28 Ekim 2010 Perşembe

Topsuz Hücum, Topsuz Defans

Geçtiğimiz Fenerbahçe – Galatasaray derbisi, Kadıköy’de yıllardır süregelen alışılmışlıkların dışında oyun olarak zevk veren, futbol dışı gerginlikten uzak, UEFA’nın RESPECT sloganına yakışır bir derbi oldu.


Premier Lig standartlarında, futbolun yeni doğrularının sahada bir nebze uygulanmaya çalışıldığı, taktik ve fizik kalitesi yüksek bir maç izledik. Ofansif ve defansif futbol anlayışları hakkında yeni fikirler üzerine kafa yormamızı sağlayacak bazı örneklere rastladık.

Daha önce yazılarımızda hep topa değer veren ve göze hoş gelen oyun oynayan takımların (Arsenal ve Barcelona gibi) ofansif yaratıcılıklarından örnekler verip, ofansif anlayışlarını, sadece top ayaklarındayken uygulamaya çalıştıkları felsefe ile açıklamaya çalışmıştık. Hatta ofansif anlayışlarıyla birlikte defansif anlayışlarının da en temel fikirlerinden birinin “topa olabildiğince sahip olmak” olduğundan bahsetmiştik.

Ancak, bir takımın genel anlamda nasıl bir futbol anlayışına sahip olduğunu anlamak için, yalnız top ayaklarında iken değil, top rakipteyken de ne yapmaya çalıştıklarını gözlemlemek gerekiyor. Çünkü ayağına topu alan her takım, gol atmak için zaten etkili veya etkisiz bir ofansif düşünce ortaya koymaya çalışıyor. Hâlbuki topu kaybeden takımın, topu tekrar kazanana kadar geçen zaman diliminde “kale direkleri arasına topu sokmak” gibi net bir amacı yok. Bu yüzden takımın bu sürede saha içerisinde ne yapabileceği hakkında elinde birkaç seçenek var.

Örneğin bazı teknik direktörler top karşı takıma geçtiğinde, takımlarının, topluca topun arkasına geçip, saha içinde uygun pozisyonu alması seçeneğini benimserler. Bu felsefede kilit nokta, rakip takıma oyun oynayabileceği, topu gezdirebileceği, oyuncuların bireysel yeteneklerini sergileyebileceği herhangi bir alan bırakmamaktır. Bunu sağlamak için futbolculara öğretilmesi gereken pozisyon bilgisidir. Böyle bir sistemde, rakip takımın kendine göre 1. veya 2. bölgede yapacağı pasların, oynadığı oyunun, topa sahip olmayan takım için pek bir öneminin olmadığı söylenebilir.

Diğer seçenek ise top sizde değilken bile rakip takıma ofansif anlayışınızı hissettirebildiğiniz bir anlayışa dayanıyor. Forvet oyuncularından başlayarak, topun yönüne doğru hareketlenip pozisyon alan oyuncular, rakip takımın yarı sahasında baskı kurarak, topu olabildiğince çabuk bir şekilde kapmak amacını güdüyorlar. Bu felsefede aslında oyuncular alanları kapatmıyorlar(klasik pres anlayışından farklı), sahada top yapılabilecek alan var. Yapılan şey, henüz hazırlık paslarını yapan rakip oyuncuları yakın karşılayıp, bu oyuncuları çabuk ve dolayısıyla yanlış karar vermeye sevk etmek ve zaman zaman da agresif bir anlayışla birden rakip alanda çoğalarak, topu rakip takım oyuncusunun ayağından çalabilmek.

Bu iki topsuz oyun seçeneğini de hakkını vererek uygulayabilen takımların başarılı olma ihtimalleri oldukça yüksek. Ancak güzel, göze hoş gelen futbolu benimseyen bir futbolsever olarak topun tuttuğum takımda olmadığı zamanların kısa olmasını isterim, bu yüzden topun bir an önce kapılması fikrine dayanan “rakip sahada baskı” fikrini destekleyen futbolseverlerden biriyim. Ayrıca, bu sistemde top sizde değilken bile gösterebildiğiniz ofansif anlayış ve agresif duyguların futbola keyif kattığını düşünüyorum.


Pazar günkü derbide Hagi’nin kurguladığı baskı sistemi ikinci örneğe yakındı. Sarı kırmızılı oyuncuların yıllardır aşamadıkları “Fenerbahçe mağlubiyeti?” problemine top ayağındayken oynadığı ofansif oyunuyla değil, top ayaklarında değilken oynadığı ofansif oyunla çare bulmaya çalıştı. Topa sahipken ne kadar iyi oynarsa oynasın Fenerbahçe’yi yenebileceğine bir türlü inanamayan oyuncular, bu düsturu sistemli bir topsuz oyun anlayışı sayesinde aştılar.

Galatasaray, Fenerbahçe’den hep daha göze hoş gelen ofansif futbol oynamasına rağmen 10 senedir neden Kadıköy’de maç kaybettiği sorusu için belki ilk defa doğru cevabı Hagi’yle birlikte buldu. Pazar günü top ayağındayken 10 senedir yaptığını yaptı Galatasaray. Top ayağında değilken ise 10 senedir yapamadığı doğruları yaptı. Komple ofansif bir sistemle oynamaya çalıştı. İşte bu yüzden galibiyeti kaçırdı, 11 sene sonra ilk puanı aldı.

22 Ekim 2010 Cuma

Cepten Yemek


Fenerbahçe ve Beşiktaş yönetimi elele verip Galatasaray’ı zor duruma düşürmeye çalışsalar, bu işte Adnan Polat yönetimi kadar başarılı olacaklarını sanmıyorum. Son teknik direktör krizinin de derbi haftasına denk gelmesiyle birlikte, gerektiğinde işleri ne kadar zor hale getirebileceklerini de görmüş olduk. Banu K. Yelkovan, Rijkaard’ın yerine getirilecek yeni “kurban-kurtarıcı” için Galatasarayda yaşanan karışıklığı fıkra tadında özetlemiş yazısında: “Futbol kulislerinde Hikmet Karaman-Tugay Kerimoğlu, Hikmet Karaman-Hakan Şükür, Hagi-Hakan Şükür, Hakan Şükür-Tugay Kerimoğlu, Fatih Terim-Tugay Kerimoğlu isimleri ikili kombinasyonlarla dile getirildi. Hatta kulübede Hagi-Tugay Kerimoğlu, yardımcıları Hasan Şaş ve Ergün Penbe, sportif direktör olarak Hakan Şükür’ün ekip olarak gelecekleri konuşuldu. Yedek kulübesine UEFA Kupası’nın konup konmayacağı bu yazı yazıldığı sırada henüz netlik kazanmamıştı.”

Sanırım Galatasaray yönetimleri tarafından yıpratılmayan bir tek Ergün Penbe kalacak elimizde. Onu da önümüzdeki sezon sonunda kullanıp yitireceklerdir. Rijkaard’ın yerine kim gelirse gelsin kısa vadede başarısız olacağı için günü kurtarmak adına elinden gelen her şeyi yapan bir Galatasaray yönetimi ve bu yolda harcanan Galatasaray değerlerinin kısa filmini izledik hafta boyunca. Tüm bunların üstüne olası bir Kadıköy galibiyeti, küflenmiş ekmeğin üstüne sürülmüş bal-kaymak gibi olacaktır ne yazıkki. Hagi’nin bu şartlarda görevi kabul etmesinin sebebini ayrıca merak ediyorum. Birkaç ihtimal var: Yoğun Galatasaray sevgisi, futbol aşkı, tatlı Kadıköy galibiyeti ihtimali ya da maalesef Hagi’ye gelen başka teklif olmayışı. Bana en yakın gelen ihtimal E şıkkı, hepsi.

Galatasaray’ın bir başka kahramanı Fatih Terim’in ise gelen teklifi reddetmesine ne kadar sevindiğimi anlatamam. Belki cicili bicili ismiyle motivasyon dediğimiz üstün yeteneğini kullanarak bizi düzlüğe çıkarmaya en yakın adaydı ancak “gaz” ile çalışan bir takımım olsun istemiyorum. İmparator da olsa, bize harika günler de yaşatmış olsa, futbol dehasının 90’lı yıllarda sıkışıp kaldığına inanıyorum.


Hagi’nin teknik direktörlüğünü beğenmeyenler olacaktır. Ancak ben, Hagi’nin teknik direktörlüğü hakkında yorum yapma hakkını kendimde görmüyorum. Zaten Hagi’nin teknik direktörlüğü ile ilgili yorum yapmak için elimizde önyargıdan başka ne varki. Hagi de çoğu büyük futbolcu gibi o çok tanıdık “her iyi futbolcu iyi teknik direktör olamaz” düsturunun kurbanı oluyor her seferinde. Halbuki Hagi’nin teknik direktörlük kariyeri, yetersiz olduğunu iddia etmek için yeterli uzunluğa bile sahip değil. Belki Hagi’nin son denemesi olacak, belki bir daha Türkiye’ye adım atmayacak ya da belki Galatasaray, Hagi için futbolculuk kariyerinde olduğu gibi teknik direktörlük kariyerinin de zirvesi olacak. Belki “Gica” büyüsü bozulacak ya da futbolculuğuna yaraşır günler yaşayacak. Henüz bunları konuşmak için çok erken. Biz Hagi’yi görünce yüzünde gülümseme oluşan bir taraftar topluluğuyuz. Biz Galatasaray taraftarı olarak yönetim bu adamları ne kadar yıpratmaya çalışırsa çalışsın Hagi Ve Tugay’ı yıpratmamalıyız.


Rijkaard geldiğinde, Bülent Korkmaz’ın apar topar gönderildiğine üzülürken bir yandan da bu sefer gelen Hollandalı’nın yüksek kredisi olmasına güvenip, kolay kolay tükenmeyeceği için güçlü bir Galatasaray beklentisi içine girmiştim. Şimdi bambaşka ikilemlerim var. Bir yandan Rijkaard’ın gitmesine, başarıyı yakalamadan ayrılmasına üzülüyorum. Bir yandan da onu fazla rahatsız etmediğimize, bir kaç çatlak ses dışında teknik direktörlüğüne fazla yorum yapılmadan ayrılıyor olmasına seviniyorum. Hagi gibi bir değerin bile sezon sonunda kovulabileceği ihtimalini düşünüp, korkuyorum. Yinede her zamanki gibi hep beraber, Ay lav yu Hagi!

15 Ekim 2010 Cuma

Görünen Köy Kılavuz İstemez

Öyle bir milli futbol takımımız var ki Almanya’ya kaybedince ulus olarak derin bir üzüntüye bürünüyoruz, Azerbaycan’a kaybedince yine ulus olarak hep bir ağızdan “Görünen köy kılavuz istemez”, böyle olacağı belliydi diyoruz.


Aslında 2002 Dünya Kupası’nda üçüncülüğü elde etmemizi normal gören, dünya kupasını alamayışımıza sinirlenen ve üzülen, bu dünya kupasının ardından 2 tane uluslar arası büyük turnuva kaçırmamızı normal karşılayan(!) ve ardından gelen 2008 Avrupa Şampiyonası’nda alınan yarı final başarısını yetersiz gören zihniyetin de yine aynı futbolsever halkımıza ait olması gerçeği, sanırım ilk paragrafta belirttiğim, bu 5 günlük periyottaki ruh halimizin, yaklaşık 8 senedir değişmediğini gösteriyor.

Günlük hayatta işleyişini, yapılışını, sistematiğini öğrendiğimiz, keşfettiğimiz, bir anlamda doğrularını elde ettiğimiz her işin, bu doğruları uygulamaya koyduğumuz anda, bir sıçrayışta olgunlaştığını gözlemleyebiliriz. Ne zamanki işi daha verimli ve etkili kılacak bir plan yaparız ve bu planı kendi farklılıklarımız ve yaratıcılığımız doğrultusunda düzenleriz, ancak o zaman bu işte bir başarı elde etmemiz mümkün olur.

Türkiye futbolun doğrularını Jupp Derwall ile öğrendi. Bir plan yapıldı. Zaten teknik kapasitesi yüksek olan Türk futbolcular, sıcakkanlı yaratılışlarını “alan daraltarak hücum pres yapmak” üzere kullanıp biri kulüp düzeyinde biri de milli takım düzeyinde iki büyük uluslar arası başarı elde ettiler.

2002 Dünya Kupası’nda elde edilen üçüncülük, yaklaşık 20 yıl önce yapılan planın zirve noktasıydı. Belki dünya kamuoyu bizim bu başarımıza şaşırdı, ancak milli takımının bir plan doğrultusunda ilerlediğinin farkında olan Türk halkı, kupayı alamayışımıza üzüldü, üçüncülüğe kimse fazla sevinmedi.

Ben Türk halkının o zamanki başarı karşısındaki vakur tepkisinde, Türk futbolunda bir planın var oluşunun önemli etkisi olduğunu düşünüyorum. Yine 8 sene içerisinde elde edilen başarılar ve başarısızlıklar karşısındaki Türk halkında gözlemlenen ironik ve heyecanlı tepkileri bir planın var olmayışına bağlıyorum.


Mesela 2008 Avrupa Şampiyonası elde edilen yarı final başarısına rağmen bu başarının plansız olduğunu gösteren birçok örnekle doluydu. Teknik direktör Fatih Terim şampiyonadan 2 hafta önce sahadaki dizilişimizin(!) turnuvada 4-3-3 olacağını açıkladı. Bu turnuvaya gelene kadar, herhangi bir resmi veya hazırlık maçında denenmemiş bir dizilişle büyük bir turnuvada sahaya çıkmak, plansızlığın ne ölçüde olduğunu açıkça gösteriyordu. EURO 2008’de milli takımın açık ara en değerli oyuncusunun(Arda), turnuvanın ilk maçında Portekiz’e karşı oyuna bile alınmayışı yine plansızlığa güzel bir örnek teşkil ediyordu. Alman milli takım hocası Löw’ün yarı final maçı öncesi, “Türkiye’ye karşı önlem alamıyorum, çünkü bugünkü maça kadar hangi sistemle, ne oynadıkları konusunda bir fikir edinemedim.” açıklaması da plansız olduğumuzun bizden olmayan biri tarafından dile getirilmesi açısından önemliydi.

Sanırım ülke olarak başarılar veya başarısızlıklar karşısında makul tepkiler gösterebilmemiz için ve dünya futbolunda şu an olduğumuz yerden daha saygın bir konuma yükselebilmemiz için, “ne zaman ne yapacağı kestirilemeyen” bir milli takımdan ziyade “ne zaman ne yapacağı belli olan” istikrarlı bir milli takım oluşturmamız gerekiyor.

Bunun için de “günümüz futbolunun Derwall’i” Hiddink bizimleyken futboldaki yeni doğruları öğrenmemiz ve bir plan yapmamız gerekiyor.

Bu doğruları öğrenme yolunda 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası’na veya 2014 Dünya Kupası’na gidemezsek, ancak bir plan yaptığımız hissiyatı oluşursa, 2016’da elde edeceğimiz büyük başarının ardından vakur bir Türk halkı bulabileceğinizden emin olabilirsiniz.

8 Ekim 2010 Cuma

My name is Şenol Güneş – 1

Ne yalan söyleyeyim milli takımın başındayken Şenol Güneş'ten pek hoşlanmazdım. Neredeyse her zaman giydiği takım elbisesi, basit ve sade görüntüsü, İstanbul Türkçe'sini tam kavrayamayışı ve başarıyı sahiplenmeyen özgüvensiz duruşu çok hoşuma gitmezdi. Ülkesinin milli takımını ilk defa (yardımsız) Dünya kupasına götüren ve orada kimsenin beklemediği bir yarı final yapan bir teknik direktör olarak, ihtişamdan yoksun tarafı karizma eksikliği olarak yorumlandı basınımızda. Nadiren katıldığım basınımızla fikir birliğine varmıştım. Tabii bizim gibi Fatih Terim'e, Mustafa Denizli'ye, Lucescu'ya alışkın adamları böyle pejmürde görünen bir lider tatmin edemezdi. Olmadık da zaten. Letonya'ya elenişimizden sonra bütün basın sadece ona yüklendi. Hiç itiraz bile etmeden istifasını verdi. Aralık 2004'te bir kez futbolcu, iki kez de teknik direktörlük yaptığı Trabzon'un başına yeniden geçti. O sezonu ikinci tamamladı ve ertesi sezon kısa süreli kötü gidiş işini kaybetmesine yol açtı. 4'üncü Trabzon macerasından sonra onun hayatını bence tamamen değiştiren bir Güney Kore deneyimi yaşadı.


Şenol Güneş Aralık 2009'dan beri tekrar gündemimize girdi. 7–8 ayda “Bu ligin göze en hoş gelen futbolunu oynayan takımı Trabzonspor” cümlesini kafalarımıza yerleştirdi. Şenol Güneş takımın başına geçmeden önce Trabzon'da herkes onu ve Fatih Tekke'yi kurtarıcı olarak görüyordu. Niye onları kurtarıcı olarak gördüklerini de pek anlamıyordum. İkisi de belli bölümlerde başarılı olsa da sonuçta biri üç kere kovulan bir teknik direktör, diğeri arkasından hakaretler edilerek yollanan golcüydü. Kendimi Şenol Güneş'in yerine koyduğumda “Böyle bir ortamda çalışmayı kabul etmezdim” diyorum. Şunu öğrendim ki: O sandığımdan daha cesurmuş ve gerçekten de bu kadar baskının arkasında sinmeyecek kadar dik duruşluymuş.


Şenol Güneş'in oynattığı güzel futbolun yanısıra kendisine de bir şeyler kattığını basın toplantılarından görmemiz mümkün. Artık Trabzonspor'un basın toplantılarında sanki yabancı bir hoca varmış da, o konuşuyormuş gibi geliyor; ( 5 Ağustos 2010'daki basın toplantısından bir pasaj) Basın mensuplarının Trabzonspor'un transfer konusundaki eksikliği ile ilgili soruya Güneş, “Transferde eksiklikler var bu doğru, ancak lig yarışında iyi transferler yapmak iyi oyuncu kadrosu kurduğunuz anlamına gelmez. Transfer bilincinden daha ziyade takım bilincinin olması önemlidir" dedi. Böyle bir açıklamayı hangi Türk teknik adamdan duydunuz şimdiye kadar? Bir yarışma programında bu açıklamayı kim yapmıştır diye bana sorsalar “Arsene Wenger veya Alex Ferguson söylemiştir” derdim. Bizim teknik adamlarımızdan genelde “İstediğim transferler yapılmadı. Ben İtalyan oyuncuyu istememiştim, ben Cezayirli'yi istemiştim. Transfer konusunda çok geciktik.” (bkz şekil 1 A: Rıza Çalımbay) gibi açıklamalar gelir. Şenol Hoca transfer sezonun sonunda ve Liverpool'a elendikten sonra yine şöyle bir açıklama yaptı : “UEFA Avrupa Ligi'nde bir tur sonunda elendik. O lige kalamadık. Beklentilerimizi büyük olduğu bir ligdi. Bir yıl çalışıyorsunuz ve bir yıl sonunda bu hedefe ulaşıyorsunuz. Tekrar oraya gelebilmek için bir yıl daha çalışmak gerekiyor.” Çoğu teknik adam başarısız olduğunda sakatlardan veya oyuncularının istediğini yapmadığından bahseder. Azınlıkta olan bir grup ise daha çok çalışmaları gerektiğini söyler. Şenol Güneş burada çalışmanın öneminden bahsediyor. Ve yine aynı röportajda bizi şaşırtan bir şeyler daha söylüyor: “Fatih Tekke Beşiktaş'a gitti. Fatih' in başarılı olmasını isterim ancak Beşiktaş'ın başarılı olmasını istemem.” Bu da hiç alışık olduğumuz bir açıklama değil. "İki tarafa da hayırlı olsun" deyip konuyu kapatmak yerine açık sözlülükle rekabet duygusunu öne çıkarıyor.

Şenol Güneş hem takımıyla hem açıklamaları ile ligimize renk katıyor. Onun bu gelişimine saygı göstermemek olmaz. Yaptığı güzel ve değerli açıklamalar yukardakilerle sınırlı değil, eminim bunun devamı gelecek ve bizde yazmaya devam edeceğiz.

3 Ekim 2010 Pazar

Formsuz Yıldızlar

Yıldız oyuncular futbolun güzelliğini, kalitesini, seyir zevkini artırır. Dünya çapında ünlüdürler, herkes maçtan çok onları izlemek ister, onların oynamaması bir futbolsever için hayal kırıklığıdır. Ancak bir yıldız oyuncunun her zamanki performansının sergileyememesi oyunda bulunmamasından daha fazla hayal kırıklığı yaratabilir.
Bir futbolcunun maça psikolojik olarak hazırlanması ile fiziksel olarak hazırlanması arasında dağlar kadar fark vardır. Aynı futbolcunun tamamen motive olmuş hali, fiziksel olarak hazır halinden daha yararlı olabilir. Örneğin tekdüze oynanan sıkıcı bir maçta, ( 0–0 bitmesi muhtemel olan bir maç) kendi kalesine gol atan bir futbolcu için tüm takım o anda seferber olup maçı alabilir. Oysa o futbolcu hata yapmasa o maçta galip gelmek kimse için o kadar da önemli değildir. Bir de bunun tam tersini göz önünde bulundurmak lazım. Hata yapan bir futbolcu strese girip hata üstüne hata yaparsa sonuç felaket olur. Burada teknik direktör faktörü devreye giriyor. Oyuncularını her yönden iyi tanıyan bir teknik adam, duygusal bir futbolcu ile tamamen profesyonelleşmiş bir futbolcu için aynı kararları vermemeli.

Maç esnasında yapılan bir hata motivasyonu anlık olarak etkileyen sebeplerden biridir. Bir de maç dışında gelişen sebepler vardır. Bunların etkisi bazen bir sezon boyunca sürebilir. Böyle psikolojik sebeplerden dolayı yaşanan form düşüklüklerinde, futbolcu ne kadar yetenekli olursa olsun, isteneni veremez. Bir teknik direktör yıldız oyuncusu için “bu adamın ölüsü yeter” diye düşünüyorsa o futbolcunun kariyerini etkileyecek hatalar yapabilir. Formunda olmayan bir yıldız oyuncu, eksik performansı ile hala takımın geri kalanından daha fazla fayda sağlıyor olabilir. Ancak bu adamın bu şartlarda sürekli oynatılması(özellikle duygusal bir yapıya sahipse) iyice formdan düşmesine, eski performansını bir daha sergileyemeyecek hale gelmesine sebep olabilir.
Karşı karşıya kaldığı her pozisyonu gol yapan bir forvet oyuncusu, gol atamamaya başlayabilir. Önce pozisyonların bir kısmını kaçırır, daha sonra sadece yarısını gole çevirebilir hale düşer, en sonunda çok gol kaçıran bir oyuncuya dönüşür. Teknik adam bu süreç içerisinde tüm iyi niyetiyle bu futbolcuya şans vermeye devam eder, çünkü oyuncunun gerçek performansını yakalayıp eski günlere dönmesini bekliyordur. Ancak kötü oynamaya devam eden birine sürekli şans vermek bu oyuncuyu yıpratabilir. Bu oyuncunun psikolojik formsuzluğunu atlatma sürecini kulübede geçirmesi hem takım adına hem de kendi kariyeri adına daha iyi sonuçlar verecektir.


İstatistiksel olarak kariyerinin her sezonunu başarılarla geçirmiş, hiç sorun yaşamamış bir oyuncu bulmak çok zor(1994 yılında 22 yaşındayken “en iyi genç oyuncu” ödülünü alıp 2006’da futbolu bırakana kadar her sezona en az bir ödül sığdıran Zinedine Zidane hariç).
Bu nedenle form düşüklüğü yaşayan oyuncuları yıpratmadan, onlara kötü futbol oynama stresini yaşatmadan, sorunlarını en aza indirmeye çalışmak gerekiyor. Yıllarca yıldız oyuncu muamelesi görmüş, takım arkadaşlarından saygı ve güven kazanmış olan bir insan bir anda sıradan bir oyuncuya dönüşeceğine, bu dönemini dinlenerek atlatabilir.