uygulaması gereken ilk ve en önemli düşünceyi yeterince anlatıyordu. Okumayanlar veya hatırlamayanlar için tekrar hatırlatalım : “Florya’da Hâlihazırda bir La Masia Yok: Sağlam Defans”

Bu yazımızda özetle, süper ligde kısa süre içerisinde somut başarıyı elde etmeye çalışacak bu takımın, sıfırdan kurulması sebebiyle, topu kendisinde tutma süresinin çok fazla olamayacağı, birinci önceliğinin takım olarak savunma yapmayı öğrenmek olması gerektiği anlatılıyordu.

Kolay gol yemeyi bir alışkanlık haline getirip, kazanan kimliğini kaybetmiş bir takım için, kaybolmuş özgüveni takıma, camiaya ve taraftara geri kazandırmanın pratik ve kalıcı çözümünün iyi bir defans anlayışı yerleştirmek olacağı gün gibi ortadaydı.

Bu hedefi gerçekleştirmek için 3 tane adımdan bahsetmiştik. Bu adımların ne oranda gerçekleştiğinden ve üzerine ne koyulup ne koyulamadığından bahsederek bugün geldiğimiz noktayı açıklamaya çalışalım.


Birinci adım, yeterli fiziksel güçlendirmeydi. Yönetim ve teknik heyet bu konuda çok doğru bir adım attı ve profesyonel futbol takımı sporcu performansı alanında hizmet veren Athletes` Performance kuruluşu ile işbirliği içine girdi. Almanya milli takımı gibi dünyanın en iyi fizik gücüne sahip milli takımının da bu kurumla çalıştığı biliniyor. Kurum Adam Rotchstein adlı performans uzmanını da sürekli olarak Galatasaray için görevlendirdi.

Geçen senelerde fiziki olarak kötü olan Galatasaray takımlarının, kötü oynamadığı birçok maçı, maçın belli bir bölümünden sonra, fizik olarak geriye düştüğü için puan kaybederek kapattığını iyi hatırlıyoruz. Fiziksel yetersizlik sonucu oluşan sakatlıklar sebebiyle en az 2 sezon UEFA Avrupa Ligi’nde çeyrek final kapısından döndük.

Bu sezon boyunca bugüne kadar, fizik gücümüzün yetersiz olduğundan dolayı herhangi bir maçta defansif veya ofansif dezavantaj yaşadığımızı hatırlamıyorum. Üstüne, fizik gücümüz son haftalarda iyi bir kaliteye ulaştığı için, daha az gol pozisyonu vermeye başladık. Bursa maçında bitime az bir süre kala gol yememize rağmen, oyundan kopmayıp karşılık verdik ve maçı kazandık. Ayrıca Gaziantep maçında beraberliği yakalayana kadar, Gaziantep gibi iyi bir takımı 10 kişi olmamıza rağmen sahasına mahkûm ettik. Sakatlanan oyuncu sayısı 2 veya 3’ü geçmedi, Yekta dışında hiçbir oyuncu uzun sakatlık yaşamadı (Yekta’nın sakatlığı bir talihsizlik).

2. adım oyuncu tercihleriyle alakalıydı. Öncelikle, kaleye Taffarel, Mondragon ayarında bir kalecinin gerekli olduğunu belirtmiştik. Uruguay’la Copa America’da son derece konsantre ve kaliteli bir kaleci olduğunu gösteren Fernando Muslera’nın transferi yerinde bir hamle oldu. Burada, basının futboldan anlamayan ama tribündeki taraftar üzerinde etkili olan bazı yazarlarının lig başladığından beri Muslera hakkındaki negatif yorumlarının yanlışlığından bahsetmek gerekiyor. Kalecilerin kurtaramayacağı bazı vuruşların, pozisyonların başına geldiği (şanssızlığı), yan toplardaki mantıklı çıkışları, oyunu takip etmesi ve yüksek konsantrasyonu, topu hızlı ve olumlu kullanma ve penaltı kurtarma yeteneği göz ardı ediliyor. Bana, iyi bir futbol izleyicisi olarak yeterli güveni kesinlikle veriyor.

Takıma liderlik yapabilecek, topu oyuna iyi sokacak bir defans oyuncusu gerekliliğinden bahsetmiştik. Ujfa bu anlamda sanki Galatasaray için yaratılmış. Tecrübesi, top rakipteyken gösterdiği agresifliğe ters oranda top ayağındayken gösterdiği sakinlik ile, Galatasaray’ın son derece ihtiyacı olan bir defans profiliydi. Neill’la yan yana seyretmek isterdim.

Eboue Sabri’ye yerinin garanti olmadığını hissettirecek, ama eğer Fatih hoca onu asıl yeri olan sağbekte değerlendirirse. Doğru bir transfer olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, Eboue ve Sabri’nin sağbekten başka herhangi bir pozisyonda görev yapmalarını doğru bulmuyorum. Özellikle Sabri’nin iç orta saha oynayamayacağını göremeyen iki tecrübeli hoca Fatih Terim ve Hiddink’i eleştirmek istiyorum. Sabri top saklama özelliği olmayan, topu ayağından çıkartırken hızlı düşünemeyen, geniş alanda baskı yaparken faul yapmadan topu alamayan, ne savunmada ne de hücumda doğru yer tutamayan bir oyuncu. Bunun yanında, belki dünya üzerinde onun kadar hızlı hücuma çıkan 2. bir sağbek örneği olarak Maicon ve Dani Alves’i gösteririz. Çabukluğundan başka mevkide yararlanmak isteyen iki hocayı da anlıyorum ama ortasaha oyuncusu dengeli olmayı da bilmeli.

“Top kapmayı iyi bilen, çalışkan, fizik gücü yüksek ve tecrübeli bir ön libero ihtiyacı gözüküyor.” diye bir söylemde bulunmuştuk. Melo bu tanıma cuk diye oturan bir oyuncu. Taraftarla bütünleşmesi, bu takıma verebileceğinin maksimumunu vermeye çalışmasını sağlıyor.

Oyuncu tercihleri olarak, doğru tercihlerin yapılması, takım defansının seviyesinin yükselmesine direkt katkı sağladı. Ancak hala, Arda’nın satılmasıyla takımda oluşan boşluk doldurulamadı. Maçın sonucuna doğrudan etki edecek, hücum ederken sorumluluk almaktan kaçmayacak bir oyuncu eksiğimiz göze çarpıyor. Devre arasında mutlaka bu yönde bir tercih kullanılması gerekiyor.

3. adım taktik anlayış ile ilgiliydi. Fatih Terim Derwall’den başlayıp, Kalli ile bir üst seviyeye çıkan kulüpteki hücum presi kültürünü en ideal seviyeye çıkartmış bir hoca olarak, bu özelliği yeni inşa ettiği takıma da yavaş yavaş yerleştirmeye çalışıyor. Bugün belki göze çarpmasa da Barcelona, Man. United gibi takımlar top kazanmak için harcayacakları zaman ve enerjiyi, topu oynamak üzere kullanmak için topu kaptırdıkları yerde prese başlıyorlar.

Galatasaray, iyi bir fizik güçle Elmander’in önderdliğinde önde pres yaparak ve yardımlaşıp alan daraltarak, rakip takımların top kullanmasına izin vermemesi dolayısıyla bugün enteresan bir maç olan Gaziantep maçını bir kenara bırakırsak, ligde en az gol yiyen takım durumundadır, son 3 maçtır gol yemiyor.

Fatih Terim öncelikle defans anlayışını oturtmak istemekle, Galatasaray’daki 3. dönemine önemli bir adım atarak başladı. Takım kısa vadede belki sadece geçen sezondan sadece 2 puan önde ama uzun vadede kritik dönemlerde çok işine yarayacak önemli yetileri kazanmaya başladı. Bu yetiler belki hemen etkisini göstermez ama bir takımı uzun süreli ve kalıcı başarıya götürür. Asıl görülmesi gereken budur.

Fatih Terim zaten pozitif oyun oynatmayı seven bir hoca. Galatasaray’daki ilk döneminde oynattığı oyunu sadece “kaos futbolu” olarak tanımlayanlar, 17 Mayıs 2000’deki maçın tekrarını bir daha izlesinler. 120. dakikada 10 kişiyle ayağa oyun oynamaya çalışan bir takımdı Galatasaray. Bugünkü takımın öne doğru oynadığı futbol, daha iyi oyuncular geldikçe ve takım birbirini daha iyi tanıdıkça mutlaka gelişir. Bu konuda, kısa süre geçmesine rağmen, alınan sinyaller olumlu. Elmander gibi uzun bir forvetimiz olmasına rağmen, tüm oyuncuların Elmander’in ayağına oynamaya çalışmaları önemli bir göstergedir. Sanırım Galatasaray iyi yolda.

Bu yazının "ben demiştim" yazısı olarak anlaşılmasını istemem. Sadece doğru yolda olduğumuzu ve bunun beni heyecanlandırdığını belirtmek istedim.

4 Kasım 2011 Cuma

Türk Maradona izdihamı

Çarşamba akşamı oynanan Bayern Munich - Napoli maçında taraftarlar Maradona ile fotoğraf çektirmek için izdiham yarattı.



 Maalesef, Napoli'yi desteklemeye gelmiş gibi görünen arkadaş, hayatını Maradona'ya benzerliğiyle kazanan Türk Vatandaşı Abi Atıcı'dan başkası değildi.




Her iki koluna saat takan, kapalı mekanda güneş gözlüğü kullanan, saç,sakal, göbek vs. her konuda ünlü futbolcuya benzemeye çalışan Abi Atıcı isimli vatandaşımız etrafındaki herkesi ikna etmişe benziyor.



kaynak







2 Kasım 2011 Çarşamba

Maradona 80'ler


Boca Juniors formalı Maradona terlikleriyle çok şık. (1974 yılı olduğu iddia ediliyor ama 14 yaşında görünmüyor burada kendileri.)  




Haziran 1982 -  Arjantin'in genç oyuncusu Diego Maradona, 1982 FIFA Dünya Kupasına katılmak üzere kimlik için poz veriyor. Oradakiler Boca Juniors'ın genç yeteneği olması dışında, kimin fotoğrafını çektiklerinin farkındalar mı acaba?








21 Ekim 2011 Cuma

Tevez formanı çöpe at kampanyası







Manchester şehrinin mavi ve kırmızı renklerini destekleyen taraftarlarını ortak paydada birleştirecek bir kampanya varmış bu hafta sonu: Tevez formanı çöpe at kampanyası.

Pazar günü oynanacak Manchester derbisi öncesinde iki kulübün taraftarı eski formalarını kırmızı ve gökmavisi renklere boyanmış geri dönüşüm kutularına atarak, huysuz Arjantinliye olan kinlerini gösterme şansı bulacaklar. İstenmeyen formalar Arjantin'e ya da Tevez'e karşı husumetleri olmayan yerel yardım kuruluşlarına göderilecek. Üstelik Tevez formalarını getirenlere yepyeni bir forma hediye edilecek. Evet, Manchester United taraftarları 2-3senelik Tevez formalarını yenileriyle değiştirebilecek.




Bu kampanya kulüplerin değil, resimdeki kamyonun üzerinde yazan bahis şirketinin pazarlama taktiği olsa da taraftarlar son derece memnun olacaktır.

Kaynak 





20 Ekim 2011 Perşembe

Adidas adipower Predator Intersport Özel Koleksiyonu Şimdi ve Sadece Intersport Mağazalarında!


adidas, tutkunun olduğu her yerde karşımıza çıkmaya devam ediyor. Son olarak, yeşil sahaların tozunu attıran Xavi’nin başrolde olduğu viral videosu ile dikkat çekiyor.



Bir bumads advertorial içeriğidir.


Tüm dünyada yalnızca Intersport’a özel tasarlanan ve sadece Intersport mağazalarında satışa sunulan adidas adipower Predator® koleksiyonunu Xavi test edip onaylıyor. İşte bu yüzden slogan: “Yeni adipower Predator®’ün gücüyle topa hâkim ol. Tıpkı Xavi gibi”.

adidas adipower Predator® Intersport özel koleksiyonu, A Milli Futbol Takımı oyuncusu ve Galatasaraylı futbolcu Selçuk İnan’ın da tercihi.

Üstelik 30 Ekim 2011’e kadar sadece Intersport mağazalarında bulunabilen adidas adipower Predator® Intersport özel koleksiyonundan alışveriş yapanlara bir adet de futbol topu hediye ediliyor.


Daha fazla bilgi için www.intersport.com.tr







14 Ekim 2011 Cuma

Uçakta Messi izdihamı




Hafta içinde Venezuela mağlubiyeti sonrası, Caracas'tan Barselona'ya giden uçakta yolcuları bir sürpriz bekliyordu. Lionel Messi, Javier Mascherano, German Denis, Ever Banega ve iki antrenör uçaktaki yolcuları epey heyecanlandırdı. Messi, uçağa tüm yolculardan ve hatta ışıklar kapatıldıktan sonra alınmasına rağmen yine de dikkat çekti ve tabiki first classta izdiham yaşandı. Başka çaresini bulamayan mürettebat, Messi'yi kokpitte uçurmak zorunda kaldı.

Havayolu şirketi : "Uçuş kuralları gereği, kokpite kesinlikle yolcu almıyoruz ancak Messi için istisnai bir şeyler yapmamız gerekti" açıklaması yaptı.

Kaynak

29 Eylül 2011 Perşembe

Ronaldinho vs Japan 2005-2006 [by nitter]

Her gün ilaç niyetine en az bir Ronaldinho video'su izlemek lazım abi bence. İsviçreli bilim adamları araştırsın bunu bak, kesin bir çok hastalığın tedavisinde kullanılmaya başlanır. Başka bir şey beni 5 dakika boyunca gülümsetemez ki!

11 kişilik bir Drag Yarışı




Arabalar birbirine rakip değil. Hepsi ayrı telden çalıyor. Ama sadece eğlenmek için yapılmış yarışlar, sporun doğasında var.

22 Eylül 2011 Perşembe

Owen Hargreaves gol atmış.


Manchester United'ta 3 sezonu sakat olarak geçirdikten sonra Manchester City'e transfer olan Hargreaves çıktığı ilk maçta güzel bir gol atmış. CM zamanlarından beri çok severdim bu adamı. Aldığım her takıma Arteta ile beraber transfer ederken "genç yetenek" olarak görürdük. 30 yaşına gelmiş. Aşağıdaki golünü görünce sevindim.


21 Eylül 2011 Çarşamba

AVRUPA’NIN ARDA’SI


Arda’nın oynadığı maçları, en azından özetlerini izlemişsinizdir. Sadece iyi oynamakla kalmayıp asist, direk hesabı istatistiklere de girdi ya, son günlerde nasıl keyifliyim anlatamam. (Bu kahrolası istatistikler bazıları için her şeyden önce geliyor maalesef.) Kendi başarımmış gibi, payım varmış gibi gurur duyuyorum.


Kaç senedir Arda’nın Avrupa’ya gitmesini istiyoruz ya, bu isteğimizin klasik sebepleri vardı. Ligimizde mental olarak yeterince gelişemeyecek olması, yaşı ilerlemeden gidip o en sevdiğim röportajında bahsettiği eksikliklerini gidermesi, hep şikâyet ettiğimiz basın değil de, sadece işine geleni takip eden zihniyetin etkisinden kurtulmasını istiyorduk. En iyi topu oynadığında bile, “bir önceki maç niye böyle oynamadı” gibi saçma yorumların uzağında olmasının daha iyi olacağını biliyorduk. Ancak bu klasiklerin dışında öyle bir sebebim daha var ki, en sıkı Galatasaraylı dostlarım bazen şöyle tespitler yaptılar: “Sen Arda Turan’ın iyiliğini, Galatasaray’ın iyiliğinden daha öncelikli buluyorsun.” Mecburen cevap olarak evet demek zorunda kalıyordum. Bazen bir şeyden son derece eminsinizdir ve o konuda sizden çok daha az kafa yormuş biri gelip lakayıt bir şekilde aksini iddia eder ya. Had safhada sinir bozucudur. İşte hepinizin etrafınızda duyduğunuzdan emin olduğum, Arda Turan’ın Avrupa’nın büyük liglerinde oynamak için yetersiz olduğu iddiası da benim sinirlerimi alt üst etmeye yeterli oluyordu. Cevap vermeye gerek duymadığım için de her defasında Arda’nın Avrupa’ya gidip kendini kanıtlamasını daha fazla istiyordum. Bunu belki de Arda’nın kendisi kadar çok istiyordum. Bu sezon’un sonunda saçma iddia sahiplerinin hepsine Arda ile ilgili görüşlerini tekrar sormak için sabırsızlanıyorum.

Arda daha fazla sivrilmeden yazmak istedim. Çünkü Arda kapasitesinin yarısını bile göstermedi, hani sazı eline almak derler ya, daha başlamadı. En önemli özelliğini sunmadı daha, sorumluluk almaya başlamadı. Bir futbolcunun lider olması için sırtına basılan bir numaraya ya da koluna takılacak bir pazubanda ihtiyacı yoktur. Hücum esnasında topu istersen, oyun kısırlaşırken, takımın zor durumdayken, beklentiler düşmüşken üç kişinin arasına ayağında topla dalıp risk alıyorsan bir süre sonra lider olursun zaten. Çok iyi kapanan bir defansa karşı top çevirirken, 70-80 dakika oynayıp deneyecek bir şey kalmadığında elini kaldırıp pas isteyecek oyuncudur Arda Turan. Benim için en önemli özelliği de budur. Oyuncuların bireysel olarak top ile ne kadar oynadığı gibi çok da verilmeyen bir istatistik ise Arda’nın bu özelliğini kanıtlıyor. Bazı maçlarda 5-6 dakika topla oynuyor Arda. (Bu özelliği sorumluluk alan futbolcu olarak tanımlamak istiyorum, en belirgin örnek olarak da Steven Gerrard’ı verebilirim.)

Arda’nın yeteneğinin farkında olup Galatasaray’dan gitmesini istemeyenleri ise Sarı-Kırmızı renkleri her şeyden daha büyük gördükleri için haklı buluyorum. Ekşisözlükte şöyle bir ifade okumuştum, çok güzel özetliyor: - Arda’nın Atletico’ya gidişinde, çocuğunu yurtdışına okumaya gönderen bir aile gibi hissediyorum. Gözümün önünde olmayacağı için üzülüyor, ama onun adına daha faydalı olduğunu bildiğim için seviniyorum.-

Daha fazla uzatmadan, Arda’yı iki sene içinde birinci torba takımlarından birinde izleyeceğimize inandığımı belirtmek istiyorum.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Arsenal için Marvin Martin dedikodusu.


Transfer dedikodularını sevmem ama bu adam beni heyecanlandırdı. Hem genç, hem fransız olunca uygun da düşüyor hani. Arsene hoca sever böylesini. Milan ve hem Sir Alex de bu Sochaux'lu oyuncuya devre arası talip olabilirmiş. Hayırlısı. Şöyle kısa da bir videosunu izleyin derim:




11 Eylül 2011 Pazar

İşinin ehli derler ya, Juninho!





Fransa'da, İspanya'da, Katar'da, şimdi de memleketinde Vasco formasıyla yazmaya devam ediyor. 




10 Eylül 2011 Cumartesi

Brezilyalılar ve garip gol sevinçleri





Neymar, Avai'ye karşı gol atan arkadaşına sevincini defalarca tokat atarak gösteriyor. Parmak sallayıp seyirci selamlamak da Ronaldo'nun işiydi zaten. (orjinal Ronaldo)

Felipe Anderson'un göl kıvamındaki sahada attığı gol de alkış alıcak cinsten. 






Klose hiç değişmiyor



szólj hozzá: Mil 0-1 Laz

Dün akşam, Milan'ın Lazio ile 2-2 berabere kaldığı maçta Klose'nin harika golü. 

8 Eylül 2011 Perşembe

Hafta sonu oynanan milli maçlardan kalan kareler

Negredo

Ronaldinho
Pazzini

Boateng ve Neymar






Fabregas
Villa
Villa

Capello ve Andy Carroll



Rooney


Fernando Llorente

Hulk


Buffon

Neymar











Fotoğraflar: Zimbio.com

7 Eylül 2011 Çarşamba

Red or Black // Van Persie or Fabregas



Red or Black in son bölümünün iki ağır konuğu var. Van Persie ve Fabregas. Yarışma konusu doğal olarak futbol. Son derece keyifli.

Bilmemkaçıncı "Messi ya la" vakası



Hakem arkadaşımız, Venezuella ile oynanan hazırlık maçı öncesi Messi ile fotoğraf çektirmeye çalışıyor. Facebook'a koyacak sanırım. Haksız mı, bence değil.

VİYANADA AÇIK HAVA OPERASI vs. TÜRK FUTBOL SEYİRCİSİ



Viyana'da bilet tükendiği için Opera'ya gidemeyip dışarıdaki ekrandan izlemek zorunda kalan kalabalık, bir darbede bizimkilerden almış. Bizim Tribün çocuklarının sesi, tabiki hoparlörleri bastırmış. Biraz da küfür ediyorlar sanki.

1 Eylül 2011 Perşembe

Ronaldinho vs. internacional by nitter



Madem Brezilya'da kaldı, Ronaldinho'nun güncel hallerini özet görüntülerden takip etmeye devam edelim. Nitter'in özel videolar'ıyla R10'un oynadığı maçlardan görüntüleri burda paylaşacağım. Santrada oyunu başlatırken bile daha bi güzel dokunuyor topa bu adam.

26 Ağustos 2011 Cuma

Bir çok dış falso gördük, bu başka!



Ayağının dışıyla atılan golleri, pasları çok severim. Bu sebeple Quaresma'nın yeri bende ayrıdır.
Şu andan itibaren Jeremain Lens'in de yeri ayrı olacak. Unutmadan, gol atmak yerine faul almayı da seçebilirmiş. Yerden kalkışı için de ayrıca tebrik edilir bu adam.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

109 Çinli çocuk, izlemeyen kalmasın



Hayatımda gördüğüm en güzel organizasyon diyebilirim.





Bu çocuklar yerine, 25-30 tane brezilyalı çocuk olsa çok farklı olabilirmiş gibime geliyor.
Ha bir de, ikinci yarıda Madrid kalecisine gol yememe primi mi önermişler acaba?

5 Ağustos 2011 Cuma

Fatih Hoca Motivasyonu


“Büyük bir mucize olmazsa 2010 dünya kupası Türkiyesiz ve eksik oynanacak. Çünkü birçok takımdan güçlü ve yetenekli kadromuzla her turnuvaya renk katacağımızdan eminim. En azından Bosna’dan daha eğlenceli top oynuyoruz. Futbolcularımız Bosna maçında ellerinden geleni yapmaya çalıştılar, olmadı. Şanssızdık, top bizi sevmedi falan demek isterdim ama ne yazık ki o kadar basit değil. Biz bu gruptan çıkabilirdik. Biz Estonya gibi takımlara puan kaybettikçe, büyük maçları oynamaya takatimiz kalmıyor. Fatih Terim’in en önemli silahının ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Motivasyon. Fatih hoca gazla çalışan takımlar yaratıyor, her şey başta çok güzel işliyor, sonra tabiî ki yakıt çabuk bitiyor. Grup maçları savaş halinde geçtiği için, elemelere kaldığımızda takımın yarısı sakat, çeyreği cezalı, geri kalanı yorgun oluyor. Aynı senaryo Estonya maçında da gerçekleşti. Estonya bize iki gol attı. Neden? Çünkü rahat rahat oynayıp yenmek yerine, Fatih hoca çocuklara “çıkın!, yenin!, parçalayın!, fark atın!” motivasyonu yaptı. Üstüne bir de erkenden golü yiyince takımın yetenekli ayakları yorgun düştü. Bosna maçının 60. dakikasında Tuncay’ın, Emre’nin, Arda’nın yürüyecek hali kalmamıştı. Kalsa bile cezalı oldukları için gelecek maçlarda oynayamayacaklardı. Fatih hoca sakin olsa, kadroyu daha verimli kullansa, önündeki maçlar için daha düşünceli davransa, biz Estonya’yı güle oynaya yenerdik. Yıldızlarımızı yormadan, gider Bosna ile oynardık. Dünya kupası da Türkiye’den eksik kalmış olmazdı. Neyse, bir dahaki sefere!”

Yukarıda, eskilerde yazılmış bir paragraf var. Kolay kolay karşılaşılmayan Fatih Hoca eleştirilerinden birisidir. Şimdilik bu yazıyı bir kenara bırakırsak, Galatasaray-Liverpool maçını izlerken aklımdan geçenleri burada birleştirmek istiyorum.


Eskiden, Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi maçı olduğunda birkaç gün öncesinden heyecanlanmaya başlardım. Okulda, yolda, evde, yemek yerken, oyun oynarken, ders çalışırken ve hatta gece uykum bölünmüşken bile Çarşamba akşamı 21.45’te maçımızın olduğu aklımdan çıkmazdı. Etrafımda ne olursa olsun, 3–4 gün boyunca gündemimin birinci maddesi, Şampiyonlar liginde maç oynayacağımız olurdu. Inter ve Liverpool ile üst üste oynamak olunca, dostluk maçı da olsa hoşuma gitti. Ne var ki, maçlardan önce izleme isteği gelmedi bir türlü. İlk on dakikayı falan izlemeden geçirdim. Sonra TV’nin karşısına zorla da olsa geçtim. (Şike soruşturmasının bulandırdığı midelerimiz, futbola olan ilgimizi azaltıyor galiba.) Önce istemezliği şike soruşturmasına bağladım ama sonra hazırlık maçları ile ilgili bir türlü değişmeyen görüşüme verdim sebep ve sonuç ilişkisini.


Küçüklükten beri, hazırlık maçlarında iyi futbol oynamanın kimseye bir faydası olmadığını düşünürüm. Bu düşüncenin çıkış noktası tamamen gözleme dayalıdır. Ne zaman Avrupa’nın üçüncü, beşinci lig takımlarına üç-beş atsak, ilk ciddi maçımızda yenilirdik. Rakip kalitesi gittikçe yükselse de hazırlık maçında iyi futbol oynamanın faydasına inanmadım hiçbir zaman. Aksine kötü futbolun, eksiklerin, zayıflıklarının çok daha faydalı olacağına inanırım. Bir de işin motivasyon kısmı vardır. Son derece düz bir mantıkla hazırlık maçında oynanan iyi futbolun, gerçek rakipleri küçümsemeye yol açacağını, kötü futbolun, mağlubiyetin ise oyuncuların işi daha sıkı tutmasını sağlayacağına inanıyorum.

Söz konusu motivasyon olunca, Fatih hocanın olduğu yerde kimseye laf düşmez. Ama Liverpool maçını izlerken, Fatih hocanın bu gücünün bizi bir süre sonra zor durumda bırakabileceği geldi aklıma. Yukarıdaki eski paragraftan bahsetme sebebim de budur. Daha ligin başlamasına 1 ay var. Futbolcuların hazırlık maçında bile bu şevkle oynadığını görmek sevindirici ama bunun nereye kadar böyle gideceğini kestirmek kolay değil. Üçüncü, dördüncü haftada sakatlıklar başlarsa, kart sınırları zorlanmaya başlarsa durum aleyhimize dönüşecektir. Bu da zaten her zaman Fatih hocanın dezavantajı olmuştur.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Sıkılan Bir Taraftar Konuşuyor

Sıkı bir taraftar olmak, ne demektir?

Bence tribünlerde yerini alma imkânı olanlar için, takım kötü oynasa da ah vah etmeden, hep takımın arkasında olmak, tribünde yerlerini alamayanlar için belki de TV başında tüm maçları takip etmek, tuttuğu takım kendi yaşadığı şehre geldiği zaman yağmur, çamur, soğuk demeden statta yerini almak, takımın 11’ini ezbere saymak, sırf tuttuğu takım galip gelsin diye birtakım uğurlar yapmak, dualar etmek, yeri geldiğinde maçın heyecanından tuvalete gitmek, durup dururken kendi kendine marşları mırıldanmaktır.


O takım sırf başarılı diye değil de başka değerler uğruna renklere sevdalanmak, bu sevda için bazı fedakârlıklarda bulunmaktır.

Fast-food kültürü, ilkokul sıralarından başlayan rekabetçi eğitim modelimiz, modern olma özentileri, özgürlüğün bizlere miras bıraktığı insanların insanlara gösterdiği asilik(anne – babaya karşı olan dâhil), utanılacak her türlü durumdan insanların yüzsüz ve daha güçlü çıkışları gibi günümüz normalleri(!) sanırım bir değere, bir insana “sıkı” bir sevgi duymamıza fırsat vermiyor. Ya da daha güzel bir anlatımla sadece sevgi duyduğumuz için değil de başka menfaatleri önemli ölçüde göz önüne alarak herhangi bir şey için sevdalanıyoruz.

“Bugün keşke bu yukarıda saydığımız normaller(!) oluşmasaydı veya oluşmalarına engel olunmalıydı.” demek niyetinde değilim. Hem yaşadığımız bu devrin bu tarz negatif görünen taraflarının dışında, çok olumlu tarafları da var.

Sporun dalları da dahil olmak üzere her iş alanının, çok hızlı bir gelişim içinde olduğunu çok rahat bir şekilde fark ediyoruz. Çoğumuz nasıl geliştiğine kafa yormadan birçok teknolojik özelliği eskitiyoruz, her gün daha efektif bir çözüm bekliyoruz, kolay beğenmiyoruz. Yeri geliyor bugün, Messi gibi bir futbolcuyu eleştiriyoruz.

Geçmişte sakin, monoton ve yavaş gelişen hayat birden anormal hızlandı. Her atağın gol pozisyonu olmasını ister hale geldik. En ufak bir akışkansızlığın sabrımızı taşırdığı günlerle tanışmaya başladık. Hızlı yaşamak sanırım bizi sevgiden uzaklaştırdı.

Sözle açıklanamaz bazı değerler, kurumların, insanların yüzyılları bulan geçmişleri ve gelenekleri uğruna bir nesneye, bir insana, bir takıma sevdalanmanın artık yaşadığımız günün şartlarıyla bağlantılı olarak gerçekleşmeyeceği ya da zayıflayacağı döneme yavaş yavaş girildiği kanaatindeyim.

Yaşları 20’yi geçmeyen yeni neslin “sıkı” bir taraftar olmaması galiba çok normal, bence beklentilerimizi arttırıp, sitem edip kendimizi üzmekten, kandırmaktan vazgeçelim. Samimi ve asil bir taraftar profili artık çok uzaklarda.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Nasıl Olacak?


Normal şartlarda transfer haberlerinin uçuşacağı sayfalarda telefon kayıtları, el değiştiren para görüntüleri, futbolcu ifadeleri okuyoruz. Şikenin, spor gündeminde birinci madde olarak devam ettiği her gün, beni futboldan biraz daha soğutuyor.

Biz gerçekçi olmadığı için Amerikan güreşine bile burun kıvırırken, en sevdiğimiz sporun senaryolardan oluşma ihtimali son derece üzücü bir durum. Bunların üstüne, bahis organizasyonları, yayın gelirleri, büyük firmaların reklam kampanyalarını düşününce, insanın aklına bin türlü komplo teorisi geliyor. En sevdiğimiz sporun, tahmin ettiğimizden de çok kirlenmiş olabileceğini fark ediyorum.

Anadolu takımları üst sıralara oynamaya başladığında çok sevinmiştik. Futbol artık daha keyifli olacaktı. Kimse elini kolunu sallayarak maç kazanamayacaktı. Şimdi ise Anadolu takımlarının güçlenmesinin altında bit yenikleri arıyoruz.

Geriye dönüp bakınca, her hakem kararı, her kaleci hatası, kendi kalesine atılan gol, herhangi forvet oyuncusunun beceriksizliği bize batmaya başlayacak. Teknik ekibin yaptığı oyuncu değişikliği, hiç kimse için bir şey ifade etmeyecek. Bu örneklerden sabaha kadar yazabiliriz.

Özetle futbolumuzu zor günler bekliyor. Hangi takımın taraftarı olursanız olun, futbol izlemenin hiçbir anlamı kalmayacak.

İzlemek için sebep çok



Bu maçın özetini izlemeniz için üç sebep veriyorum:
Harika bir geri dönüş, Neymar , santrada maçı başlatırken bile topa farklı dokunan RONALDINHO!

Gole bak!! Neymar.



Ara sıra Robinho'ya benzetiyodum, ama bu Neymar ikinci Robinho vakası olacakmış gibi görünmüyor.

22 Temmuz 2011 Cuma

“Türkiye’nin teknoloji ekranı” TeknoTV yayında!


Teknolojiyi her yönüyle, enine boyuna işleyen video kanalı TeknoTV, Hürriyet WebTV çatısı altında yayın hayatına başladı.

“Türkiye’nin teknoloji ekranı” sloganıyla yola çıkan bu kanalda, siz internet kullanıcıları için günlük hayatta oldukça fayda sağlayacak teknolojik püf noktaları yer alıyor. Ayrıca, merakla beklediğiniz en yeni ürünlerin özel tanıtımları ve satın alma rehberleri PCnet Yayın Yönetmeni Erdal Kaplanseren ve Çağla Pınar Tunçel’in sunuculuğunda yayımlanıyor.

webtv.hurriyet.com.tr/teknotv adresinden ulaşabileceğiniz TeknoTV, her hafta onlarca video ile zenginleşerek yeni içerikler sunmaya devam ediyor.

Örneğin, son dönemin en popüler ürünlerinden olan 3 boyutlu televizyonlarla ilgileniyorsanız, bu incelemeyi mutlaka izleyin! 3D teknoloji hakkında bilmeniz gereken temel bilgileri ve 3D TV satın alırken nelere dikkat etmeniz gerektiğini Erdal Kaplanseren anlatıyor:
Bir bumads advertorial içeriğidir.
















Content on this page requires a newer version of Adobe Flash Player.



Get Adobe Flash player




12 Temmuz 2011 Salı

Kazanmayı Seven Başkan


Bir öğrenci sınavda neden kopya çekmeye ihtiyaç duyar? Çünkü sınava yeteri kadar çalışmamıştır. Sınava hakkını vererek çalışan öğrenci kopya çekmeyi aklından bile geçirmez. Çünkü soruların tümünü cevaplandırabileceğine dair özgüveni yüksektir.
Fenerbahçe Aziz Yıldırım’ın 13 senelik başkanlık döneminde, şu an muallakta olan şampiyonluğu dahil olmak üzere 5 kere şampiyonluk elde etti.

Ben de Galatasaraylı kimliğimi bir yana bırakıyorum. 25 yaşındayım. 13 senelik Aziz Yıldırım’ın başkanlığı süresince her sene Fenerbahçe’nin 34 lig maçının en az 20 tanesini 90 dakika canlı izlemişimdir. Bu 13 sene boyunca, “Fenerbahçe’nin muhteşem oynadığı aklında kalan maç veya maçlar var mı?” diye sorsalar Denizli’de şampiyonluğu kaybettiği sene Galatasaray’la kendi evinde oynayıp 4-0 kazandığı maç derim. Bir de Zico zamanında CL’de Kadıköy’de oynadığı maçları söylerim.

13 sene için 13 x 34 lig + Avrupa maçlarını bir araya koyduğumuz zaman topu topu 5 tane harika maç hatırlıyorsam, burada bir sıkıntı var demektir.

Fanatizmi bir yana bırakmış, futbol sevdalısı Fenerbahçeli arkadaşlarımın çoğu da Fenerbahçe’nin Aziz Yıldırım dönemi boyunca doğru düzgün, tüm maçların hakkını tam anlamıyla vererek top oynamadıklarından şikâyetçiler. Yanlış anlamayın, kazandıkları şampiyonlukların hiçbirinde şaibe aramıyorum. Ama bu dönem boyunca sınav için çalışmanın yeterli düzeyde olmadığından bahsediyorum.



Türkiye Süper Ligi hepimizin bildiği gibi büyük takımların hegemonyasında geçiyor. Hangi büyük takım o sene diğerlerinden biraz daha farklı bir şeyler ortaya koyuyorsa genelde şampiyonluğu elde ediyor. Futbolun ülke içi organizasyonsuzluğunun sonucu olarak büyük takımlar sadece formalarını koysalar ligi zaten ilk 7-8 sırada tamamlıyorlar.

Fenerbahçe ne yazık ki Aziz Yıldırım dönemi boyunca sadece ligde şampiyon olmayı bir hedef olarak gördü ve bu dar vizyonla takımı iyi oynamaya yönlendirecek değil de taraftarı coşturacak, medyayı kendi tarafına çekecek, günü kurtaracak yıldız transferlere yöneldi. Bu vizyon Türkiye’de ligleri silip süpürmeye yetebiliyor. Ama foyamız Avrupa’da ortaya çıkıyor. Takımlar elde ettikleri lig şampiyonluklarının ne kadar başarılı bir çalışma sistemiyle elde edildiğini Avrupa’da görme şansına erişiyorlar. Maalesef kulüp takımı düzeyinde son birkaç yıldır çok gerilerdeyiz. Ortalama seviyede Avrupa takımları sadece fiziki güçleriyle takımlarımızı alt ediyorlar.

Bu gözlemin tek bir açıklaması var. Başarıların gelmesi, iyi plan ve iyi bir çalışma sistemi kurulmasından ziyade; bireysel performanslar, ekstra şans, karşı takımların zayıflığı gibi faktörlerin birleşmesiyle gerçekleşiyor.

Geçen yazımızda, şike gündeminde en çok zarar görecek olanın, “futbol” olduğundan bahsetmiştik. Diğer mağdurlar da Fenerbahçe teknik heyetini temsilen Aykut Kocaman, futbolcuları temsilen ise kaptan Alex’tir benim gözümde. Fenerbahçe’nin yıllardır doyurucu futbol oynamadığını kabul etmemize rağmen, son sezonu istisna olarak gösterebiliriz. Yıllardır ilk defa Fenerbahçe maçlarını keyif alarak izlediğimi ve sezon başından beri, bunun Aykut Kocaman’ın eseri olduğunu savunduğumu belirtmek isterim. Aynı şekilde Alex’in üstün performansından da son derece keyif aldığımızı kimse inkâr edemez. Böyle bir sezonda ortaya çıkan bu tatsızlık, futbolcuların ve teknik ekibin emeklerini hiçe saymıştır. Yöneticilerin saha dışında karıştırdığı işler, sahada emek veren adamların akıttığı terleri gölgelemiştir. Futbol’un kendisinden sonra, şikenin açığa çıkması en çok Aykut hocayla, Alex’i üzmüştür.

Bir takım şampiyon olmak istiyorsa şampiyonluğun hakkını verecek kadar çalışmalıdır. Eğer çalışmışsa rakiplerinin tümünü bileğinin gücüyle yenebileceğine inanır. Bu durumda futbol dışı hukuksuz girişimlere ihtiyaç da duymaz.

Aziz Yıldırım eğer bu tarz bir girişimde bulunmuşsa – ki bunu düşünmek bile istemiyoruz – dersine iyi çalışmadığı için bu sene de bir son dakika golü yiyebilme korkusuyla bunu yapmıştır. Futbolu futboldan anlayanlara emanet etmeye başladığı bu sene, güzel futbol oynamanın şampiyonluğa yetmeyeceğini düşünmesi, futbolu değil de kazanmayı seven bir başkan olduğunu özetliyor. Sanırım, sadece kazanmaktan başka, futbolu da seven başkanlara ihtiyacımız var.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Tatmin ya da Tatminsizlik



Güney Amerika’daki futbol turnuvasının, yalan yanlış transfer haberleri kadar kımıldatamadığı futbol gündemimiz, pazar günü sabahtan gelen gözaltı haberleriyle epeyce hareketlendi. Her zaman olduğu gibi Fenerbahçe ön plana çıksa da, dolaylı veya direk olarak tüm Türk Futbolunu zararlı çıkaracak bir süreç içerisindeyiz. Taraftar olmanın verdiği heyecanla rakiplerin zor durumda kalmasını isteyebiliyor insan önce. Oh olsun, beter olsun diye içimizden geçse de, aklıselim düşününce meselenin “sen, ben, o” değil de “biz” olduğunu kavrıyoruz. Alt lige düşmek, şampiyonluk unvanını kaybetmek, yayın gelirinden mahrum kalmak vs. gibi detaylardan bahsetmiyorum. Beni endişelendiren, futbol keyfimizin zarar görecek olmasıdır.


Bu spor, futbol, büyük bir çoğunluğun birincil hatta tek hobisi sayılır. Bu endüstride çok büyük paralar dönse de, futbol sevgimiz, maç izleme isteğimiz amatörlükten daha ileriye gidemiyor ki. Bu oyunun şaibeli olduğunu bile bile nesinden zevk alır ki insan? Söz konusu maddiyat olunca, birtakım adaletsizlikler insanın içine sinebilir. Ama keyfimiz söz konusu olursa, yapay olduğunu bilmek her şeyi anlamsız kılar. Örnek vermek gerekirse, bir paket sigarasına tavla oynayan iki adam düşünün. Burada amaç sigarayı kazanmak olduğu için, zar tutmanın bir anlamı olabilir. Sonuçta kazanılacak elle tutulur bir şey vardır. Bir de keyifli vakit geçirmek için tavla oynayan iki arkadaşı örnek alalım. Taraflardan biri zar tutarsa, oynadıkları oyunun herhangi bir anlamı kalır mı? Oyunun başında büyük zar atan kazansın o zaman, niye pul saysınlar ki? O meşhur reklam filminde de belirttiği gibi, paranın satın alamayacağı şeyler vardır. Maçın başından beri beklediğin ama 93. dakikaya anca gelen gole kırk bin kişiyle aynı anda sevinmek, hangi kredi kartının limitine sığar? Uzun süre bekleyip de son dakikada gelen golün yaşattığı keyif çok üstündür. Ancak rakip kaleciden en ufak bir şüpheniz varsa, maalesef o gol sizi zerre kadar mutlu etmez.



8-9 yaşımdayken bilgisayara karşı futbol maçı yapar, yeniliyorsam rakip takımın kontrollerine geçip kendi kaleme gol atardım. Neyse ki böyle yaptığımda oyunun hiçte zevkli olmadığını, sadece kendimi kandırdığımı ilkokulu bitirmeden anlamıştım. Canlı izlediğimiz bir maçta, takım kontrollerinin futbolcu ve teknik direktörler dışına çıktığı hissedilirse, en sevdiğimiz sporu izlemenin anlamsızlaştığını fark edeceğiz. Maalesef, futbol kirlendi. İlk defa kirlendiğini mi zannediyorsun diye sorabilirsiniz. Cevabım evet olacaktır. Maddi olarak fayda sağlayanlar dışında, bir insanın spor müsabakasını kazanmak için hile yapmasını anlamlandıramıyorum. Fenerbahçe yöneticisi, rakip futbolcunun yapay davrandığının bilincindeyse, takımının şampiyonluğundan zevk alamayacaktır. Demek ki kocaman adamlar kendilerini kandırdıklarının farkında değiller. Nasıl bir tatmin duygusu bu acaba? 6 yaşındaki Fenerbahçeli Demir’le beraber maçı izleyen ikiz kardeşi Beşiktaşlı Sarp’ın, derbi maçından sonra akıttığı gözyaşları boşuna mıymış?

Hukuki olarak nasıl işleyeceği hakkında yorum yapacak konumda değilim ama ezeli rakibimiz de olsa, şahısların yaptığı yanlışların 100 yıllık bir kulübe zarar vermesini istemiyorum.

sarı lacivert ciple kutlama



Fenerbahçeli arkadaşlar, şampiyonluk kutlamaları sırasında bu videoyu saklamaya karar vermiştim, ancak bu sıkıntılı süreçte yayınlamaya karar verdim. Lütfen yayınlama zamanlamasının altında art niyet aramayınız. Sadece, izleyen herkesin yüzünde ufak da olsa bir tebessüm yerleştirebildiği için buraya koyuyorum. Ezeli rakibimiz de olsanız, şahısların yaptığı yanlışların 100 yıllık bir kulübe zarar vermesini istemeyiz.

30 Haziran 2011 Perşembe

Adrenalin




Bmw en güzel reklamlarını en çirkin arabasına çekiyor hep. Orada bir M3 olsa fena mı olurdu?

22 Haziran 2011 Çarşamba

Tekil senenin yazı ve Copa America

Sonu tekil rakamlarla biten bir senenin yazını yaşıyoruz ve her zamanki gibi futbol adına doyurucu bir şeyler bulmakta zorlanıyoruz. Bu boşluktan mütevellit abuk sabuk transfer haberleri havalarda uçuşuyor. Asılsız transfer haberi her zaman mevcut, ancak bu yaz futbolla ilgili elle tutulur başka hiç bir şeyimiz olmadığı için her hangi bir gazetenin köşesindeki futbolcu yakıştırması, abartıla abartıla herkesin ciddiye alacağı bir haber haline dönüşüyor. Konuşulacak konu eksikliği bulunduğu için kulüp yöneticileri bile çıkıp, bitmemiş transferler hakkında açıklama yapma zorunluluğu hissediyor.

Neyse ki Galatasaraylı basketbolcular üstün çaba gösterip, seriyi 3. maçta garantileyeceğini düşünen Fenerbahçe’yi yanılttılar da 6 tane kaliteli maç izlememizi sağladılar. Sarı kırmızılılara gösterdikleri azim için teşekkür ediyorum. Diğer taraftan sarı lacivertlileri de önlerine gelen her yarışmayı kazandıkları için tebrik etmek lazım. Bu noktada Aziz Yıldırımın da artık Türk futbolunun değil, Türk sporunun en önemli isimlerinden biri olduğunu kabul etmek gerekir. Birkaç günlüğüne dikkatimizi çekmesi iyi oldu ancak Galatasaray – Fenerbahçe rekabeti bile olsa, basketboldan futbolun verdiği tadı alamıyorum. Bu nedenle Güney Amerikalı dostlarımızın uluslararası futbol turnuvasının bir an önce başlaması için sabırsızlanıyorum.


Copa America, ilk olarak 1916’da Arjantin’de yapılan, ev sahibi dışında Brezilya, Şili ve Urugay’ın katıldığı ilk uluslar arası futbol turnuvasının günümüzdeki gelişmiş halidir. Bu seneki turnuva da Arjantin’de, 1-24 temmuz tarihleri arasında yapılacaktır. 10 tane Güney Amerika ülkesi dışında Meksika ve Kosta Rika da bu turnuvaya davet edilmiştir. Bu kadar teknik bilgi bana da fazla geldiği için burada kesmem gerekir.

Daha turnuva başlamadan keyfimizi yerine getiren, hazırlık maçında Aguero’ya verdiği pasla yine Messi oldu. (Geniş özet) Brezilya da bu işi ciddiye alır, Forlan da oynarsa bu turnuva tadından yenmez olacak. Tabiî ki birde 2010 Dünya Kupasında oynadıkları futbolla herkesin gönlünü çelen Şili var ki yeni teknik direktörü Claudio Borghi ile nasıl bir değişim yaşamış olduklarını gözlemlemek için sabırsızlanıyorum. (Şili’ye o harika futbolu oynatan Marcelo Bielsa ise federasyonla alakalı sorunları yüzünden görevi bırakmıştı ve şu anda her hangi bir takımı çalıştırmıyor.)



Arjantin’le aramızdaki 6 saatlik farktan mıdır bilmem ama henüz turnuvayı yayınlayacağını açıklayan bir TV kanalımız yok. Youtube maçları 50 ülkede canlı yayınlayacağını açıkladı ancak bu 50 ülke arasında Türkiye’nin olup olmadığı da belli değil. www.youtube.com/user/CopaAmerica adresine tıkladığımızda da 2004 ve 2007 senesi için yüklenen maçları ülkemizden izlemeye izin olmadığını belirtiyor ki bu da iyi bir işaret değil. Bize yine Proxy, IP, DNS ayarlarıyla oynamak düşecek galiba.

21 Haziran 2011 Salı

Copa America - Brasil Highlights 2004



Ben Brezilya ırkının üstün olduğunu düşünüyorum. Evet, Brezilya diye ırk olduğuna da inanıyorum ne var?

13 Haziran 2011 Pazartesi

10 Haziran 2011 Cuma

Florya’da Hâlihazırda Bir La Masia Yok: Sağlam Defans

“En iyi savunma hücumdur.”
“Top bizdeyken onlar gol atamaz.” Johan Cruyff

Blog ekibi olarak her iki görüşe de bugüne kadar yazdığımız yazılarla gereken desteği verdik. Güzel oyun amacı güden futboldaki her öğenin birer taraftarı olduğumuzu gösterdik.

Yine de iyi biliyoruz ki Florya’da hâlihazırda bir La Masia yok. Sadece bundan 20 yıl sonra için yeni yeni bir hayal kuruluyor, çalışmalar henüz proje aşamasında.
O zaman Galatasaray, bundan 1,3,5 ve 10 sene sonrasında endüstriyel futbolun yükümlülüklerine boyun eğmeden, taraftarını sürekli motive halde tutmak ve sahada kaybolmaya yüz tutmuş winner kimliğini geri kazanmak için ilk olarak sağlam bir defansif anlayışı takıma oturtmak zorundadır.

“Florya’da hâlihazırda bir La Masia yok.” derken saha içinde ve dışında küçüklükten beri birbirlerini iyi tanıyan, güzel oyun felsefesiyle futbolu ilk öğrenme çağlarında tanışan, topun kıymetini iyi bilen bir ekibi kısa vadede profesyonel olarak bir arada aynı sahada görmemizin mümkün olamayacağını anlatmak istedim.

Yani emin olun bu kısa vade içerisinde, ayağımızdaki topu çoğu zaman en sonunda rakibe kaptıracağız. Topun bizim takımda kalma süresi çoğu zaman karşı takımla eşit düzeyde olacak. Galatasaray’ın topun rakipte olduğu bu kayda değer zamanı nasıl değerlendireceği, geleceğini belirleyecek öncelikli konu olduğunu düşünüyorum.

Yıllardır bütün takım olarak defansı iyi yapan kulüplerin, başarılı olduklarına tanık oluruz. Çünkü takımlar gol yemedikleri her dakika daha fazla direnç kazanırlar, özgüvenleri yerine gelir. Bu direnç psikolojik olarak gelişse de aynı zamanda fiziksel olarak da sahada kendini gösterir. Galatasaray özellikle son yıllarda sahasında veya deplasmanda fark etmeksizin her türlü golü kalesinde görür duruma geldi. Psikolojik olarak gol yenilince geriye giden takım, birçok kez sahada direnç gösteremeyecek konuma düştü. Sonuç olarak, başarısızlıkta da belki de yaşanabilecek en dip noktalar yaşandı.

Bu noktada yanlış anlaşılmak istemiyorum. Defansı iyi yapan takım olmak demek, birincil amacı savunma olan, gol yememek için gol atmamayı göze alan takım olmak değildir. Ofansif futbol oynayan bir takım, iyi savunma da yapabilmelidir. Barcelona’yı tekrar tekrar örnek vermeye gerek yok sanırım.

Geçmişte takımın başında bulunanlar, ilk olarak planlı bir defansif anlayışı yerleştirmeyi düşünseler, belki de ofansif oyun anlayışını kültüründen alan bu takım, kazanma yetisini bu kadar kolay yitirmezdi.

Geçmişte yapılanlar, yapılmayanlar, aksaklıklar, eksik uygulamalar, dünya üzerindeki pozitif örnekleri bir araya getirip göze önüne aldığımızda “Galatasaray futbol takımı nasıl sağlam bir defansif sisteme sahip olur?” sorusuna 3 başlık altında yanıt vermeye çalışacağım.

1) Yeterli fiziksel güçlendirme

İleri bilim ve teknolojiden yararlanılarak sıkı ve doğru antrenman programları hazırlanmalı. Bireysel fiziki çalışmalar disiplin altına alınmalı ve arttırılmalı. Kısa vadede etkili tedaviler geliştirebilecek ve gerçekleştirebilecek kapasitede bir sağlık kurulu oluşturulmalı.

Fiziksel kalite bir standarda kavuşmalı. Öyle ki medya ve taraftar fiziksel güç konusunda herhangi bir yorum yapmaya gerek duymamalılar. Siz hiç Avrupalı büyük takımlardaki oyuncuların fiziksel problem yaşadığından dem vurulduğunu gördünüz mü? Mesela “Rooney fizik olarak hiç hazır değil.” diye PLTV yorumcularından herhangi bir şikâyet geldiğini? Mümkün değil. Olsa olsa sakatlıktan çıkıp oyuna girdiği ilk maçta son 10 dakika boyunca böyle bir yorum gelebilir.

Özellikle defansif pozisyonlarda görev alan oyuncuların fiziksel yetersizliği daha bir çekilmez hal alıyor. Zaten tercih ediliş sebepleri fiziksel güçten kaynaklanan oyuncularının son yıllarda topu topu 20 maçı çıkartamadıkları sezonlar yaşayan bir takımın başarısız olması kaçınılmaz.

2) Oyuncu tercihleri

Simoviç, Taffarel ve Mondragon ayarında bir kaleci, transferde öncelikli hedef olmalı. Messi bile kaleye vursa, top kaleye giderken taraftar, yönetim, teknik kadro, oyuncular gözünü kapatmayacak kadar kalecisine güven duymalı. İsmi geçen kalecilerin çoğunun bu ayarda olduğunu görmek sevindirici. Maliyeti ne olursa olsun, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmemeli.

Bir de defansa liderlik yapabilecek, mümkünse topu oyuna iyi sokacak bir defans oyuncusu gerekli. Bu noktada Neill’in neden gönderilmek istendiğini anlamış değilim. Bu tip oyuncunun yanında oynayacak savunma oyuncusunun top bizim yarı sahaya geçmeden ilk toplara basabilme yeteneğine sahip olması çok faydalı olabilir. Sabri’ye yerinin garanti olmadığını hissettirecek, hızlı ve disiplinli bir sağbek oyuncusu yerinde bir tercih olabilir.

Top kapmayı iyi bilen, çalışkan, fizik gücü yüksek ve tecrübeli bir ön libero ihtiyacı gözüküyor. Linderoth sakatlanmasaydı bu anlamda dünya üzerindeki optimum oyuncuydu. Cana gidecek gibi duruyor, kesinlikle yeri doldurulmalı.

Baros, Kazım ve Elmander’in hücumda pres yapma ve mücadele etme yeterliliklerinin olduğunu düşünüyorum. Bu durum fiziki olarak sağlam olmaları halinde teknik direktör için önemli bir avantaj.

Mücadele gücü üst düzey, çalışkan ve kazanmaya alışmış yabancı transferler takımı sahada psikolojik olarak da üst seviyeye taşımada yardımcı olabilirler.

3) Taktik anlayış

Galatasaray çalışkan oyunculara sahip olup, iyi bir fizik gücüyle mutlaka 2. bölgeden başlamak suretiyle alan daraltarak etkili hücum presi ve agresif oyun anlayışını uygulamalıdır.


Son yıllarda kalemizde çok gol görmemizin ana sebebi fizik güç yetersizliği ve taktik anlayış eksikliğidir. Dolayısıyla, alan daraltamamamız ve bunun sonucu rakip takıma topu sahada gezdirebileceği geniş alanlar tanımamızdır. Galatasaray birkaç senedir deplasmanlarda (geride bıraktığımız sezonda kendi sahasında bile) rakibin oyuna hükmetmesine karşı koyamadığı için güç durumlara düştü.

Savunma pozisyonu alarak, hücum presinden vazgeçmek, Galatasaray’ın ofansif futbol kültürüyle uyuşmayacağı da yapılan denemelerden anlaşıldı.

Defansın ve orta sahanın öne çıkarak ilk topa müdahale etmesi, cesaretle sürekli topa doğru hamle yapması, hatırlarsak 17 Mayıs’ta Arsenal’e direnç gösterebilmemizin 1 numaralı sebebiydi.

Söylemek istediğim, rakip takımın oyuncularının kafalarını kaldırmalarına ne kadar müsaade etmezsek o kadar iyi savunma yapmış olacağız. Fiziki kalitemizi rakibe kabul ettirebildiğimiz oranda başarılı olacağız.

Sahada diri ve fizik olarak kendini gösteren bir takımla, Galatasaray’ın kısa sürede kimliğine kavuşması sürpriz olmaz. Defansif anlayışı oturtmuş ve otomatiğe bağlamış bir Galatasaray, böylelikle “güzel oyun” fikrine kafasını daha çok yorabilecektir.

9 Haziran 2011 Perşembe

Forma reklamı değil sanki




Duygu, hayal, efsane, gurur, tutku, destan ve klas. Hepsi tek formada.
R.Madrid değil de sanki Zidane'ı tarif etmişler. Hani orda Casillas olmasa bu beş kişi anca bir Zidane eder yorumu çıkaracağın buradan.
Kaka iyi topçu ama bir Zidane değil gibi.