13 Aralık 2012 Perşembe

Analiz: Galatasaray vs Fenerbahçe

Galatasaray şampiyonlukla tamamladığı geçen sezon Fenerbahçe'yle Arena'da 2 kez karşılaştı ve bu maçlarda bir galibiyet ve bir mağlubiyet aldı.

Her iki maçın da birbiriyle örtüşen birçok yanı var. Birbirlerinden ayrıldığı yanları da var. Hem bunları hem de Galatasaray ve Fenerbahçe'nin bu sene değişen kadrolarını, saha içi görüntülerini ve sistemlerini beraber değerlendirip, Pazar günkü derbi için öngörülerde bulunmaya çalışacağız.

Galatasaray'ın geçen sene Arena'da 3-1 kazandığı maçın öncesinde ofansif anlamda belli sıkıntıları vardı. Ama, Eboue'nin sağ beke, Semih'in de Ujfalusi'nin yanına geçmesiyle takım defansif problemlerini minimize etmeyi başarmıştı. Yine Fatih hoca derbiden bir hafta öncesindeki Gençlerbirliği maçında as oyunculardan çoğunu rotasyona sokarak oyunculara yaklaşık 10 günlük dinlenme fırsatı sağlamıştı. Takım o derbiye mental, fiziksel ve taktiksel olarak uzun sürede hazırlanma şansı yakalamıştı.

Topun rakipte olacağı süreler için herhangi bir dezavantajla maça girmemesinin yanı sıra, taktiksel olarak çalışılmış düzgün saha içi parselasyonundan ve taraftardan gücünü alan pres anlayışını ortaya koyarak maça başladı Galatasaray. Bu prese karşı Aykut Kocaman'ın başlattığı 11'de tek çözüm Emre Belözoğlu'nun sakin kalıp oyunu kurması olabilirdi. Alex tek forvet oynamasının sonucu olarak, bu pas rotasyonuna hiç katılamadı. Galatasaray sürekli top kazanıyor ve kaptırılan tüm toplar, Fenerbahçe kalesinde pozisyona dönüşüyordu. Fenerbahçe, üç tane merkez ortasaha oyuncusu (Selçuk, Cristian, Emre) oynatmasına rağmen ortasahayı kontrol edemedi, çünkü Galatasaray topu her kazandığında baskı biraz daha arttı ve ortasaha oyuncuları kendilerini geriye atmak mecburiyetinde kaldılar.

Ofansif kimliği tam oturmamasına rağmen, top saklamayı becerebilen oyuncuları, Kazım'ın bütün hava toplarında Fenerbahçe ortasahasına kurduğu üstünlük ve pas yüzdesi yüksek oyuncuları sayesinde, Galatasaray göze hoş gelen bir oyun sergiledi. Sonuçta rakibine karşı ezici bir üstünlük kurdu ve maçı kazandı.

Galatasaray, Süper Final'de yenildiği maçta ise benzer üstünlüğü ilk golü kalesinde gördükten sonra kurmayı başardı. Bu maçta diğer maçtan farklı olarak, sarı kırmızılılar daha çok top kendisinde olduğu zamanlar içerisindeki anlayışıyla baskı kurmayı becermek niyetindeydi. Kapılan toplardan çok, organize bir şekilde sakin kalarak oyun oynamayı istedi. Tabiki Fenerbahçe'nin ilk maça oranla bu maçta kazanmaya daha çok mecbur olması ve ilk golü atması, ilk maçtan farklı olarak yediği presle kontra ataklara hiç maruz kalmamasını sağladı. Geçen seneki Fenerbahçe kadrosunun kalitesi, belli bir kalitesi olan ve hergün üstüne koyan Galatasaray'a karşı derbi kazanmak için yeterli değildi. Galatasaray bunu  özellikle ikinci yarıda golü atana kadar gösterdi. Topu Fenerbahçe'ye hiç vermedi. Ama futbolda bazen mağlup olmanın nedeninin olmadığı da oluyor. (Bu maçtan bir gece önce Barcelona da aynı şekilde R.Madrid'e yenilmişti.)

Bu sene iki takım da kadrolarını kalite olarak CL seviyesine çekmek istedi. Geçen seneye göre taktiksel, fiziksel ve mental anlamda farklı noktalara geldiler.

Öncelikle, top rakipteyken her iki takımın neler yapabileceğini değerlendirelim. Galatasaray bu sezonla geçen sezonki maç trafiği benzer olsa da farklı kulvarlarda, daha yüksek konsantrasyonlar yaşadığı çin, sezon öncesi düşünüp bugün olmak istediği fiziksel güçte değil. Yine de mücadele gücünü ortaya koyması beklenen bazı oyuncuları, bu hafta dinlenme fırsatı yakaladı. Burak, Umut, Melo ve Selçuk'un fiziksel olarak maça iyi hazırlandığını düşünüyorum. Fenerbahçe'nin ise koşu gücünün geçen seneye oranla daha ileride olduğunu görüyoruz. Mücadele gücü ve sertliğe cevap verebilen karakterde Kuyt, Topal gibi oyuncular bu anlamda takımı üste çekti. Bu nedenle önümüzdeki maçta ikili mücadelerde topu kapma üstünlüğünün geçen sene olduğu gibi Galatasaray lehine o kadar bariz olacağını düşünmüyorum. Bu fikir, kaptırılan toplarda geçen sene Fenerbahçe'nin maruz kaldığı ani ataklara, Galatasaray'ın da bu sene maruz kalabileceğini gösteriyor.

Yine de Galatasaray'ın sistemli bir şekilde pres uyguladığında, Fenerbahçe'nin topu oyuna sokma sıkıntısı olan oyuncularına karşı önemli bir tehdit yaratacağı aşikar. Bu presin uygulandığı anlarda golü olabildiğince erken bulabilmek, Galatasaray adına geçen seneye göre bu sene daha önemli olacaktır. Çünkü skor berabereyken oyunu sürekli forse etmek Galatasaray için bu sene, bu fiziksel şartlarda zor olabilir.

Defansif olarak, her iki takım da saha içi parselasyonu olarak rakiplerine oynama imkanı veriyorlar. Galatasaray CL'den gördüğümüz kadarıyla böylesi yüksek konsantrasyonda defansif olarak daha kompakt oynamaya çalışıyor. Özellikle Hamit'in ve oynayacaksa Amrabat'ın mücadele kalitelerinin sonuca etki edeceğini düşünüyorum. Hem Hasan Ali hem de Gökhan Gönül bu sene kanat hücumu olarak Fenerbahçe'yi daha aktif kılıyor ve savunulmaları daha fazla dikkat gerektiriyor. Fenerbahçe ise Emre'nin yokluğunda rakibe kendi ceza sahasına gelene kadar daha çok imkan sağlıyor ama pozisyonları daha riskli hale gelmeden önleme alışkanlığı kazanmış durumdalar.

Galatasaray'ın ofansif anlamda temel problemi, "forvet oyuncularının oyun içi katkısının çok az olması" olarak gözüküyor. Burak bu eksikliğini giderme yolunda olmasına rağmen, koşu yapma veya top alma kararı vereceği anlarda doğru tercih sayısı son derece az, Umut zaten oyun görüşü nispeten sınırlı bir oyuncu. Bu yüzden Umut ve Burak oynadığında, Galatasaray maç içinde zaman zaman çıkmaza giriyor. İki forvet de pas oyununa yardım etme insiyatifini alırlarsa, orta saha oyuncularına da gol şansı doğabilir. Bu haftaki taktik antremanlarda bu konu üzerine yoğunlaşılacağını düşünüyorum. Riera'nın tecrübesi ve aklıyla, Manu maçında olduğu gibi maçın adamı olma ihtimalini yüksek görüyorum. Hamit, Selçuk ve Melo'nun özel bir baskı yememeleri halinde öne doğru kaliteli bir oyun oynamalarını bekliyorum.

Fenerbahçeli oyuncular sakin oynamak adına yavaş pas yapmaya devam ettiği sürece, eksik olarak yakalanmamış Galatasaray savunmasını bozmak onlar için zor olacaktır. Kanatlardan Sow'u, Cristian'ı ve Kuyt'ı beslemek, Meireles'i kaleyi karşısına alabileceği pozisyonlara sokmak ve duran toplardan golü bulmak istemeleri muhtemel atak planları olacaktır. Bence kaptıkları toplarla daha hızlı hücum yapmayı denemeleri ve bunun üzerine çalışmaları gerekiyor. Özellikle kanat akınlarını, Eboue'nin değil de daha çok Riera'nın kanadından gerçekleştirmek, sarı lacivertliler için daha avantajlı olacaktır. Çünkü Eboue geçen seneden hem ofansif hem de defansif olarak Fenerbahçe'ye psikolojik üstünlüğü sağlamış durumda ve konsantre olduğunda hata yapma oranı çok düşük.


İki takımın kadrolarında 21 kişinin belli olduğunu düşünüyorum.

Galatasaray: Muslera - Eboue Semih Dany Riera - Hamit Selçuk Melo X - Burak Umut

Fenerbahçe: Volkan - Gökhan Bekir Yobo Hasan Ali- Kuyt Meireles Topal Cristian Caner - Sow

Galatasaray'da solda Amrabat veya Yekta olacak. Her iki tercihin de takıma katacağı farklı şeyler var. Amrabat şimdiye kadar önemli maçlarda takımı ileriye taşıdı, üstelik her iki Manu maçında da Rafael'in etkinliğini de azalttı. Yekta ise topu kapma ve doğru oynama konularında çok iyi yüzdeye sahip. Zor bir tercih olacak gibi duruyor. Elmander fizik olarak iyi durumda olsaydı, Fatih Hoca'nın maça 3 as forvetiyle başlaması pres, top kapma ve saklama anlamında doğru bir tercih olabilirdi.

Sonuç olarak, Galatasaray'ın kontrolünde bir oyun bekliyorum ama geçen seneki maçlardaki üstünlüğü maçın tamamında beklemiyorum. Galatasaray'ın ilk golü yemesi maçın sonucuna çok etki etmez ama ilk golü atarsa oyun olarak başka bir seviyeye çıkıp maçı farklı kazanabilir. Fenerbahçe'nin oyuncularının da maçta gol olana kadar maça ortak olduklarını göstereceklerini düşünüyorum. Fırat Aydınus'un geçen seneki derbide Galatasaray'ın pres oyununu yanlış hücum fauller çalarak bozmaması ve kaliteli yönetimi maçı tempolu hale getirdi. Umarım Halis Özkahya da maçın temposuna olumlu anlamda etki eder.

20 Ekim 2012 Cumartesi

Bir Alex

Ülkemize transfer olduğunda kulaklarımıza inanamadığımız, gelişleri Atatürk Havalimanında davul zurnayla kutlanan, ancak ayrılırken tek bir yönetici tarafından bile uğurlanmayan yabancı futbolcu sayısı, maalesef bir elin parmaklarını çoktan geçmiş bulunuyor. Ne Lincolnler, Ortegalar geldi, ne Delgadolar, Guizalar geçti İstanbul’dan. Bunca adam arasından ayrılışı Kewell kadar buruk olan başka futbolcu hatırlamıyordum. Ta ki geçen hafta Alex’in ayrılık kararını duyana kadar. Üstüne üstlük, sadece tek bir kulübü değil, tüm Türk kamuoyunu üzen bir ayrılık oldu bu. Bu yazıda kimseyi eleştirmek gibi bir niyetim yok, zira yeterli bilgim olduğuna inanmıyorum. O yüzden sadece arşivimizde bulunsun, seneler sonrası için not düşmüş olalım diye yazacağım. Ayrıca Alex gibi büyük bir futbolcunun arkasından bir şeyler karalamamak olmazdı. O yüzden Alex ile ilgili aklıma gelen birkaç güzel detayı not etmek istiyorum.


İlk olarak, Fenerbahçeli arkadaşlarımdan bir tanesinin paylaştığı bir cümleyi hatırladım: “Dedem babama Lefter’i anlatmış, babam bana Rıdvan’ı anlattı, ben de oğluma Alex’i anlatacağım.” Bu cümle herşeyi çok güzel özetliyor aslında. Fenerbahçe tarihinde Alex'li seneler diye yaldızlı bir sayfa olduğunu herkes kabul edecektir. Bildiğim hiç bir teknik direktör, Fenerbahçe'ye Alex kadar yararlı olmamıştır. Yıllarca Alex'i Hagi ile karşılaştırmaya çalışanlara, bu kıyaslamanın söz konusu olmadığını söyledim. Yine de “ama” ile başlayan bir parantez açarak, kendi takımına sağlanan faydayı hesapladığımızda Alex'in öne çıkacağını belirttim. Her zaman Alex’in Fenerbahçe’ye katkısının, Hagi’nin Galatasaray’a yaptığı katkıdan fazla olduğunu düşünmüşümdür. (Sezar'ın hakkı Sezar'a)

Spor, siyaset gibi rekabetin çok yoğun olduğu alanlarda, taraflara bakılmaksızın, herkesin saygı duyduğu nadir bulunan insanlar vardır. İşini çok iyi yapan ama ne olursa olsun rekabet ettiği tarafa saygılı davranan bu insanlar, konuyla hiç ilgisi olmayan insanların bile saygısını hatta sevgisini kazanırlar. Bu sevgiye şöyle bir örnek verebilirim: “Galatasaray taraftarı olarak, yıllarca yeni stadımızı bekledik. Yeni stadımızda oynadığımız ilk Fenerbahçe derbisinde mağlup olduk ama bizi yıkan o kafa golünü bir başkası atsa daha fazla üzülürdüm” Maç çıkışı bir hayli üzgün olan bizlere azıcık teselli veren bu cümleyi maç boyu küfür eden bir amca söylemişti. İşte Alex ezeli rakibine önemli bir gol attığında bile, üzülen taraftardan bu derece saygı görmüş bir adamdır.

Son olarak bu futbolcunun bizde bıraktığı etkiyi anlatmak için şunu da not etmek isterim: “Bir Alex Değil” kalite belirten bir deyim olarak Türkçeye yerleşmiştir. “Alex olmak” artık bizim için bir övgü birimidir. Güle Güle Alex.

20 Eylül 2012 Perşembe

Veri Tabanı: Man Utd 1 Galatasaray 0

Galatasaray 6 yıl sonra Şampiyonlar Ligi’ne döndü. Sarı kırmızılı kulübün Avrupalı rakiplerine karşı her zaman dik durduğunu, beklentileri her seferinde aştığını, “tecrübe” diye sık sık altını çizdiğimiz özelliğini her zaman koruduğunu biliyoruz. Yine de 6 senenin uzun bir dönem olması ve takımın yeni kuruluyor olması “tecrübe” konusundan beklentilerimizi düşük tutmamıza sebep oluyordu.


Galatasaray’ın grup maçlarında tecrübe kazanacağını varsayıyorduk ve edinilmiş tecrübeye en çok ihtiyaç duyulacak olan Old Trafford’ı ilk maçta ziyaret etmek çok hoş gelmiyordu kulağımıza. Neyse ki, dezavantaj gibi görünen bu deplasman, takımın normalde uzun vadede elde edebileceği tecrübeleri ve güveni oldukça çabuk elde etmesini sağlayacak türde bir maç oldu. (Bu blogun üç yazarı olarak, Old Trafford’daki maçın 10. dakikasında, bu gruptan rahat rahat çıkacağımız konusunda hem fikir olmuştuk bile)


Böylesi bir maçta, sadece topun rakipte olduğu bölümde varlık göstermenin, sadece defans yapmanın Galatasaray’a bundan sonraki süreçte faydalanmak için herhangi bir tecrübe veya güven katacağından bahsedilemezdi. Galatasaray teknik heyeti, çıkılan bu ilk Avrupa sınavında alınabilecek puanlardan çok, oyun oynamayı ve kendi oyun anlayışını böylesi bir futbol mabedinde kabul ettirmeyi hedefleyerek, oyunculara neler başarabileceklerini göstermek ve onlardan önümüzdeki süreçte mantalite olarak ne beklenildiğini anlatmak istediler. Sanırım başardılar. Bu yüzden, sonuçta matematiksel olarak elde edilmiş 0 puanın, çok da dikkate alınmaması gerekir.

Galatasaray bu maçta bir takım tecrübeler elde etti, teknik kadro, dersler çıkarabileceği değerli verilere ulaştı. Galatasaray’ın takım olarak neleri doğru neleri yanlış yaptığını inceleyerek bu verileri açabiliriz.

Öncelikle kadro diziliminden başlayalım. Maçtan önce stoper mevkiinde Semih’in yanında Dany’nin oynatılması gerektiğini düşünüyordum. Çünkü Valencia ve Rafael önlü arkalı olarak, iyi konsantre oldukları bir maçta önlem alınması çok zor kombinasyonlara imza atabilecek potansiyele bu sene eriştiler. Bu potansiyelleri, ileride bizim için değerli maçlar çıkartabilecek Cris’i moral olarak kaybetmek anlamına gelebilirdi. Bu yüzden CL tecrübesi az olsa da Fatih Terim’in Dany’nin çabukluğundan yararlanma kararı doğruydu. Elmander’in oynatılmaması tercihine de saygı duyuyorum, çünkü Burak ve Umut’un form durumları çok yüksekti.

Galatasaray, Fatih Hoca’nın “ilk maç heyecanı” olarak açıklamakla yetindiği, hâlbuki arkasında daha farklı sorunlar barındıran, cüretkâr bir savunma düzeniyle başladı. Old Trafford’da başlama düdüğüyle De Gea ve defans oyuncularına yapılan pres, Kagawa’nın ilk yarı boyunca onu rahatsız edecek kimse bulunmadan bir çok kez topla buluşmasına ve oyunu yönlendirmesine sebep oldu. Böylesi yaratıcı bir oyuncuyu ne kadar yakın karşılarsanız o kadar iyiyken, Galatasaray’ın bu temel hataya düşmesinin bu seviyede cezasız kalması olanaksızdı ve gol geldi.

Hücum presi, alanı daralttığın ve takım olarak hareket ettiğin sürece anlam kazanır. Galatasaray ilk 20 dakikada geniş alanda pres yaptı ve kazandığı toplar sadece ceza sahası ve çevresi etrafında gelişti. Koşu gücü bu dakikalarda bir hayli anlamsız kullanıldı. Selçuk böylesi bir geniş alanda oyunun içine bir türlü giremedi, etkisiz gözükmesinin bence en önemli sebebi buydu. Melo’nun eksik olan fizik yapısına tam aleyhte gelişen bir savunma yapısı vardı ve bu yüzden maç boyunca çok zorlandı. Bunların dışında, Hamit kendisini yıllardır bekleyen Galatasaray taraftarının gönlünü ManUtd deplasmanında oynadığı futbolla ferahlatmıştır sanırım. Yazının başında sıkça bahsettiğimiz “tecrübe”ye Eboue ile birlikte en çok sahip olan oyuncumuz olduğunu bir daha gösterdi.

İkinci yarıda takım enine ve boyuna mesafeler anlamında daha kompakt olmaya çalıştı. Bu seviyedeki deplasmanlarda alanı daraltarak, hep beraber oynamanın önemi fazladır. Maç boyunca top Galatasaray’dayken, takımın sakin kalarak topa sahip olma düşüncesi çok yerindeydi. Selçuk’un ikinci yarıda takımın kompakt oyun anlayışıyla beraber oyunu yönlendirmesi, bir oyuncunun formunun takımın taktiksel anlayışına ne kadar bağlı olduğunun önemli göstergesiydi.

Maç sonu dillendirilen çoğu olumsuz görüş aksine Hakan Balta’yı beğendim. Valencia gibi dünyanın en iyi solbeklerine karşı bile maç içinde zaman zaman üstünlük sağlayan bir futbolcuya karşı direnç gösterdi. Ters kademelerde Amrabat’ın defansif zayıf bilgisinden kaynaklı sorunlar yaşadı ve bu Amrabat’ın sorunu. Diğer bir yönden böylesi atmosferi yüksek deplasmanlarda top ayaktayken Balta gibi soğukkanlı oyuncuların varlığı her zaman bir artıdır.

Amrabat’ın sezon başındaki - takımla en ufak paralelliği olmayan - standart çizgisinden sıyrılmaya başladığını, bireysel ve takım taktik bilgisi olarak gelişmekte olduğunu gördük. Sırtı dönük aldığı toplar, kazandırdığı fauller, takımın oyunda kalması ve oyuna hükmetmesi açısından değerliydi. Rafael üzerinde kurduğu fiziksel ve psikolojik baskının, Rafael’in hücum gücüne sekte vurduğunu gördük. Biraz daha hızlı karar verebilirse harika işler çıkarmaya başlayacak.

Fatih hocanın da maçtan sonra söylediği gibi, hızlı hücum varyasyonlarının çalışıldığı belliydi. Bunu çalışmış olmanın yanında, ManUtd karşısında pratiğe dökülmesi sarı kırmızılı futbolcuları ve teknik heyeti tekrar tebrik etmemizi gerektiriyor. Son pas tercihleri çalıştıkça daha da gelişecektir.

Gelelim benim en çok etkilendiğim konuya. Old Trafford’da oynuyoruz, maçın bitmesine 5-10 dakika var, ManUtd’lı oyuncular kafa olarak oyundan düşmüş, tek bir gole ihtiyacımız var, rakip ceza sahası içinde uzun boylu oyuncularımız mevcut ve tüm bunlara rağmen bir kere bile gereksiz bir “orta” yapılmadı. Tüm şartlar uygundu ve doldur boşalta yeltenen kimse olmadı. Dünyada parmakla gösterilecek birkaç takım dışında kesinlikle göremeyeceğiniz kadar erdemli, karakterli bir davranış. Acelesi olmasına rağmen, doğru tercihi işini şansa bırakmadan bulmaya çalışan 11 tane adama ve bu karakterin oturmasını sağladığı için Fatih hoca’ya tekrar tekrar teşekkür ediyorum.


Galatasaray’ın yaklaşık 1.5 senedir sürekli doğru yönetilmesinin, takıma saha içinde kattıkları ortadayken, takımın eriştiği bu noktanın daha üzerine çıkacağını öngörmek hayalcilik değil. Top rakipteyken taktik bilgisini daha geliştirmiş bir Galatasaray’ın yeni başarılar kazanma anlamında yolunun açık olduğunu görüyorum.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Akşama Önemli Bir İşimiz Var

Yine çok özel bir Çarşamba bugün. Dün akşamdan beri kıvranıyorum. Sabah midemde bu garip ve bir o kadar keyifli hisle uyanmayalı uzun süre olmuştu. Masamda oturamıyorum, yerimde duramıyorum, yürümeyi yeni öğrenmiş çocuklar gibi sağa sola koşturasım var. Cimbomun Şampiyonlar Ligi maçı var.


Bizim için Şampiyonlar liginin yeri ayrıdır. Dünya Kupasından da futbol dışı başka her hangi bir organizasyondan da daha önemlidir. Şampiyonlar ligi kalitedir benim için. Bir müzikseverin en sevdiği sanatçıyı dinlemesi gibi, en sevilen yemek gibidir. Bir ressamın başyapıtı neyse şampiyonlar ligi de futbolun en üst noktasıdır. Üst düzeyde oynanan futbolu takip etmek için ertesi gün okulda uykusuz kalmaktır. 21:45 deyince aklıma önce Şampiyonlar ligi gelir. Bir öğrencinin en sevdiği günün Cuma olması gibi bazı Salı ve Çarşambaların özel olmasıdır. Ryan Giggs’tir. Arif Erdem’dir. Zidane’ın harika volesidir. Kubilay’ın Barcelona’ya attığı goldür. Takıma dönen Hakan Şükür’ün golüyle Juventus’u yenmektir. Galibiyetin verdiği mutlulukla rahat uyumaktır. Mavi zemin üzerinde dönen, saha ortasında dalgalanan yıldızlar eşliğinde çalan harika bir müziktir Şampiyonlar ligi.


                            

7 Eylül 2012 Cuma

Yanlış Anladık

Galatasaray bu sezona geçen sene bıraktığı yerden başlayamadı. Hedeflenen ikinci şampiyonluk geçen sene kazanılandan daha kolay elde edilecekmiş gibi bir hava var. Ve bu beklenti futbolcuları biraz da olsa rehavete sürüklüyor. Beklentiler yüksekken, kalesinde bu kadar fazla gol gören Galatasaray biraz hayal kırıklığı yarattı sanki.


Beşiktaş ile Galatasaray arasındaki maçın bu kadar enteresan bir oyuna sahne olması futbol kamuoyunu yanlış yönlendirdi. Oynanan futbol olarak beklediğim gibi bir maç oldu. Ancak Galatasaray’ın tabir-i caizse kendi kalesine 3 gol atmasını sürpriz olarak değerlendirebilirim. Semih’in ve Hakan Balta’nın aynı maçta bu kadar büyük hatalar yapması tekrar yaşanmayacaktır. Takım kalitesinden değil de bireysel hatalardan meydana gelmiş bu beraberlik, sık tekrarlanılması muhtemel olmadığı için Galatsaray’ı pozitif, diğer takımları negatif etkileyebilir.

Değerli yorumcular “Galatasaray’ın hakem hataları sayesinde puan aldığını, Beşiktaş’ın 3 puanı kaçıran taraf olduğunu” iddia etti. Hakem kararları zaten saatlerce tartışıldığı için bu konuda bir görüşüm mevcut değil. Bırakın hakem hatasını maçtaki 6 gol de birilerinin hatalarından kaynaklandı. O yüzden kimin kaç puan aldığı değil, oyun olarak kimin ne yaptığını hatırlatmak istiyorum.  Deplasmanda olmasına rağmen bir derbi için yeterli üstünlük sağlanmıştı. İlk 45 dakika boyunca ne yaptığını bilen, rakibinin zaaflarını çözen, bunları değerlendiren ancak skora yansıtamayan bir Galatasaray vardı. Beşiktaş’ın 3. golüne kadar bu durum böyle devam etti. Ancak Beşiktaş’ın 3. golü Galatasaraylı futbolcularda şok etkisi yarattı. Özellikle Selçuk ve Emre Çolak’ın “Ne oldu da 55 dakikada 3 gol yedik” algısıyla paniğe kapıldığını düşünüyorum. Çünkü o ana kadar oyunu domine eden ve yönlendiren ikili, o dakikadan sonra ayaklarına gelen topları şuursuzca savurmaya başladılar. Bunu değerlendiren Olcay Şahan ve Fernandes oyunun 25 dakika boyunca Beşiktaş tarafına kaymasını sağladı. Son 15 dakikada Selçuk’un tekrardan oyunu kontrol altına almak istemesi ibreyi Galatasaray tarafına çevirdi.


Bursaspor maçı daha olumluydu. Galatasaray’ın oyununun, takım uyumunun artması ve form düzeyinin yükselmesi ile beraber pozitif seyrettiğini söyleyebilirim. Özellikle Hamit ve Eboue’nin ikili oyunlarının artması hücum seçeneklerinin daha da zenginleşmesine işaret ediyor. Hamit’in kondisyonunun yükselmesiyle beraber rakipler sol kanada daha çok tedbir almak zorunda kalacaklar.

Medya da şu sıralar Galatasaray’ın yediği duran top gollerine takmış durumda. Takımın bu konuda geçen seneki kadar organize ve konsantre olmadığı aşikâr. Ama bence durum abartıldığı kadar da vahim değil. Fenerbahçe maçındaki gollere bakarsak, ilki Emre Çolak’ın sırtına çarpan çok basit, tesadüfî bir goldü. Ne savunmanın ne de kalecinin hatası vardı. İkinci gol ise uzaklaştırılmış duran toptan sonra pozisyonun devamında Umut Bulut’un ofsaydı bozmasıyla gerçekleşti. Yine önemli bir hata yok. Beşiktaş maçında Melo’nun kendi kalesine attığı gol, bir futbolcunun başına kolay kolay gelmeyecek, bir zamanlama hatası. Yine organizasyon hatası yok.


Bursa maçında yenilen ilk gol ve Kasımpaşa maçında yenilen golü, serbest vuruşu kullanan oyuncuların becerisi olarak görüyorum. Günümüzde o noktalardan kullanılan serbest vuruşlar neredeyse penaltı kadar önemli oldu. Kalenin içine doğru atılan serseri toplar bile gol tehlikesini ciddi anlamda getiriyor. Bence bu tehlikeleri yaşamamak için bir yol var: Orada faul yapılmayacak. Emre Çolak’ın Kasımpaşa maçında yaptığı faul ve Hamit’in Bursaspor maçında yaptığı fauller gereksizdi. Oto-kontrol artarsa bu sorun minimum düzeye inecektir. Bursaspor’un attığı korner golü (ikinci golü) ise tamamen konsantrasyon eksikliğinden kaynaklandı. O anda (85. dakika) futbolcular 3-1’in getirdiği rahatlıkla çevre kontrollerini düzgün yapmadılar ve çok basit bir gol yediler.


Kısacası Galatasaray’ın takım olarak, oyun organizasyonu olarak bir sorunu yok. Bireysel hatalar üst üste geldi ve işler çok karışıkmış gibi göründü. (Melo ve Hamit’in kondisyon eksiklikleri var ama şu milli maç arası sonrası takıma yetişeceklerine şüphem yok.) Bana kalırsa, tek sorun rehavet ve oyun içinde buna bağlı konsantrasyon kayıplarıdır. Hepiniz takdir edersiniz ki, futbolcu psikolojisi Fatih hocanın uzmanlık alanıdır. Bu rahatlığı ve rehaveti çözebilecek en iyi ismin Galatasaray’ın başında olduğunu düşününce benim de beklentim artmaya başladı şimdi. 

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Şanslı 7

Bir aralar Cristiano Ronaldo’nun bahtsız olduğunu düşünürdüm. Allah vergisi yetenekleri ve fiziği sayesinde hepimizin hayallerini süsleyen bir hayat yaşayan bu adama bahtsız demek kulağa saçma geliyor farkındayım. Yetenekli olduğu kadar hırslı da olan bu adam için, olağanüstü kabiliyetleri sayesinde herhangi bir sporda dünyanın en iyisi olmak işten bile değilken, gelmiş geçmiş en iyi futbolcuyla aynı döneme gelmek şanssızlık değildir de nedir?


Bir NBA oyuncusundan daha yükseğe zıpla, bir tenis şampiyonundan daha hızlı yön değiştir, koşuda olimpik atletlere kafa tut, sonra CV’sinde fazla da bir şey yazmayan ufak tefek bir çocuk senden açıklanamayacak bir şekilde daha iyi olsun. Ronaldo gibi biri için çok zor bir durum.

Ronaldo ve Messi’yi ara ara herkes kıyaslıyor ama bu tartışmada kimse kimseyi ikna edemeyecektir. Zevkler ve renkler tartışılmaz, ayrıca hemfikir olduğumuz bir konu var. Bu ikisinin altına yazabileceğimiz üçüncü bir isim yok. Varsa da araya uzunca bir boşluk bıraktıktan sonra yazabiliriz. Ronaldo ve Messi diğer futbolculardan fersah fersah ilerdeler.

Menajerlik oyunlarından öğrendiğim İngilizce bir kelime: “flair”. Yetenek demek ama daha üstün bir anlamı var. Allah vergisi, dâhiyane, içgüdüsel, gibi anlamlar taşıyan güçlü bir kelime. Messi ve Ronaldo’da bu flair’dan fazla fazla var, aşikâr. Fakat özel yetenekli insanların handikabı sayılabilecek bir durumları da var bu ikisinin. Özel yetenekli insanlar, başlangıç seviyesinde veya küçük yaşlarda çevrelerindeki insanlardan çok daha az çaba sarf ettikleri için ( spor veya spor dışı, bu herhangi bir dal olabilir) ileri seviyelerde çalışma gereği duymuyorlar. Hiç çaba göstermeden başarmaya alıştıkları için, gelişmekte zorlanıyorlar. Bu sebeple ileri seviyelerde, daha az yetenekli olup daha çok çalışan rakiplerinin gerisinde kalıyorlar.


Örnek vermek gerekirse, İlkokul çağında çok zeki bir çocuk düşünün. Okuma yazma, temel matematik gibi konularda hiç çaba sarf etmeden arkadaşlarının hepsinden daha başarılı olduğunu kabul edelim. Eğitim hayatı ilerledikçe, kafa yorması gereken konularla karşılaşacaktır. Toplama çıkarma öğrenirken kafa yormuş bir çocuk, ileri seviyelerde de kendini zorlaması gerektiğini bilecektir. Bizim zeki çocuk ise çarpım tablosunu ilk bakışta hafızaya aldığı için, bir gün zorlandığı bir konu gelince biraz çaba sarf etmesi gerektiğini bilmeyecektir.

Herkesin, “biraz koşsa çok süper topçu” diye tanımladığı ve çok sevdiği futbolcular vardır. İşte o topçular, 10 yaşındayken mahalledeki tüm arkadaşlarına yürüyerek çalım atıyorlardı. Sorun ise, karşısına profesyonel iri yarı savunma oyuncuları geldiğinde, hala koşmak yerine yürümeyi tercih ediyor olmalarıdır. Memlekette bir Sergen Yalçın gerçeği de mevcut zaten. Flair kelimesinin anlamlarından fazla fazla nasiplendiğini söylemeye gerek yok. İdman alışkanlıklarına da aşinayız. Elimizde ölçme cihazı olmadığı için, Sergen mi daha yetenekli, Ronaldo mu, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. (Sergen’den sadece iyi bir uç örnek olduğu için bahsettim, niyetim onu Ronaldo veya Messi ile kıyaslamak değil.)

Messi ve Ronaldo’nun arkasına üçüncü bir isim yazamayışımızın sebebi de bu noktada ortaya çıkıyor. Bildiğimiz yetenekli futbolcuların hepsinden daha çok çalışıyorlar. Son 5 senedir Messi ve Ronaldo’dan iyisi yok, ama hâlâ gelişmeye devam ediyorlar. Her sezon, bir önceki sezondan daha da iyi oynuyorlar. Diğer yıldız futbolcularla aralarındaki fark gittikçe açılıyor. Yazının başında, “Ronaldo’nun bahtsız olduğunu düşünürdüm” demiştim. Artık düşünmüyorum. Çünkü Ronaldo’nun bu seviyeye gelmesinde Messi’nin mevcudiyetinin katkısı olduğuna inanıyorum. Messi’den daha iyi olmak adına her seferinde üstüne koyması onu buralara getiren en büyük etkendir.


Messi olmasaydı, C.Ronaldo 2008’de aldığı yılın futbolcusu ödülünü tekrar kazanmak için bu kadar çaba sarf eder miydi? Peki ya Messi, hemen ensesinde Ronaldo’nun nefesi olmasa, bu ödülü üç kere üst üste alır mıydı? Büyük ihtimalle alırdı, ama ödülü almak için bir önceki sezondan daha iyi oynamasına gerek kalmayacaktı. Messi de, Ronaldo da birbirlerinin mevcudiyetleri sayesinde her gün daha iyi oynamaya devam ediyorlar.

Bugün fark ettim ki bu iki süper futbolcunun aynı döneme gelmesi birbirleri için şanssızlık değil, aksine müthiş bir spor kariyeri adına şans yaratmıştır. Ve durumdan en çok, biz futbolseverler yararlanıyoruz.

10 Ağustos 2012 Cuma

Kim Barcelona Kim Real Madrid?



Dün 85. dakikada oyuna Cerci girdi. CM 2003-04 oyununun efsane santraforlarından Alessio Cerci. Oradan aklıma geldi; Championship Manger, Football Manager (nam-ı diğer CM ve FM) gibi oyunlarda en sevdiğim dönem transfer dönemleridir. Takıma gerekli gereksiz onlarca adam alırım. Her mevkii için en az 3 alternatif yaratıp, takımın taktiğini belirlemek için 7-8 tane hazırlık maçı yaparım. En iyi “scout” ekibini ve yardımcı antrenörleri getirmeye çalışırım. O iki ay için 10-15 saatimi harcarken, normal sezonu toplamda 8-9 saatte bitiririm. Gerçek hayatta ise işler biraz farklı işliyor. Haziran - Ağustos ayları arası, eğer uluslar arası turnuvalar da yoksa bitmek bilmiyor. Ne kadar futbolumuzun kalitesizliğinden yakınsak da, Avrupa takımlarına karşı aldığımız başarısız sonuçlar her defasında yüzümüze vurulsa da bu zalim oyunu çok seviyoruz.


Nihayet ligler başlıyor. Galatasaray Lazio ve Fiorentina maçlarıyla, Fenerbahçe de Vaslui maçlarıyla sezonu açtı. Daha önceki maçları düzgün bir şekilde izleme şansım olmadı. Ama bu 4 maçı baz alarak bir şeyler söyleyebilirim.

Galatasaray için ilk başta söyleyebileceğim çok yüksek bir güven ile maça çıktıkları olur. Defansif anlamda nerede ne yapması gerektiğini bilen bir takım görüntüsü veriyorlar. Maça rakip takımı baskı altına alarak başlıyorlar. Semih – Ujfalusi ve Semih – Dany ikilileri orta saha çizgisine kadar çıkıp rakibi pres altında tutmakta ısrar ediyorlar. Bu anlayışın Galatasaray’ı evindeki birçok maçta erken öne geçireceğini ve o maçlarda aktif dinlenme imkânı vereceğini söyleyebiliriz. Deplasmanlarda ise özellikle ilk 10 hafta, başta vurguladığım güven duygusunun çok rahat puanlar kazandıracağını düşünüyorum. Bunun bir benzerini geçen sene Fenerbahçe’de görmüştük. Bir önceki sezon 17 maçta 16 galibiyet alan kazanmaya alışmış takım aynı refleksi geçen sezon başında göstermişti. Ancak devamında malum sürecin getirdiği mental çöküş Fenerbahçe’nin ligi Galatasaray’ın 9 puan arkasında bitirmesine sebep olmuştu. Tabii Galatasaray’ın takım olgusuna kavuşmasının da bu puan farkında etkisi büyük. 


Galatasaray’ın şu an en büyük sıkıntısı rakibini sahasına hapsetmesine rağmen kolay pozisyona girememesi. Hamit’in maç eksikliği, Melo’nun olmayışı ve Burak ile Amrabat’ın takımın yapısına daha alışamaması pozisyon sıkıntısına etken olarak gösterebiliriz. Zaman içerisinde takım içi uyum artacağından Galatasaray’ın bu sorunla daha az sıklıkla karşılaşacağını düşünüyorum. Ünal Aysal’ın tabiriyle şu an “çilek” transferine ihtiyaç yok. Ancak eğer bir fırsat transferi olursa mesela 3-4 milyon Avroya alınabilecek Nene hem maddi bir külfet getirmez hem de ofansif açıdan opsiyonları artırmış olur. Transferlerin uyumu ile beraber Galatasaray’ın geçen sene topladığı puanın üstüne çıkması beni şaşırtmayacak.


Fenerbahçe’nin ise geçen seneye göre birkaç adım önde olduğunu söylememiz mümkün ancak defansın ortasına yapılan Egemen transferi ve Emre’nin yerini oyun kurabilen bir orta saha ile doldurmamak, Fenerbahçe’nin omurgasına zarar verebilir. Özellikle deplasman maçlarında sıkıntı yaşayan ve konsantrasyon problemi çeken bir takım olarak, skora isyan eden oyunculardan birini kaybetmek çok mantıklı olmadı. Neyse ki Kuyt transferi bu açığı biraz kapatabilir. Fenerbahçe’nin daha iyi bir stoper (yabancı veya Ömer Toprak, Serdar Aziz, Serdar Taşçı’dan birini) ve Emre tarzında bir orta saha alması gerektiğini düşünüyorum.


Ayrıca, Stoch – Alex – Krasic – Kuyt – Sow beşlisinden birinin yedek kalacağı bir ortam tatlı forma rekabeti olarak gözükse de eğer iyi yönetilmezse tatsız sonuçları beraberinde getirebilir. Benzer bir durumun 3 sene evvel Rijkaard’lı Galatasaray’ın başına geldiğini hatırlıyoruz. Kewell – Arda – Elano – Keita, 5 ay sonra Arda – Elano – Giovanni – Keita dörtlüsünden birinin yedek olması düşünülmüştü. İç çekişmeler, takımın geri kalanının o seviyede olmaması, defansif kopukluk ve sakatlıklar takımı hüsrana götürmüştü. Aykut Kocaman’ın bu rotasyonu doğru yönetebildiği ölçüde başarıların gelebileceğini düşünüyorum.


Sonuç olarak, iki takımın ligde İspanya ligi gibi yalnızlaştığı bir durumla karşılaşabiliriz. Ama kimin Barcelona kadar düzenli, kimin Real Madrid kadar soğukkanlı olabileceğini zaman gösterecek.

Not: Pazar günü sezon başı olması dolayısıyla bireysel hataların bolca yaşanacağı bir maç izleyeceğimizi ve Melo’suz Galatasaray’ın Fenerbahçe’nin bir adım aşağısında kalacağını düşünüyorum.

19 Temmuz 2012 Perşembe

Henry

"Tüyleri diken diken etmek" ifadesi bir gol için kullanılır mı? Bazen, evet.


Değil Amerika'ya, fizana da gitse üstüne tanımam. Sabah sabah coşturdu beni yine, Thierry Henry.

12 Temmuz 2012 Perşembe

Geciken EURO 2012 Yazısı

Biraz geç oldu ama Avrupa kupası üstüne hiçbir şey yazmadığımızı fark ettim. Ve her zamanki gibi hiçbir sıralama ve kategori ölçütüne dahil olmayan hoşuma giden futbolcular listesi yapmaya karar verdim. Son derece kişisel, Euro2012’de öne çıkan futbolcular listesi aşağıda kırmızı renklerle belirtilmiştir:


Çok değil 5-10 sene önce, “sol ayak” deyince bir kalite hissi uyandırırdı futbolseverde. Güncel futbolumuzda bu algı azalarak bitiyor maalesef ama yeni bir temsilci buldum ben kendime. Alessandro Diamanti. İtalya Euro2012’de ne kadar hafife alındıysa, bu adam da son birkaç sezondur o kadar hafife alınıyor. Topa sert vururken falsosunu eksik etmeyen, sadece vücuduyla değil, aklıyla çalım atan, ne yapacağı tahmin edilemeyen bir futbolcu Diamanti. Hazır bu kadar ‘underrated’ken Galatasaray kapsa bu adamı, ne çok sevinirim.

Çek Cumhuriyeti, her zaman iyi futbol oynayan takım olarak bizleri biraz hayal kırıklığına uğrattı son turnuvada. Neyse ki takımın geri kalanı ne yaparsa yapsın, işine bakıp iyi oynayan futbolcular familyasından, Petr Jiracek vardı kadroda. Yetenek izlemek ayrı bir keyif ama “çaba” izlemenin de futbol keyfine katkı yaptığına inanırım. Top ayağına çok yakışmasa da, görüntüsünden beklenmeyen kadar çevik ve yetenekli olduğunu söylemek gerek. Yüksek konsantrasyon ve kondisyon da eklenince, oynadığı maçlarda parladı hep Jiracek. Tek hareketle üç kişiyi oyundan düşürmek her yiğidin harcı değildir zaten.

Takım oyununu seviyoruz ama futbolun birinci tekil şahıslarını da sevmiyor değiliz. Doğaçlama oynanan futbol varsa, Zlatan Ibrahimovic de bunun kralıdır. Hesapsız, kitapsız, sâfi yetenek var. Fransa’ya attığı golle yine turnuvaya imzasını atmıştır. Güzel gol demişken, Di Natale’nin İspanya’ya attığı gole de buradan bir selam vermek gerek.


Portekiz’in klasik forvetle oynama konusundaki ısrarı ve bu mevkiiye bir türlü uygun aday bulamayışı uzun zamandır her turnuvada gözümüze batan, hatta aşikâr bir meseledir. Klasik bir uç oyuncusundan çok daha fazla meziyetlere sahip olsa da Nelson Oliveira bu pozisyon için biçilmiş kaftan olarak görünüyordu. Maalesef beklediğimden çok daha az süre aldı ama o 10-15 dakika içinde kalitesini ortaya koyduğunu söyleyebilirim. Bu genç için söyleyecek fazla sözüm yok, nasıl olsa kısa süre içinde Şampiyonlar Ligi 1.torba takımlarından birinde izleyeceğimize eminim.

Her ne kadar eleştirsek de arıza futbolcuları hepimiz çok severiz. Tabi bizim tuttuğumuz takımda oynamazlarsa memnun oluruz o ayrı mesele. Arıza deyince Euro2012’dekini tahmin etmişsinizdir zaten. Tabiî ki Mario Balotelli. Açıklamaları, çocukça hareketleri, saha içindeki mimikleri, idmanlardaki görüntüleri, üstün yetenekleri derken oldukça öne çıktı turnuva boyunca. Bir de gol sevinçleriyle ilgili özlü sözü var arkadaşın; postacı mektup getirdiğinde sevinmediğine göre, onun da gol attığı zaman sevinmesi anlamsızmış, çünkü sadece işini yapıyormuş. Bu lafın üzerinden bir hafta geçmeden, Almanya maçında attığı gollerden sonra bol bol sevindi zaten paşam. O anda yanında olup maçı önemsediği için sevinmesinin normal olduğunu, zaten golleri de önemsediği için attığını ona anlatmak isterdim.

90’lı yılların yıldız futbolcularını hatırlayın, hani hep 10 numara olarak tanımlardık. Alan Dzagoev’i izlerken sanki bu oyuncuların nesli tükenmişte, sonuncusunu izliyormuşuz gibi hissediyorum. Boyuyla, fiziğiyle, top sürüşüyle, vuruşlarıyla hep bir tanıdık hali var. Bir de oyun içinde top ayağındayken durarak oynaması yok mu, fena halde nostalji yaşatıyor. Günümüz futbolunda durmak mümkün değil artık, hep daha hızlı olmak gerek. Ama Dzagoev durup kafayı kaldırdığında hemen ardından çok iyi bir şeyler geleceğini hissediyorsunuz. Zaten iğne deliğinden geçen top, adrese teslim pas gibi betimlemeler hep bu tür oyuncuların yaptığı işlerde ortaya çıkmıştır. Duran topların başında bir Recoba, bir Juninho gibi beklediğini de söylemem lazım. Rus Milli takımı bu turnuvada gönlümdeki şampiyondur ve Dzagoev’in katkısı yadsınamaz.

Kitlelere hitap eden aktivitelerde, “beklenti” büyük bir handikap. Her konuda, eğer iyiyseniz, insanlar sizden daha fazla şey beklemeye başlar. Bu insanın kendini sürekli geliştirmesi için avantaj da sağlar(Ronaldo ve Messi’nin durumu) ama istikrar sağlanmazsa hayal kırıklığı da yaşatabilir. Üstüne üstelik, hâlihazırda çok iyi oynayan takımlarda oynuyorsanız, işiniz daha da zordur. Birkaç sene öncesine kadar, kariyerinin her sezonunu formunun üst düzeyinde geçiren kimdir sorusunun tek bir cevabı vardı: Zinedine Zidane. Daha o mertebeye ulaşamadılar ama Mesut Özil ve Andres Iniesta sürekli üstüne koyarak, inanılmaz bir kariyer yapma yolunda hızla ilerliyorlar. Biri Real Madrid ve Alman Mili, diğeri Barcelona ve İspanyol Milli gibi zaten süper oynayan takımları daha da yukarı çekiyorlar.


Daha önce hazırladığımız “BÜYÜK FUTBOLCULAR” yazımızda, yetenekle iyi bir karakterin birleşmesinden doğan efsanelerden bahsetmiştik. Euro2012 turnuvasında bazı futbolcular öyle yükseldi ki, o yazıda birilerinin eksik olduğunu fark ettim. Andriy Shevchenko ve Andrea Pirlo. Ne kadar iyi futbolcular olduklarını zaten hepimiz adımız gibi biliyorduk ancak bu sefer kaliteyi adeta gözümüzün içine soktular. Futbol bir spor ve biz bunun hatasız, kusursuz oynanmasına alışık değiliz. Kariyerlerinin sonuna ulaşan bu iki adam takımlarına o kadar katkı yaptılar ki, hepimizi tekrar hayran bıraktılar.

Euro 2012 İtalya’nın kalitesi, Pirlo’nun Panenkası, “gök delinmiş” deyiminin hakkını veren yağmuruyla beraber geride kaldı. En çok da İspanya’nın forvetsiz (böyle yazarken Cesc Fabregas kızmıyordur umarım, vallahi ben demiyorum) ve çok pas yaptıkları için sıkıcı(!) diye adlandırılan futbolunu eleştiren arkadaşlarla hatırlanacak. Ben İspanya hakkında yorum yaparken hürmetimden üç kere düşünürken, adam çıkıp “çok fazla pas yapıyorlar ben sıkıldım” diyebiliyor. Özgüvenlerine hayranım ne diyebilirim ki! Turnuvanın sürprizi dediğimiz İtalya’nın son maçta düştüğü duruma da Allah kimseyi düşürmesin!

1 Haziran 2012 Cuma

En Çok Kazanan 20 Futbolcu

-Gautam Sharma'nın yazdığı makalenin ilk kısmını çevirdim. Bazı noktalarına katılmasam da güzel ayrıntılar var ve herkesle paylaşmak istedim. Makalenin devamını çevirdikçe paylaşacağım.-

Bugün herkes, futbolda çok fazla para döndüğü konusunda hemfikirdir. Paranın futbol üzerine kapsam ve etkisini inceleyeceğimiz serinin bu ilk bölümünde futbolcu kazançlarının geçmişten bugüne gelişme sürecini ve bugünkü kazançları inceleyeceğiz.

Dundee’de lise öğrencisiyken, profesyonel futbolcuları gördüğümde “İlerde ben de Arbroath’da oynarsam, haftada £30 ve istediğim kadar yiyebileceğim ton balığı benim için son derece başarılı sayılır” diye düşünürdüm. - Gordon Strachan 

Maaş stratejilerinde model(paradigma) değişiklikleri 

1901 senesinde İngiltere’de haftalık ücretlerin üst limiti £4 idi. İki katına çıkıp haftalık £8 olması için 20 sene geçti. 1947’de ise haftalıklar £12’a çıkabilmişti. O günlerde bambaşka bir oyundu futbol.

İlk model değişikliği olarak 1961 senesinde üst limitlerin kaldırılması işaret ediliyor. Aynı yıl Fulham’lı Johnny Haynes haftada £100 alan ilk futbolcu olmuş ve insanlar bu tuhaf miktar karşısında şoke olmuştu. Günümüzde birkaç kişinin dikkatini çekmesi için bu miktarı binlerle çarpmamız gerekir.

Johnny Haynes’li zamanlar sonrasında, her meslek dalında olduğu gibi ücretler artışa geçti. 1968’in efsane Manchester United’ında takım haftalık £250 alarak, cirodan biraz fazlasına mal oluyordu. 1979 yılında Nottingham Forest, Peter Shilton’a haftalık £1200 ödeyerek en çok kazanan oyuncu olmasını sağladı.

İkinci model değişikliği Serie A’nın altın yıllarına denk geliyor. Futbolcu maaşlarındaki radikal değişikler burada başlıyor. Brezilya’lı Falcao haftalık ücreti 5 haneli sayılarla ifade edilen ilk futbolcu oluyor. 80’lerin en çok kazanan oyuncusu kesin olmamakla beraber haftalık £10,000 alan Falcao’dur. İtalya futbolunun iyice popülerleştiği zamanlar olan 90’ların başında ise Roberto Baggio’nun senelik $2.5milyon ( haftalık $50,000) aldığı tahmin ediliyor.

Şu an, her şeyin dramatik bir şekilde değiştiği üçüncü modele geldik. 1995’te bir Avrupa Mahkemesi kararı emsal sayılarak, -Bosman kuralları- sözleşmesi biten oyuncuların özgürce takım değiştirmesini sağladı. Kulüpler artık yıldız futbolcuları bedava alabiliyor, bonservis bedeli ödenmediği için ayrılan transfere ayrılan bütçenin bir kısmı da oyunculara maaş olarak kalıyordu. Bosman kurallarından yararlanamayan futbolcuların menajerleri ise kulüplerle maaşları tekrar müzakere ettiler. Bosman Davası öncesi 1994 yılında İngiltere’nin en çok kazanan oyuncusu haftalık £10,000’la Blackburn’de Chris Sutton’dı. 1996 senesinde ise Middlesbrough’da oynayan Ravanelli’nin haftalık £40,000 kazandığı tahmin ediliyor.

 Bosman Kuralları’nın etkisi çok büyük oldu ve 2000’lerde kulüplerin maaş maliyetleri tavan yapmaya başladı. 2001’de Sol Cambell Tottenham’dan Arsenal’e Bosman Kuralları dahilinde transfer olurken dünya’da haftada £100,000 kazanan ilk futbolcu unvanını aldı ve haftalık ücretlerin 6 haneli sayılara çıkmasına sebep oldu. 6 haneli haftalık ücret barajı aşıldığından beri ipler kopmuş durumda.

 En çok Kazanan 20 Futbolcu

Geçen ay, France Football dergisi futbolun zenginler listesini ilan etti. Aşağıda, en çok kazanan 20 futbolcunun, yıllık ücret ve sponsorluk gelirlerinden hazırlanmış tabloyu bulabilirsiniz.


Messi inanılmaz ama €33 milyon kazanıyor. Muhtemelen buna geçen sene kazandığı kupaların bonusları da dahildir. Bu kadar kazanmayı hak ediyor mu, her hangi bir futbolcu buna layık mıdır, tartışmaya açık. Ama her hangi bir futbolcu buna layık ise o da Messi’den başkası değildir. Beckham markası hâlâ ikinci, aslında son günlerdeki USD/EURO paritesine güncellersek en üste bile çıkabilir. Ronaldo €29 milyonla üçüncü ve Eto’o’nun Anzhi’ye rekor transferi onu dördüncü sıraya getiriyor.

Şimdi bu 20 ismi analiz edelim ve hangi lig, hangi ülke’nin bu muazzam kazançlara katkıda bulunduğuna bakalım.


Yukarıda görebileceğimiz gibi, Premier League Top20’nin %35’ini kapsıyor. Bu yükselen bir istatistik, aynı zamanda İngiliz kulüplerin finansal durumu en iyisi olmadığı için biraz da üzücü. En ilginci ise Çin Süper Ligi’nin en çok kazanan iki oyuncuyu bulundurması sanırım. Bu büyüyen bir “Ejderha” ve muhtemelen 10 yıl içinde bu listeyi Çin’de oynayan yıldız futbolcular domine edecek.

İnsan bazen merak ediyor, 7 haneli haftalık ücret alan bir oyuncu (haftada 1.000.000 !) görebilecek miyiz acaba? UEFA’nın finansal fairplay projesi bu sezon yürürlüğe giriyor ve bu süreci yavaşlatacaktır ancak bence 7 haneli haftalık ücretlere ulaşmak kaçınılmaz görünüyor. Uzak Doğu’nun hızla yükselen “Ejderha” ekonomisini ve 1 milyardan fazla insana hitap eden ligini göz önünde bulundurursak 10 yıl içinde Çin’li bir kulübün bu barajı geçmesi işten bile değil. Rus, Amerikan veya Arap sahipli bir kulübün de aynı şekilde bu barajı geçmesi çok uzun sürmeyecektir. Özellikle Messi ya da Ronaldo gibi bir ismin Bosman Kuralları dâhilinde takım değiştirmesi halinde son derece mümkün. Messi gibi bir futbolcunun €100 milyon bonservis bedeli olduğunu ( Ronaldo iki sene önce €98milyon ettiyse…) ve senelik €30m aldığını kabul ediyoruz. 4 senelik bir sözleşme için bonservis bedelini maaşa eklersek €220Milyon gibi bir sayı çıkıyor ve bu haftada 1.000.000 barajının üstünde. Tekrar düşündüm de, sanırım 10 sene geçmesi gerekmiyor.

-Tablolar France Football ve ESPN dergilerinden alınmıştır. Yazının orjinaline buradan ulaşabilirsiniz- 

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Fazla Hakedilmiş Şampiyonluk

2012 yılı futbolda hak edenlerin her zaman yüzünün gülmediği bir sene olarak hatırlanacak. Ne var ki başarılı olmak için önce onu hak etmek gerektiğini düşünenlerin ve bu uğurda çalışanların yılmasına engel olacak birkaç güzel örneğin her şeye rağmen gerçekleşmesi, motivasyonunu kaybetmeye yüz tutmuş milyonlarca güzel oyun sevdalısı futbolseverin, bu tarz futbola ve emeğe olan inançlarını ayakta tutmasını sağladı.

Allah’a şükürler olsun ki bu güzel birkaç tane örnekten biri, tuttuğumuz takıma isabet etti. Sarı kırmızı renklerin şampiyonluk kutlamalarına ne kadar yakıştığına bir kere daha tanık olduk. Efendi bir şekilde, kimsenin mutsuzluğundan kendimize mutluluk payı çıkarmaksızın, bir haftadır kutlamayı sürdürüyoruz.


Her şampiyonluk hak edilmiş şampiyonluktur. Ama o kadar hak ettik ki bu şampiyonluğu, şampiyonluk kupasını “Kadıköy’de Fenerbahçe’nin elinden” kapıp getirdiğimiz düşüncesi bile aklıma fazla gelmiyor. Çünkü Galatasaraylılar olarak, bu süreçte, aklımız hep 34 haftalık ilk etabın sonucunda kaldı. Kafamız net bir şekilde, 9 puan farkla önde bitirip şampiyon olduğumuz düşüncesi üzerinden çalışıyor. Süper Final'de Fenerbahçe’yle “şampiyonluğumuzu hak ettiğimizi gösterme maçları” adı altında iki maç oynamışız gibi sanki.

Arena’da kaybettiğimiz maçta olsun, Kadıköy’deki son maçta olsun, karakter ve kalite olarak ne kadar üstün olduğumuzu gösterme şansına eriştik. Bu maçların ironisi, gereksiz de olsa, adaletin yerini bulacağı şekilde farkımızı kanıtlama şansını takımımıza bir kere daha sunmasıdır. Bu zevkli iki mücadele, “oyunu oynamama” fikrine sahip her türlü futbol öğesini umutsuzluğa sevk etti. Böylece kulübümüz bu anlamda Türk futbolunun geleceğine yönelik bir katkı sundu.


Futbol bu sene adaletsiz olabileceğinin bazı örneklerini sunsa da yurtdışında “kuralsız” olmadığı için, Galatasaray adına herhangi bir korku unsurunun ve stresinin Avrupa karşılaşmalarında yer almayacağını söyleyebiliriz. Aslında bunu söylemeye bile gerek yok, çünkü Galatasaray için Avrupa arenası her zaman yerli müsabakalardan daha rahat olmuştur. Bunun güzel olmaya çalışan futbolumuzu daha çeşitlendireceğini ve geliştireceğini tahmin edebiliyoruz. Yapmak istediklerimizi yerel ligde gösterdiğimizden daha fazla gösterebileceğimizi düşünüyoruz. CL'de Salı veya Çarşamba akşamı 21.45’te oynanacak bir Galatasaray maçına her Galatasaraylı'nın ne denli özlem duyduğunu, Fatih Hoca'nın "Allah kimseye gördüğünden daha aşağısını nasip etmesin." temennisi iyi açıklıyor.


Teknik olarak, yeni sezondan beklentim hücum çeşitliliklerindeki yükseliş, daha hızlı ve kaliteli pas yapmak ve takımın defansif olarak daha komple bir görüntü sergilemesi olacak. Şampiyon takımın üzerine yapılmış doğru transfer seçimleriyle pozitif gelişmelerin yaşanacağını düşünüyorum. Bu teknik detaylar halledilecekmiş izlenimini zaten veriyor. Fatih Hoca, yaşından mı yoksa tecrübesinden mi geldi bilmem, bu sezon üzerine giydiği olgunluk, sakinlik yeleğini giymeye devam ederse sorun yok. Umarım şampiyonluğun etkisiyle bu yeleği üzerinden atmaz. Tek temennim budur.

Ne güzel reklam olmuş!








18 Mayıs 2012 Cuma

Güzel Arkadaşlık, Güzel Takım, Güzel Oyun


Güzel dostum Zekican Koğuş'tan gelen bu şahane yazıyı birkaç aksaklıktan dolayı yaklaşık bir aydır bekletiyoruz ama 10 yıllar da geçse değerinden hiçbir şey kaybetmez bence:

"Biraz önce 10 Nisan 2012 tarihinde oynanan Barcelona Getafe mücadelesini seyrettim. Mücadele demeyelim de şov diyelim aslında çünkü Barcelonalı futbolcular son zamanlarda aldıkları çok iyi skorlara rağmen eski Barcelona havasını kaybetmişti birkaç haftadır. En azından ben o havayı bulamıyordum. Şimdiki maçta ise tam BENİM Barcelona'mı gördüm. Kişilik yoksunu diye kızılan Busquets'in bile böyle harika bir maç çıkartacağını bilmiyordum açıkçası. Xavi-Messi-Iniesta üçlüsünün harika pasları, havadan direk ayağa paslarla tam bir pozisyon canavarı Barcelona izledik. Sonucu ne olursa olsun ben bu Barcelona'yı izlerim desteklerim. Bunun sonucunu aslında bu seneki sakatlıklar, stoper yokluğu (benim için Puyol'un geçen sene ve bu sene bir süre sakatlık yaşaması) ve takımdaki arkadaşlığın henüz oturmamış olmasına bağlayabiliriz ama ben takımın sonuç ne olursa olsun ruhunu geri kazandığını bu maçta gördüm. Birbirinden güzel dört gol, onlarca kaleye şut gördük ancak yine de bir Villa çok daha güzel dururdu diyorum kendi kendime. Barcelona demişken kimse yanlış anlamasın İngiliz futboluna ya da diğer liglere lafım yok benimki biraz blog sahipleriyle arkadaşlığımızın pekişmesi olarak biraz da İngiliz futbolunda fizik gücü ve teknik ön plandayken zekanın futbolcuda değil de teknik direktörde olması durumu. İngiliz ligine çocukluktan beri ilgi duymadım. Özellikle İspanyol futbolu biraz daha iyi geldi bana -arkadaşlarla en son konuşmamızda da geçtiği gibi stoperler biraz daha gelişse daha güzel olabilirdi.


İşte benim de Barcelona ile ilgili beğendiğim olay pozisyon bolluğu ve futbolcu zekasının ön plana çıkıp, yıllar süren arkadaşlığın ve tecrübenin bir ürünü olarak her maçın pozisyon zengini olması ile film gibi geçen bir doksan dakika izlememiz. Önceden de belirttiğimiz gibi kendi yarı alanında yaptığı pasları rakip yarı alanda da yapan bir Barcelona izledik. Bunun hakkında daha detaylı yazabilirim ilerleyen zamanlarda ama şimdi konumuz çok daha ciddi.


Geçen gün bir şekilde birkaç eksikle bir takım toplayarak yenmeyi çok sevdiğimiz bir grup arkadaşla maç yaptık. Biz genel olarak pozisyon zengini takım oluruz çünkü sahada çoğalmayı becerebilen, aklıyla ve zekasıyla oynayan bir takımızdır. Buna takımdaki eski dostumun zekasını ve forvetteki arkadaşımızın becerisini de eklersek en iyi olmasak da futbol oyununa hizmet ettiğimiz için çok mutlu bir takımızdır.

Geçen günkü maçta uzun bir süredir futbol oynamamanın verdiği çömezlik, takıma alışmamış arkadaşların ilk maç sendromu ve bizim takımımızda olması gereken panterin karşı takıma gitmiş olması nedeniyle uzun zamandır alışık olduğumuz skorun tersini gerçekleştirerek büyük bir farkla yenildik. Burada oturup maç analizi yapmayacağım. Benim analiz edeceğim şey bizim oyunumuzun felsefesi.

Biz bu takıma karşı çok zor şartlarda çok büyük farklar aldığımız zamanlarda hep şunu bilerek oynadık: “Yanımda bir arkadaşım benimle birlikte” hücumda olsun savunmada olsun hep kendimizden çok emin bir şekilde oynadık. Kalecimiz -ayıptır söylemesi- kaleyi boşaltıp her maç bir gol atmayı alışkanlık haline getirdiğinde bile biliyordu ki biz onun açığını kapatırdık. Bizim oyun anlayışımız zekamıza ve arkadaşlığımıza dayanıyordu. Çok iyi futbolcular olmasak da etrafta insanların izlediği, ısınan diğer arkadaşların izlerken zevk aldığı bir oyun anlayışı içinde olmanın güzelliğiyle oynadık. Galip geldiğimizde bu şekilde galip geldik, yenildiğimizde ise yine bu şekilde karşı takımı tebrik ettik. Ama en başta oynadığımız oyundan zevk aldık. Şimdiye kadar hiç kavga etmedik, bağrışmadık. Karşı takımda bir kendini bilmez olduğunda hep birlik olarak ona yaptığının yanlış olduğunu anlattık, hiçbir zaman ayrılmadık ve hep düşünerek oynadık. Şu anda takımımızı toparlamaya imkanı olan arkadaşlar da bu felsefeden ayrılmayacak arkadaşlardır. İşte güzel arkadaşlık, bu şekilde güzel oyuna dönüştü. 


Son maçta rakip takımın kalesini koruyan panterimiz, inanılmaz bir şekilde her pozisyonda yüksek zekasıyla oynayabilen İmpo'ya; savunmada markaj, ileride adam eksiltme görevini alıştıktan sonra harika yapıp skoru toparlayan Joyous'a; orta sahada iki yönlü oynayan bana ve uzun bir sakatlık sürecinden sonra çektiğim şutlarıma; forvette Ibrahimovic'in abartısız Türk modeli olan Hüsnü arkadaşımıza ve her yerden çıkma özelliğine sahip Arif'e inanılmaz bir dayanıklılık göstermiş ve kalesini gole kapatmıştır. Kalecilik yaparken her zaman savunduğum bir şey vardır ki “Atağın sonu kaleciye dayanırsa ve kaleci bu atağı engellerse maç skoruna etki eder.” Bu tezimi bir kez daha doğrulamış olmama neden olan güzel arkadaşım Ege(panter), aslında gereği olmamasına rağmen bunu bizim kafamıza vura vura anlatmıştır. 

Adam paylaşmada ve adam eksiltmede problem yaşayan, böylece sahanın her tarafına yayılamayan takımımız yine de yüksek kondisyon ve fizik gücüne sahip rakibin futbol oyununa hizmet etmesine izin vermemiştir. Bu da yine hepimizin güzel arkadaş olup zekamızla oynamamızla mümkün olmuştur. 

İmpo'nun harika çalımlarını yine büyük bir zevkle izlerken Hüsnü'nün defansı perişan edip bir türlü o topu içeri sokamamasını ve çektiğim her şutu tutan – ki kalecinin iyisi her topu çelen değil her topu tutandır – Ege'nin harika kurtarışlarını izlerken ben yenildiğim oyundan bile zevk aldım. Evet yenilmek kötü, bu şekilde olmamalı, ama güzel futbol buna değer. Maçtaki anılarınız sadece sizin yaptığınız güzel hareketlerse, golü yedikten sonra rakip takımı şortunun içine kadar terletip tamamını çalıma dizmişseniz; gol sadece kalenin iki direği arasında kalan kısma topu sokmadır. Bir topunuz savunmadan dönmediyse, maçtaki en güzel çalımları siz attıysanız (hatta karşı takımın o skorda bile size çalım atmasına fırsat vermediyseniz), rakip defansı bakkala kasaba ve şarküteriye göndermişseniz bana göre bu eğlencedir. Bize de yenilsek bile bu kadar eğlenmemize fırsat veren rakip takım oyuncularını tebrik etmek düşer. 


İşte bu da bizim Barcelona'nın futbolunu neden sevip neden pozisyon zengini bir futbol anlayışını savunduğumuzu açıklar. Her zaman yenilerin hoş karşılanıp verebileceklerinin en iyisini verdikleri güzel arkadaşlık, skordan önce oynadığı oyundan zevk alan güzel takım ve karşı takımı çalımlarla süsleyip atılan gollerden önce paslardan, şutlardan, çalımlardan bahsedilen bir güzel oyundu bizimkisi; Barcelona tarzında oynamaya çalışılan. Her oyunda bu kadar güzel anılar yaşamamız dileği ile."

23 Nisan 2012 Pazartesi

Di Matteo: The Dark Lord


 Chelsea'nin menajeri Di Matteo, Harry Potter serisinin kötü adamı Lord Voldemort'a benzemiyor mu?

18 Nisan 2012 Çarşamba

Büyük Futbolcu

Son birkaç haftadır Arjen Robben’i izliyorum. Ağzım açık. Sakatlıklardan başını kaldırdığı gibi döktürmeye başladı. 2012’nin açık ara en formda yıldızı olduğunu söylemek mümkün. Almanya Ligi’ni diğerleri kadar takip etmediğim için, ara sıra Robben izleyince uzun süre dinlemediğim güzel şarkıyı radyoda denk getirmiş gibi seviniyorum. Ve her seferinde, bu şarkıyı daha sık dinlemem gerektiğini anlıyorum. Çünkü bu adam sahada diğer futbolculardan daha büyük görünüyor. Tabiî ki saçının, yüzünün yaşlı göstermesinden veya iriliğinden bahsetmiyorum. Bazı futbolcular vardır, topu ayaklarına aldıklarında takım arkadaşlarının duyduğu güveni hissedersiniz. Skor olarak önde olmak ya da farklı yeniliyor olmak fark etmez, bu adam sahadayken maç hiçbir zaman bitmez. Dakikalar daha uzun, daha faydalı olur. Skor ne olursa olsun maçın iki-üç dakika daha uzamasını istersiniz. Bu tür futbolcuları “yıldız futbolcu” statüsünün bir üstünde, “büyük futbolcu” olarak adlandırmayı seviyorum.

Robben’le başladığımız yazıya diğer büyük futbolcuları eklemeden önce, her övgü yazımızda olduğu gibi Messi ve Ronaldo’ya selam söylüyoruz.

Büyük futbolcu derken tam olarak ne kast ettiğimi daha iyi anlatabilmek için bir isim veriyorum şimdi. Steven Gerrard. Sahadaki karakteri, hiç de azımsanmayacak yeteneklerinin çok üstünde olan bir kaptan. Sahanın her yerinde, iki yönlü değil her yönlü top oynamak gibi kavramların sınırlarını zorlayan bir adam. Sanki beline takılı bir halatla takımın geri kalanını çekiyormuş gibi etki bırakan, gerektiği anda sorumluluğu tamamıyla üzerine alan ve başarıyla altından kalkan bir “kızıl kral”. (topa gelişine vurmak üzere gerildiğinde, spikerin –jeraaaaaaard- diye bağırmaya başladığını hatırlayın yeter.)


Liverpool’un bayrak adamından bir başkasına geçelim. Ravanelli’nin büyük futbolcuları tanımlamak için son derece uygun bir betimlemesi var: “Olağanüstü işler yapabiliyor ve bunları yaparken bize her şey çok basitmiş gibi görünüyor.” Bahsi geçen adam 80’lerin sonunda çocuk olanların Juventus sempatizanı olmasının sebebidir. Alessandro Del Piero. İkinci lige düşen takımından ayrılmaması, 10 numara diye tabir ettiğimiz mevkiinin son örneği olması, bugün 37 yaşında olmasına rağmen görev verildiğinde yirmili yaşlarındaymışçasına efor sarf etmesi bizi mest ediyor. Azıcık izleyince, bu kadar insanın ona hayran olmasına hiç şaşırmazsınız.



Del Piero’nun döneminden günümüze kalan bir efsane daha var. Galli Büyücü Ryan Giggs. Yazıda bahsi geçen isimler hep 30 yaşın üzerinde oldu ama sanırım tecrübe de büyük futbolcu olmanın gerekliliklerinden biri. (Robben olmayan saçından dolayı 23 yaşından beri tecrübeli futbolcu gibi görünüyor) Tecrübe demişken, bir seyirci olarak, 10 yaşından beri sürekli maça gidiyor olsanız, ve senede 20 maça gitseniz - tüm iç saha artı bir kaç deplasman ve avrupa maçları- 900 maç izlemek için 45 seneye ihtiyacınız var. (sanırım Bağış Erten tespiti bu) Ryan Giggs, 21 yıllık futbol kariyerine 900 maç sığdırmış ve hepsinden de anlının akıyla çıktığını belirtmeye gerek görmüyoruz. Kariyerinin her döneminde olduğu gibi, son üç-dört senedir Sir Alex sahanın neresinde ihtiyaç duysa Giggs orda beklenenden fazlasını veriyor. 7 numaralı Kırmızı formanın büyüsü Owen’la bozuldu ama 11 numaralı forma yeniden efsane olma yolunda. Giggs'ten sonra birkaç sene kimsenin sırtına geçmese de yeridir hani.

Bu kadar Avrupa’lı yeter diyerek, yıldız futbolcusu bol, ancak büyük futbolcusu pek de fazla olmayan Güney Amerika’ya gidelim. 2010 Dünya Kupası’nın sinir bozucu aleti vuvuzelayı hatırlarsınız. Aklınıza gelen her duyguyu aynı tekdüze sesle belirtmeye yarayan bu alet, bir ay süren turnuvada sadece bir an sustu. Güney Afrika seyircisini sessizliğe gömen penaltıyı kullanan adam aynı zamanda turnuvanın en iyisi seçilecekti daha sonra. Uruguay’ın Diego’su, Forlan. Futbolcu değil de, tarihi savaş filmlerinde ordusunun başında çarpışan bir komutana benziyor fiziği de. Hani futbolcu olmasaymış, başka herhangi bir sporun da en iyisi olacakmış gibi görünüyor. Forlan bize bir takımın tek başına nasıl yarı finale çıkarılacağını ve aynı zamanda ne kadar alçak gönüllü olunabileceğini gösterdi. Ben hayatımda bu kadar sorumluluk alan ve her seferinde başaran bir futbolcu görmedim. Takımın tüm yükünü taşımasına(korner, serbest vuruş, hem orta saha hem forvet) ve 31 yaşında olmasına rağmen 30 günde 7 maçı böyle yüksek performansla çıkarmasına ayrıca hayran kaldım diyebilirim. Turnuvanın muhtemel yıldızları Ronaldo, Messi ve Rooney maçı evlerinden izlerken Almanya maçında son dakikada kullandığı serbest vuruşta top direkten dönünce yüz ifadesi her şeyi anlatıyordu. ManUtd’da oynarken kaçırdığı gollerden sonra suratında beliren gülümseme ise ayrı bir yazının konusudur.


Ve kıtalardan Avustralya’ya gidelim. Bu noktada işler biraz daha duygusal olacak. Galatasaray taraftarı, Athletic Bilbao maçında “artık” gelmesi gereken muhteşem golü, sadece Hagi’nin atabileceğine nasıl inanıyorsa, Bordeaux maçında, Kewell sağ çaprazda topu sol ayağına aldığında o topu 90’a gönderebilme ihtimalini seviyordu. Gereken zamanda o golü atabilecek, yapılması gerekeni yapabilecek ve o ruhu işe yarar kılacak “Oz Büyücüsünün” yeri hep farklı olacak bizlerde. Rakip takımın da saygı duyduğu büyük bir futbolcu o. Sahada yaptığı en ufak harekete bile kalite katan, yaratıcılığı hiçbir zaman elinden bırakmayan, şapkadan tavşan değil kanguru çıkarabilen ve tüm bunlara rağmen alçakgönüllü bir adam. Çok iyi konsantre olmasına rağmen hırsının, kalpten oynayışının, oyun zekâsına engel olmaması, sinirlenmemesi, herhangi saha içi bir olayda yer almaması, takıma liderlik etmesi, yaşadığı onlarca şanssız sakatlığa rağmen ekmek yediği yeteneğine saygı duyup, vücudunu iyi bakması, antrenmanlarda ve maçlarda son derece disiplinli olması tüm sporculara örnek olacak nitelikte. Kewell, profesyonellik anlamında ideal bir örnek.

Ülkemize transfer olduğunda kulaklarımıza inanamadığımız, gelişleri Atatürk Havalimanında davul zurnayla kutlanan, ancak ayrılırken tek bir yönetici tarafından bile uğurlanmayan yabancı futbolcu sayısı, maalesef bir elin parmaklarını çoktan geçmiş bulunuyor. Ne Lincolnler, Ortegalar geldi, ne Anelkalar, Quaresmalar geçiyor İstanbul’dan. Bunca adam arasından ayrılışı Kewell kadar buruk olan başka futbolcu hatırlamıyorum ben. Son sezonun yarısında oynamamış, sakatlığının ve hastalığının düzelme olasılığı bu kadar düşük bir futbolcu için, ayrılık ihtimali taraftarın karnında kasılmalara sebep oluyorsa, bu futbolcu taraftar için çok özel bir adam olsa gerek. Arda Turan gibi bir oyuncunun bile gitmesine fazla aldırmayan, hatta buna sebep olan Galatasaray taraftarı neden Hagi’nin ayrılışından 10 sene sonra, Hagi bırakırken yaşadığı hüznü ve burukluğu Kewell için de yaşadı? Büyük futbolcu ve yıldız futbolcu birbirinden bu noktada ayrılıyor işte.

16 Mart 2012 Cuma

Kadıköy'de Galatasaray Galibiyeti Hayali

Açık söyleyeyim, 6-0'dan bu tarafa her sene bu hayalin gerçeğe dönüşeceğini bekleyen umutlu tayfadanım. Hatta, Kadıköy'deki maçların bitiş düdüğü çaldığı anda söylediğim laf bir klasik halini aldı, aile arasında dalga unsuru bile oldu : "Seneye kesin biz yeneceğiz."

"Organize İşler" filmini izleyenler hatırlayacaktır, Süpermen Samet ile Üzeyir Abi arasında geçen şöyle bir diyalog vardı:
Süpermen Samet : "Üzeyir Abi sen neden hiç konuşmuyorsun?"
Üzeyir Abi : "Zamanında çok konuştum, bir faydasını görmedim, bıraktım."

Ben de, Üzeyir Abi'den feyiz alarak, bu tarz iddialı yaklaşımların faydasını görememiş olmanın ışığında, bu sene bu konu hakkında konuşmayı bıraktım. Üzeyir Abi'nin felsefesiyle paralel olarak, “konuşmama”nın bana faydası olabileceği gibi bir imada da bulunmuyorum. Takıntılı sayılabileceğim "uğur yapma" anlamında elime geçen bir denek olabilir sadece "Kadıköy'deki maçla alakalı konuşmamak".

Konuşmayı bırakmamın bilinçaltında yatan gerçek sebebi, sanırım hayalin “belki yarın, belki yarından da yakın” gerçekleşme niteliği taşımasından kaynaklanıyor.


Kendimizi biraz tekrar etmiş olacağız belki ama Galatasaray’ın sadece bu derbiyi değil de geleceğini de kazanmak adına sezon başından beri doğru adımlar attığını belirtmek istiyoruz. Öncelikle yıllardır başarıyı yakalamada sürekli olmayı engelleyen fiziksel güç yetersizliğinin artık söz konusu olmadığını söyleyebiliriz. Bu sezon boyunca, fizik gücümüzün yetersiz olmasından dolayı herhangi bir maçta defansif veya ofansif dezavantaj yaşamadığımızı gördük. Hafta arası idmanlarının uzun süredir tam kadro yapılmasının, takımın taktiksel bazı eksikliklerinin giderilmesinde ve bunun sonucu olarak play-off sürecine sistemi oturmuş bir takım olarak girilmesinde önemli bir etkisi olacağı düşüncesindeyim. Kadıköy’deki bir derbiye tam kadro çıkacak bir Galatasaray takımı, sanırım tüm taraftarların içinde bir ukdeydi. Kalan kısa sürede bir aksilik olmazsa bu dilek gerçekleşecek.

Simoviç, Taffarel ve Mondragon gibi kalecilerden sonra artık kalıpları çizilmiş “Galatasaray kalecisi vizyonu” kimsenin anlamadığı bir şekilde neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bir durumdayken, Muslera kalede artık herkesin tam güvenini kazanmış bir şekilde, Tafo mentörlüğünde her geçen gün gelişimini sürdürerek herkesi büyülüyor. Derbide bir Fenerbahçe taraftarı Volkan’a ne kadar güveniyorsa, en az onun kadar takımın ve taraftarların da kendisinden emin olduğu bir kalecinin varlığı, Galatasaray camiasının kendine güvenini üst seviyede tutmasına yardımcı oluyor.

Yıllardır takıma liderlik yapabilecek, topu oyuna iyi sokacak bir savunma oyuncusunun eksikliğini çeken Galatasaray’ın bugün bir Ujfa’sı var. (Messi’ye attığı tekme için kendisini hala affetmesem de Cimbom için çok faydalı olduğu konusunda sanırım herkes hemfikir.) Top kapmayı iyi bilen, çalışkan, fizik gücü yüksek, akıllı ve tecrübeli ön libero ihtiyacını Melo tek başına fazlasıyla karşılıyor. Selçuk İnan bugün büyük bir Avrupa takımının orta sahasında rahatlıkla görev alabilecek oyun bilgisi ve soğukkanlılığına erişmiş düzeyde. Eboue “üst düzey bir takımın bek oyuncusu nasıl olur?” sorusuna cevap olabilecek tüm yeteneklerini ortaya koyuyor. Elmander taktiksel olarak eleştirilmeye herhangi bir mahal vermeyecek düzeyde, kendini takımı uğruna adamış bir şekilde, müthiş faydalı top oynuyor.


Tüm bu olumlu gelişmeler bir yana, Fatih Hoca’nın kendi içinde yaşadığı olgunlaşma beni çok sevindiriyor. Aynı Üzeyir Abi gibi, eskisi kadar ön planda olmayan, esip gürlemeyen, sadece çalışan Fatih hoca duruyor karşımızda artık. Galatasaray yenilse bile herkes bu takımın doğru oyun oynayacağı ve sağlam bir takım karakteri ortaya koyacağından çok emin. Sanırım susmamızı sağlayan da bu işte. Güven.

Üzeyir Abi, Fatih Terim, Ünal Aysal ve daha sonra biz. Doğru istikametteyiz.