26 Ağustos 2011 Cuma

Bir çok dış falso gördük, bu başka!



Ayağının dışıyla atılan golleri, pasları çok severim. Bu sebeple Quaresma'nın yeri bende ayrıdır.
Şu andan itibaren Jeremain Lens'in de yeri ayrı olacak. Unutmadan, gol atmak yerine faul almayı da seçebilirmiş. Yerden kalkışı için de ayrıca tebrik edilir bu adam.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

109 Çinli çocuk, izlemeyen kalmasın



Hayatımda gördüğüm en güzel organizasyon diyebilirim.





Bu çocuklar yerine, 25-30 tane brezilyalı çocuk olsa çok farklı olabilirmiş gibime geliyor.
Ha bir de, ikinci yarıda Madrid kalecisine gol yememe primi mi önermişler acaba?

5 Ağustos 2011 Cuma

Fatih Hoca Motivasyonu


“Büyük bir mucize olmazsa 2010 dünya kupası Türkiyesiz ve eksik oynanacak. Çünkü birçok takımdan güçlü ve yetenekli kadromuzla her turnuvaya renk katacağımızdan eminim. En azından Bosna’dan daha eğlenceli top oynuyoruz. Futbolcularımız Bosna maçında ellerinden geleni yapmaya çalıştılar, olmadı. Şanssızdık, top bizi sevmedi falan demek isterdim ama ne yazık ki o kadar basit değil. Biz bu gruptan çıkabilirdik. Biz Estonya gibi takımlara puan kaybettikçe, büyük maçları oynamaya takatimiz kalmıyor. Fatih Terim’in en önemli silahının ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Motivasyon. Fatih hoca gazla çalışan takımlar yaratıyor, her şey başta çok güzel işliyor, sonra tabiî ki yakıt çabuk bitiyor. Grup maçları savaş halinde geçtiği için, elemelere kaldığımızda takımın yarısı sakat, çeyreği cezalı, geri kalanı yorgun oluyor. Aynı senaryo Estonya maçında da gerçekleşti. Estonya bize iki gol attı. Neden? Çünkü rahat rahat oynayıp yenmek yerine, Fatih hoca çocuklara “çıkın!, yenin!, parçalayın!, fark atın!” motivasyonu yaptı. Üstüne bir de erkenden golü yiyince takımın yetenekli ayakları yorgun düştü. Bosna maçının 60. dakikasında Tuncay’ın, Emre’nin, Arda’nın yürüyecek hali kalmamıştı. Kalsa bile cezalı oldukları için gelecek maçlarda oynayamayacaklardı. Fatih hoca sakin olsa, kadroyu daha verimli kullansa, önündeki maçlar için daha düşünceli davransa, biz Estonya’yı güle oynaya yenerdik. Yıldızlarımızı yormadan, gider Bosna ile oynardık. Dünya kupası da Türkiye’den eksik kalmış olmazdı. Neyse, bir dahaki sefere!”

Yukarıda, eskilerde yazılmış bir paragraf var. Kolay kolay karşılaşılmayan Fatih Hoca eleştirilerinden birisidir. Şimdilik bu yazıyı bir kenara bırakırsak, Galatasaray-Liverpool maçını izlerken aklımdan geçenleri burada birleştirmek istiyorum.


Eskiden, Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi maçı olduğunda birkaç gün öncesinden heyecanlanmaya başlardım. Okulda, yolda, evde, yemek yerken, oyun oynarken, ders çalışırken ve hatta gece uykum bölünmüşken bile Çarşamba akşamı 21.45’te maçımızın olduğu aklımdan çıkmazdı. Etrafımda ne olursa olsun, 3–4 gün boyunca gündemimin birinci maddesi, Şampiyonlar liginde maç oynayacağımız olurdu. Inter ve Liverpool ile üst üste oynamak olunca, dostluk maçı da olsa hoşuma gitti. Ne var ki, maçlardan önce izleme isteği gelmedi bir türlü. İlk on dakikayı falan izlemeden geçirdim. Sonra TV’nin karşısına zorla da olsa geçtim. (Şike soruşturmasının bulandırdığı midelerimiz, futbola olan ilgimizi azaltıyor galiba.) Önce istemezliği şike soruşturmasına bağladım ama sonra hazırlık maçları ile ilgili bir türlü değişmeyen görüşüme verdim sebep ve sonuç ilişkisini.


Küçüklükten beri, hazırlık maçlarında iyi futbol oynamanın kimseye bir faydası olmadığını düşünürüm. Bu düşüncenin çıkış noktası tamamen gözleme dayalıdır. Ne zaman Avrupa’nın üçüncü, beşinci lig takımlarına üç-beş atsak, ilk ciddi maçımızda yenilirdik. Rakip kalitesi gittikçe yükselse de hazırlık maçında iyi futbol oynamanın faydasına inanmadım hiçbir zaman. Aksine kötü futbolun, eksiklerin, zayıflıklarının çok daha faydalı olacağına inanırım. Bir de işin motivasyon kısmı vardır. Son derece düz bir mantıkla hazırlık maçında oynanan iyi futbolun, gerçek rakipleri küçümsemeye yol açacağını, kötü futbolun, mağlubiyetin ise oyuncuların işi daha sıkı tutmasını sağlayacağına inanıyorum.

Söz konusu motivasyon olunca, Fatih hocanın olduğu yerde kimseye laf düşmez. Ama Liverpool maçını izlerken, Fatih hocanın bu gücünün bizi bir süre sonra zor durumda bırakabileceği geldi aklıma. Yukarıdaki eski paragraftan bahsetme sebebim de budur. Daha ligin başlamasına 1 ay var. Futbolcuların hazırlık maçında bile bu şevkle oynadığını görmek sevindirici ama bunun nereye kadar böyle gideceğini kestirmek kolay değil. Üçüncü, dördüncü haftada sakatlıklar başlarsa, kart sınırları zorlanmaya başlarsa durum aleyhimize dönüşecektir. Bu da zaten her zaman Fatih hocanın dezavantajı olmuştur.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Sıkılan Bir Taraftar Konuşuyor

Sıkı bir taraftar olmak, ne demektir?

Bence tribünlerde yerini alma imkânı olanlar için, takım kötü oynasa da ah vah etmeden, hep takımın arkasında olmak, tribünde yerlerini alamayanlar için belki de TV başında tüm maçları takip etmek, tuttuğu takım kendi yaşadığı şehre geldiği zaman yağmur, çamur, soğuk demeden statta yerini almak, takımın 11’ini ezbere saymak, sırf tuttuğu takım galip gelsin diye birtakım uğurlar yapmak, dualar etmek, yeri geldiğinde maçın heyecanından tuvalete gitmek, durup dururken kendi kendine marşları mırıldanmaktır.


O takım sırf başarılı diye değil de başka değerler uğruna renklere sevdalanmak, bu sevda için bazı fedakârlıklarda bulunmaktır.

Fast-food kültürü, ilkokul sıralarından başlayan rekabetçi eğitim modelimiz, modern olma özentileri, özgürlüğün bizlere miras bıraktığı insanların insanlara gösterdiği asilik(anne – babaya karşı olan dâhil), utanılacak her türlü durumdan insanların yüzsüz ve daha güçlü çıkışları gibi günümüz normalleri(!) sanırım bir değere, bir insana “sıkı” bir sevgi duymamıza fırsat vermiyor. Ya da daha güzel bir anlatımla sadece sevgi duyduğumuz için değil de başka menfaatleri önemli ölçüde göz önüne alarak herhangi bir şey için sevdalanıyoruz.

“Bugün keşke bu yukarıda saydığımız normaller(!) oluşmasaydı veya oluşmalarına engel olunmalıydı.” demek niyetinde değilim. Hem yaşadığımız bu devrin bu tarz negatif görünen taraflarının dışında, çok olumlu tarafları da var.

Sporun dalları da dahil olmak üzere her iş alanının, çok hızlı bir gelişim içinde olduğunu çok rahat bir şekilde fark ediyoruz. Çoğumuz nasıl geliştiğine kafa yormadan birçok teknolojik özelliği eskitiyoruz, her gün daha efektif bir çözüm bekliyoruz, kolay beğenmiyoruz. Yeri geliyor bugün, Messi gibi bir futbolcuyu eleştiriyoruz.

Geçmişte sakin, monoton ve yavaş gelişen hayat birden anormal hızlandı. Her atağın gol pozisyonu olmasını ister hale geldik. En ufak bir akışkansızlığın sabrımızı taşırdığı günlerle tanışmaya başladık. Hızlı yaşamak sanırım bizi sevgiden uzaklaştırdı.

Sözle açıklanamaz bazı değerler, kurumların, insanların yüzyılları bulan geçmişleri ve gelenekleri uğruna bir nesneye, bir insana, bir takıma sevdalanmanın artık yaşadığımız günün şartlarıyla bağlantılı olarak gerçekleşmeyeceği ya da zayıflayacağı döneme yavaş yavaş girildiği kanaatindeyim.

Yaşları 20’yi geçmeyen yeni neslin “sıkı” bir taraftar olmaması galiba çok normal, bence beklentilerimizi arttırıp, sitem edip kendimizi üzmekten, kandırmaktan vazgeçelim. Samimi ve asil bir taraftar profili artık çok uzaklarda.