LUCE GELSİN
Birkaç seneye kadar geri gelir ama Fatih Terim şimdilik milli takımın başında değil. Bir süre yeni adayların haberleriyle idare edeceğiz. Hiddink’ler Scolari’ler havada uçuşacak ama benim gönlümden Lucescu geçiyor. (Hiddink’e Premier Ligden teklifler yağacağı için onu Türk milli takımına ikna etmek çok zor görünüyor.)
Bu konuda kendimle çelişiyorum. Her zaman güzel top oynayan bir takımı galip gelen takıma tercih edeceğimi söylüyorum. Futbolun güzelliğinin maç sonunda değil, maçın içinde olduğunu belirtiyorum. Ama konu milli takım olunca işler değişiyor. Bir milli takım ne kadar güzel oynayabilir ki? 2 ay boyunca kendi takımında farklı adamlarla top oynuyorsun. Sonra bir anda toplanıp, 3 gün antrenman yapıyorsun, bir hafta içinde iki maça çıkıyorsun, ikinci maç biter bitmez iki ay daha görüşmemek üzere kendi takımına dönüyorsun. Böyle bir ekibin birbiriyle anlaşması, güzel bir oyun oynaması çok zor. Bu nedenle milli maçlarda keyif değil sonuç bekliyoruz, en azından turnuvaya katılma sürecinde, elemelerde. Zaten milli maçların seyirci kitlesiyle kulüp maçlarının seyirci kitlesi de farklı. Sadece milli maçlarla ilgilenen seyirciler olduğu için bu kitleye galibiyet gerekiyor.
Milli takıma, rakibe göre tahlillerle değişen oyunlar oynatan ve bulduğu çözümleri uygulayabilecek biri lazım. Ayrıca "sabırsızlık" gibi bir özelliğimiz olduğu için, gelir gelmez maç kazanmaya başlayacak bir teknik direktör, hiç fena olmaz. Bu iki kritere tam manasıyla uyacak, ek olarak da bizleri ve futbolumuzu tanıyan, bilen tek bir isim var: Lucescu. Defansif İtalyan futbolunu fazlaca benimsediğinin farkındayım. Aynı maçta iki sağbek, iki solbek oynattığını bile gördüm (İlkonbirde Hakan Ünsal, Ergün Penbe, Ümit Davala ve Fatih Akyel'i kanatta oynatır, bu dörtlüden hangi ikisinin bek, hangi ikisinin açık oynadığını çözemezdiniz). Bir sıfır olsun bizim olsunculuğu oyun felsefesi olarak görür ama sadece görmekle kalmaz, gerçekten maçı alır. Galatasaray'da, 6 kiralık oyuncuyla (Fleurquin, Victoria, Perez falan…) Şampiyonlar Ligi'nde 2. çeyrek finalin kapısından döndü (İlk çeyrek finalde hoca yine Luce'ydi). 1995'te Daum'la gelen şampiyonluğun ardından 8 senedir bu başarıya hasret Beşiktaş’ı, 85 puanla ve tüm derbileri alarak - 100. yıla yakışır bir biçimde - şampiyon yaptı. Shakhtar’ı ard arda birkaç sene lig şampiyonu yaptıktan sonra, bu sene ismi ve formatı değişen UEFA Kupası'nın son sahibi oldu, hem de Kadıköy'de kaldırdı kupayı, gözümüzün içine soktu. Yani CV’sini konuşmaya gerek yok. Tarzını beğenmiyor olabilirsiniz ama aynı futbol felsefesiyle oynayan fakat daha güzel bir palto giyen Maurinho’ya herkes bayılıyor. Lucescu bağırıp çağırmıyor diye otoritesi zayıf da diyemeyiz.
Lucescu bizim takımda iş yapar. En büyük sorunlarımızdan biri olan "kolay maçları kaybetmek, olmadık zamanlarda puanlar vermek" gibi basit hatalar ortadan kalkar. Ayrıca senelerdir hasret kaldığımız "Almanya, İngiltere, Portekiz, İspanya gibi" büyük bir ülke takımını yenme zevkini bizlere tattırabilir. Bu sayede belki ilk defa play-offları oynamadan elemelerde grubu 1. tamamlayarak, direkt büyük bir turnuvaya katılabilme imkanımız doğar. Bilmediğimiz gurbetçi oyuncularımızı bulur getirir. Sadece 3 büyüklerden değil, ikinci ligden bile oyuncu çağırır, futbolumuza katkı sağlar. Biraz da abartmak gerekirse; "Şansımız yaver giderse büyük turnuvalarda yakın zamanda kupayı kaldıran ülke, Türkiye olabilir." Açıkçası bu jenerasyonda bu tarz bir başarıya ulaşacak kalite fazlasıyla var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder