29 Ekim 2009 Perşembe

Öğrenilmiş Çaresizlik


Bir grup psikolog, pireleri kullanarak bir deney yapar. Pirenin ne kadar zıpladığını ölçerler ve 50 cm zıpladığını görürler. Pireyi yüksekliği 30 cm olan cam kavanoza koyarlar. Kavanozun ağzını kapatırlar. Kavanozu altından ısıtırlar. Pire ısındıkça zıplar ve zıpladıkça kapağa çarpar. Bir süre sonra pire kapağa çarpmamak için 29 cm sıçrar, düşer. Ama kapağa çarpmaz. Pire bunu alışkanlık haline getirdikten sonra kavanozun kapağını açarlar. Pire kapak açık olduğu halde 29 cm’den fazla sıçramayı denemez. . Hâlbuki eskiden 50 cm sıçrardı. Pire bu deneyle 29 cm' den fazla sıçrayamayacağını öğrenir ve bu sebeple hiçbir zaman kavanozun dışına çıkmayı başaramaz. Psikologlar öğrenme teorilerinde bu kavrama “öğrenilmiş çaresizlik” diyorlar.

Bir başka araştırmacı grubu birkaç köpekbalığını oda büyüklüğündeki bir cam bölmeye koymuş. Cam bölmenin diğer tarafında da diğer balıklar yaşıyormuş. Köpekbalıkları yiyecek olarak gördükleri balıkların tarafına geçmeye çalıştıklarında cam bölmeye çarpıp geri dönüyorlarmış. Bir süre sonra cam bölmeye çarpma sayısında azalma olmuş. Köpekbalıkları 21. günden sonra cam bölmelere hiç çarpmamayı öğrenmiş. Cam bölme kaldırıldıktan sonra da yem olarak gördükleri hayvanlara doğru yüzmeyi denememişler. Sadece cam bölme sınırına kadar yüzülebileceğini sanıyorlarmış. Artık diğer balıkları yiyemeyeceklerini anlamışlar ve balıklara dokunmamışlar. Çünkü köpekbalığı çaresizliği öğrenmiş. (Mehdi BARAN pdr uzmanı)

Geçen senelerde bir ÖSS test kitabında bir soru çıkmıştı. “Galatasaraylı futbolcuların Fenerbahçe maçından önce, daha önceki maçlarda aldıkları sonuçlar akıllarına gelmekte ve Galatasaraylı futbolcular –ne yaparsak yapalım yine kazanamayacağız- diyerek daha az çalışmakta ve tekrar başarısız olmaktadırlar. Bu durum, öğrenme teorilerindeki hangi kavrama örnek olabilir? Cevap: D) Öğrenilmiş çaresizlik

Yukarıdaki deneyler ve bu nüktedan test sorusu, Galatasaray’ın Kadıköy sorununu çok güzel özetliyor.10 senedir bir beraberlik bile alamamanın hakemle, şikeyle, fiziksel üstünlükle falan alakası yok. Sadece futbolcular değil, yöneticisiyle, taraftarıyla, tüm Galatasaray camiası çaresizliği öğrenmiş. Saracoğlu’nun atmosferi de Galatasaray’ın üstündeki bu baskıyı artırıyor. Fazla söze gerek yok, bir spor müsabakasında seyirci etkisini özetlemek için de bir anekdotla bitirelim:

Kurbağalar arasında bir yarış düzenlenmiş. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmış. Ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri, yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece su sesler duyulabiliyormuş:
"Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!" Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş.
Seyirciler bağırıyorlarmış: "...Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!.." Sonunda, kurbağaların bir tanesi hariç, hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş bu işi nasıl başardın diye. O anda farkına varmışlar ki kuleye çıkan kurbağa sağırmış! (Mehdi BARAN pdr uzmanı)

26 Ekim 2009 Pazartesi

Komik!

"Kadıköy'de hiçbir mücadelede saha içi veya tribünsel faaliyet olarak herhangi bir pislik göremezsiniz. Çünkü Fenerbahçe taraftarı medenidir, Fenerbahçe oyuncusu fair-play ruhuna göre hareket eder."

Ali Koç
Fenerbahçe Asbaşkanı

22 Ekim 2009 Perşembe

Beşiktaş'tan Altın 1 (!) Puan


Beşiktaş Wolfsburg’dan altın değerinde bir puan aldı. Bu puanın Avrupa kupalarına erkenden veda etmemek için atılan olumlu bir adımdan daha fazla anlamı var. Belki de Mustafa Denizlinin omuzlarından, “şampiyonlar liginde sıfır çekme” kâbusunun ağırlığı düşecek. Belki de takımın, seyircisiyle barışmasını sağlayacak. En azından maçın ardından, Beşiktaşlı futbolseverlerde bir ferahlama fark ettim. Herkes o kadar sevinmiş ki, maçı alırdık da Wolfsburg’u elimizden kaçırdık havası var. Umarım bu durum Beşiktaş’ın önümüzdeki sezon boyunca lige ve kupalara tutunmasını sağlar.

Beşiktaş’ın Volkswagen Arena’daki performansına gelirsek, bence maç boyunca şans bizden yanaydı. Wolfsburg enteresan bir ekip. Hücum organizasyonlarını o kadar hızlı ve kesin hamlelerle yapıyorlar ki maçın ilk yarım saatini hayretle izledim. Bu kadar hızlı düşünüp, hızlı kararlar veren ve aynı zamanda çok iyi anlaşan bu takımla baş etmek gerçekten zor. İlk yarıda ve ikinci yarının başlarında Beşiktaş kalesine zor anlar yaşattılar. Neyse ki Grafite gününde değildi. Belki de bunun sebebi Beşiktaş’ın sağlam duran savunma hattıydı. Zaten şu ana kadar yapılan hiçbir eleştirinin hedefi Beşiktaş’ın savunması olmamıştı. Bu maçta da sorun hücum hattının organize olamayışıydı. Beşiktaş Wolfsburg kalesine 7 şut çekmiş ama bunların hiçbiri net pozisyon sayılabilecek nitelikte değildi. Beşiktaş’ın en net pozisyonu, Nobre’nin önünde kalan topu dışarı atması ve tek tesellimizin de bu pozisyonun ofsayt olmasıydı. Maçın başında Wolfsburg’un bu kadar hızlı bir oyun oynamaya kaç dakika dayanabileceğini merak etmiştim. Tahmin ettiğimden daha uzun süre dayandılar ama ikinci yarının ortalarında güçleri tükenmeye başladı. Bunun üstüne Grafite’nin de oyundan atılmasıyla, zaten yorgun düşmüş Wolfsburg takımı geri çekildi. Böylece Beşiktaşlı futbolseverlerin geleceğe umutla bakmasını sağlayan son 15 dakika da başlamış oldu.

Maçın ilk 75 dakikasında Beşiktaş’ın yanında olan şans faktörü, son dakikalarda yardımcı olmadı. Belki de Beşiktaş hücuma daha olgun ataklarla çıksa teselli(!) olarak görülen 1 puan yerine 3 puan alabilirdi.

15 Ekim 2009 Perşembe

Luce Gelsin


LUCE GELSİN

Birkaç seneye kadar geri gelir ama Fatih Terim şimdilik milli takımın başında değil. Bir süre yeni adayların haberleriyle idare edeceğiz. Hiddink’ler Scolari’ler havada uçuşacak ama benim gönlümden Lucescu geçiyor. (Hiddink’e Premier Ligden teklifler yağacağı için onu Türk milli takımına ikna etmek çok zor görünüyor.)

Bu konuda kendimle çelişiyorum. Her zaman güzel top oynayan bir takımı galip gelen takıma tercih edeceğimi söylüyorum. Futbolun güzelliğinin maç sonunda değil, maçın içinde olduğunu belirtiyorum. Ama konu milli takım olunca işler değişiyor. Bir milli takım ne kadar güzel oynayabilir ki? 2 ay boyunca kendi takımında farklı adamlarla top oynuyorsun. Sonra bir anda toplanıp, 3 gün antrenman yapıyorsun, bir hafta içinde iki maça çıkıyorsun, ikinci maç biter bitmez iki ay daha görüşmemek üzere kendi takımına dönüyorsun. Böyle bir ekibin birbiriyle anlaşması, güzel bir oyun oynaması çok zor. Bu nedenle milli maçlarda keyif değil sonuç bekliyoruz, en azından turnuvaya katılma sürecinde, elemelerde. Zaten milli maçların seyirci kitlesiyle kulüp maçlarının seyirci kitlesi de farklı. Sadece milli maçlarla ilgilenen seyirciler olduğu için bu kitleye galibiyet gerekiyor.

Milli takıma, rakibe göre tahlillerle değişen oyunlar oynatan ve bulduğu çözümleri uygulayabilecek biri lazım. Ayrıca "sabırsızlık" gibi bir özelliğimiz olduğu için, gelir gelmez maç kazanmaya başlayacak bir teknik direktör, hiç fena olmaz. Bu iki kritere tam manasıyla uyacak, ek olarak da bizleri ve futbolumuzu tanıyan, bilen tek bir isim var: Lucescu. Defansif İtalyan futbolunu fazlaca benimsediğinin farkındayım. Aynı maçta iki sağbek, iki solbek oynattığını bile gördüm (İlkonbirde Hakan Ünsal, Ergün Penbe, Ümit Davala ve Fatih Akyel'i kanatta oynatır, bu dörtlüden hangi ikisinin bek, hangi ikisinin açık oynadığını çözemezdiniz). Bir sıfır olsun bizim olsunculuğu oyun felsefesi olarak görür ama sadece görmekle kalmaz, gerçekten maçı alır. Galatasaray'da, 6 kiralık oyuncuyla (Fleurquin, Victoria, Perez falan…) Şampiyonlar Ligi'nde 2. çeyrek finalin kapısından döndü (İlk çeyrek finalde hoca yine Luce'ydi). 1995'te Daum'la gelen şampiyonluğun ardından 8 senedir bu başarıya hasret Beşiktaş’ı, 85 puanla ve tüm derbileri alarak - 100. yıla yakışır bir biçimde - şampiyon yaptı. Shakhtar’ı ard arda birkaç sene lig şampiyonu yaptıktan sonra, bu sene ismi ve formatı değişen UEFA Kupası'nın son sahibi oldu, hem de Kadıköy'de kaldırdı kupayı, gözümüzün içine soktu. Yani CV’sini konuşmaya gerek yok. Tarzını beğenmiyor olabilirsiniz ama aynı futbol felsefesiyle oynayan fakat daha güzel bir palto giyen Maurinho’ya herkes bayılıyor. Lucescu bağırıp çağırmıyor diye otoritesi zayıf da diyemeyiz.

Lucescu bizim takımda iş yapar. En büyük sorunlarımızdan biri olan "kolay maçları kaybetmek, olmadık zamanlarda puanlar vermek" gibi basit hatalar ortadan kalkar. Ayrıca senelerdir hasret kaldığımız "Almanya, İngiltere, Portekiz, İspanya gibi" büyük bir ülke takımını yenme zevkini bizlere tattırabilir. Bu sayede belki ilk defa play-offları oynamadan elemelerde grubu 1. tamamlayarak, direkt büyük bir turnuvaya katılabilme imkanımız doğar. Bilmediğimiz gurbetçi oyuncularımızı bulur getirir. Sadece 3 büyüklerden değil, ikinci ligden bile oyuncu çağırır, futbolumuza katkı sağlar. Biraz da abartmak gerekirse; "Şansımız yaver giderse büyük turnuvalarda yakın zamanda kupayı kaldıran ülke, Türkiye olabilir." Açıkçası bu jenerasyonda bu tarz bir başarıya ulaşacak kalite fazlasıyla var.

8 Ekim 2009 Perşembe

Ah Rijkaard Ah


Rijkaard’ın Galatasaray’ı çalıştıracağını duyduğumda tedirgin oldum ama bu tedirginlik çok kısa sürdü(birkaç dakika kadar!). Çünkü imza atıldıktan sonra oluşan ve sürekli artan olumlu hava sayesinde, sezon boyunca oluşabilecek her türlü aksaklığın göz ardı edileceğini, böylece yeni teknik direktörün uzun seneler çalışabileceğini sanmıştım. Sezon başında üst üste gelen bol gollü galibiyetlerin de Rijkaard’a sağlam bir güven ortamı sağlayacağını, kredisini daha da artıracağını düşünmüştüm. Ama yine umduğum gibi olmadı. Umduğumu bırakın, tahmin edebileceğimden çok daha hızlı bir şekilde “Defol Rijkaard” sayhaları başladı.

Bir iki beraberlik ve mağlubiyet üst üste gelince, sezon başından beri baş tacı yaptığımız adamı futboldan anlamamakla suçlamaya başladık. Yıllarca, -sistemsiz oynuyoruz-takımın ne yaptığı belli değil- her hafta farklı oyun- sistem, sistem diye hayıflandık. Şimdi de adamın biri sistemini oturtmak için ısrar ediyor diye onu takıntılı ilan ediyoruz. Oyunculara sağlam bir oyun sistemini belletmek için uğraşıyor diye “B planı yok” diyoruz.

Sezon başını hatırlayın. Rijkaard’ın takımının ilk haftalarda başarısız olacağını, uzun süren bir hazırlanma, alışma süreci geçmesi gerektiğini söylüyorduk. Yanıldık. Galatasaray lige fırtına gibi bir giriş yaptı. Bol gollü maçlar geçirdi. Çok iyi oynamıyordu ama şanslıydı. Bu alışma sürecinde bile, normalde kaybedilmesine tahammül edilecek puanları güle oynaya topladı. Derbi kazandı, Deplasmanda Panathinakos’u yendi. Cimbom Barcelona ile , Arda Messi ile kıyaslanmaya başlandı. Bu duruma Galatasaray’ın şansı mı demeliyim yoksa şanssızlığımı, karar veremedim. Kamuoyu birkaç mağlubiyete sesini çıkarmayacakken, Galatasaray o kadar iyi sonuçlar aldı ki, bol gollü galibiyet serisinden sonra gelen birkaç beraberlik ve mağlubiyet, hayal kırıklığı getirdi. Rijkaard’ın tek forvet(!) ısrarına korkaklık denmeye başlandı. Aynı oyun sistemini oturtmaya çalışması, değişiklik yaparken oyun tarzını bozmaması, B Planının olmayışıyla açıklandı. O kadar seviyesiz oldu ki yine Nonda ile Baros birlikte oynamaz mı? diye bile soruldu. Nonda ile Baros tabiî ki birlikte oynar ama bu sistem değişmeyeceğine göre ikisinden biri kanat oynar. Keita, Arda, Kewell, Aydın hatta Sabri varken Baros neden kanatta oynasın ki? Galatasaray tek forvet oynamıyor ki sıkıştığımızda ikinci santrofor girsin. Galatasaray, ikisi nispeten daha geride ve kanatta olmak üzere 3 hücum oyuncusu artı birde ofansif orta saha ile oynuyor. Keita oyundan çıkarken yerine Kewell değil de Nonda girer, Baros’la beraber oynamış olurlar. O zaman da Kewell gibi üstün bir futbolcuyu yedekte bırakıp suçlu olursunuz. Bu mantıkla ilerlersek hata yapmak (daha doğrusu hata bulmak(!)) kaçınılmaz olur.

Ben bir süre daha Galatasaray’dan güzel futbol beklemeyeceğim. Rijkaard’ın uzun yıllar başarı(eşittir güzel futbol) yakalayacak bir temel attığına inanıyorum. Ve en önemlisi Galatasaraylı futbolseverlerin birçoğunun da benim gibi düşündüğünü biliyorum.