28 Ocak 2011 Cuma

Bir Messi Rüyası

Artık futbolla ne kadar kafayı bozmuşsam, geçen gün rüyamda Lionel Messi'yi gördüm. İnsan Peygamberleri görür, Atatatürk’ü görür, ben de bu kafayla maksimumumu gördüm. Messi bizim okula gelmiş. Final döneminin son günleri falan herhalde, kimse yok okulda. Görür görmez Messi'yi, bizim eve davet ediyorum. Bütün kuzenler toplanıyoruz. Messi aşırı sıcakkanlı; hemen kaynaşıyoruz. Saatler boyunca futbol sohbeti yapıyoruz. Playstation oynuyoruz, Messi'nin de Fifa'cı olduğunu öğreniyoruz(C.Ronaldo kesin PES oynuyordur). Keyfimiz yerinde yani. Ha, bir de Messi’den halı saha maçı sözü alıyoruz. Tam ayrılırken Messi'ye bir de öneri götürüyorum: "Sana maçta tekme atan olursa bize havale et, farklı yöntemlerle onu topluma kazandırırız." O da bizi Barcelona maçlarına davet ediyor. "İstiyorsanız kombine ayarlayayım size" diyor. Galiba o birkaç saniyelik rüyada dünyanın en mutlu adamı ben oluyorum.


Messi'ye verilen "FIFA Yılın Futbolcusu" ödülü üzerine birkaç haftadır çok yorum yapıldı. Bu rüyayı da bu yorumların etkisinde kalarak görmüş olabilirim. Çoğunuz duymuşsunuz veya okumuşsunuzdur: "Messi bu ödülü hak etmiyor. Şampiyonlar ligi kupasını da, Dünya kupasını da kazanan kadronun içinde yoktu" "Messi Barcelona'yı da, Arjantin'i de uluslararası kupalara taşıyamadı. Bu ödülü Sneijder almalıydı" "Eğer bu ödül dünyadaki en yetenekli oyuncuya veriliyorsa kabul edebiliriz ama en başarılıya veriliyorsa Messi'nin alması haksızlık" . Bu yorumların bazı doğru noktaları olabilir. Ancak bu ödülü alacak kişiyi kendimize göre tayin edeceksek bile bir detayı gözden kaçırmamalıyız. Bu ödül 1 Ağustos 2009'dan 12 Temmuz 2010'a kadar en iyi performansı gösterene değil, 1 Ocak 2010'dan 31 Aralık 2010'a kadar en iyi performansı gösterene verilecek. Yani çoğu arkadaşım Messi'nin o ödülü hak etmediğine karar verirken 2010-2011 sezonunun ilk yarısını göz ardı ediyor. Sneijder'in, Forlan'ın, Robben'in Ağustos'tan Aralık sonuna kadarki performanslarının iyi olmadığını hatta bunlardan Hollandalı olanların, beklenilenin çok altında kaldığını ve sakatlık sorunları yaşadıklarını unutuyorlar. Benzer şekilde İniesta'nın bu ödülü hak ettiğini düşünenler de İniesta'nın Ocak, Şubat, Mart, Nisan aylarında takımını yalnız bıraktığını hatırlamalılar.

Açıkçası ben de Xavi'nin gerek Dünya Kupası'nda gösterdiği performans gerekse ligde ve Şampiyonlar Ligi'nde gösterdiği performans ile bu ödülü almasını isterdim. Ama Messi ödülü aldı diye "hak etmeyen biri aldı" diyemem. Şöyle üç saniye gözlerinizi kapatın ve düşünün. 2010'da futbolda kim damga vurdu diye. Benim aklıma gelen 3 isim var Mourinho, Messi ve Xavi. 2010 senesinde güzel futbol izlediğim çoğu maçın altında Lionel Messi imzası var; Arsenal-Barcelona şampiyonlar ligi maçları, 5-0'lık Barcelona-Real Madrid maçı, Barcelona'nın ligde oynadığı neredeyse bütün maçlar. Bu Messi dediğimiz arkadaş istatistiksel olarak rekorları altüst etmiş vaziyette. 2010'da 54 resmi maçta tam 56 gol atmış ve (tam rakamını bilmiyorum ama) 30 küsur asist yapmış. Bu rakamlar menajerlik oyunlarımızda bile Toledo'dan, Todorov'dan, Tsigalko'dan beklediğimiz rakamlar değil.

Ayrıca bazı arkadaşlarım da bu ödülü kendi potansiyelini ve performansını en çok zorlayan oyuncunun almasını istiyorlar. Bir nevi NBA'deki “En çok gelişme kaydeden oyuncu (MIP)” ödülü gibi görüyorlar. Ama FIFA'nın verdiği ödül “MIP” ödülüyle kıyaslanamaz. Sadece “En değerli oyuncu (MVP)” ödülüyle kıyaslanabilir.

Aslında böyle 20–30 yılda bir gelen “rüya” gibi bir yıldızı bulmuşken tadını çıkaracağımıza onu gereksiz tartışmaların içine çekmeye çalışmamız bana çok garip geliyor. Hatta bu saçma tartışmaları körükleyen insanların başarısızlığı hazmedemeyen Mourinho ile bir çıkar ilişkisi içinde olabileceği fikri aklıma gelmiyor değil. Biraz büyük bir komplo oldu ama Mourinho'nun aklından bu tür tilkilerin geçmeyeceğini kim iddia edebilir?

21 Ocak 2011 Cuma

Yanlış Anlamayın Hocam, Mekân Yuhalatıyor


Yıllardır kendimizi maketleriyle avuttuğumuz, son birkaç senedir süren kötü gidişlerden kurtulmak için eşi bulunmaz bir dönüm noktası olarak gördüğümüz yeni stadımızın açılış günü. Ali Sami Yen’i bırakıyor olmanın hüznü de yok değil hani. Ama olsun, keyfimiz yerine gelecek. Tebdil-i mekânda ferahlık vardır. Az mı bekledik biz bu stadı? Her gece yeni resimlerine baktık. İnşaat sürecini güvenlik kameralarından takip ettik her sabah. Modern, güvenli bir stat, her açıdan iyi alınan maç görüntüsü, temiz tuvaletler, sadece devre arasında da olsa yorulduğumuzda oturabileceğimiz katlanır koltuklar vs. kulağa çok hoş geliyor. Hem biz her seferinde Ankara’dan kalkıp geliyoruz maça. ASY’de bilet bulmak zor oluyordu. Burası büyük, karaborsacılara para kaptırmaya gerek kalmayacak artık, rahat rahat buluruz biletimizi. Stada metroyla geliriz, dar parmaklıklar yerine temiz bankolardan geçeriz içeri girerken. Dik tribünler, güçlü akustik gibi avantajlar da var. Ve en önemlisi, Mecidiyeköy’ü birkaç sene önce terk eden Ali Sami Yen ruhunun bizi burada beklediğine, TT Arena’ya bizden önce geçtiğine inanıyorum ben çok zamandır. Yani güzel olacak her şey, ve bugün yeni stadımızın açılış günü.


Ankara’da yaşadığımız için kombinemiz, bürokrat olmadığımız için davetiyemiz yok. Merak ediyoruz ama davetiyeler çok pahalı, almak istemiyorum. Maçın hakları en yanardönerli yayıncı kuruluşta olduğu için hangi kanalda izleneceği de belli değil. Birileri akıl eder de şifresiz yayınlatır diye ümit ediyoruz ama nerde; ya internet başında ya da bir cafe/kahvede izlemeye çalışacağız, izler gibi yapacağız mecburen. İzleyemiyoruz. Yıllardır beklediğim stadın açılış maçını izleyemiyorum. Yayıncı kuruluş çok tutarlı(!) olduğu için para verip kutusunu alan mekân sahipleri bile o anda öğreniyor verdikleri paranın o maçı izletmek için yeterli olmadığını. Olsun, dünyanın sonu değil, o kadar sosyal paylaşım ağı var, internetin başına geçtik mi hiçbir detayı kaçırmayız. Yani güzel olacak her şey, ve bugün yeni stadımızın açılış günü.

Galatasaray’ımın Ajax la oynadığı maçın üzerinden neredeyse bir hafta geçti. Ne bir maç görüntüsü izledim, ne de hep beklediğim stat hakkında bir fikrim var. Maça giden arkadaşlarım fotoğraf eklemiştir diye Facebook’u açıyorum, Adnan Polat’ın ampullü karikatürlerinden daha ilginç bir şey bulamıyorum. Türk Telekom Arena’da yapılan ilk tezahürat hangisi acaba diye heyecanla youtube’a giriyorum, TOKİ başkanının akıllara zarar konuşmasını dinleyip şaşırıyorum. Aslantepe’ye dair birkaç özgün cümle okurum diye twitter’a bakıyorum, ne olduğu belli olmayan adamların Galatasaray taraftarına hakaretlerini okuyup üzülüyorum. Bloglar ayrı tellerden çalıyor, Ekşisözlük fikir birliğine varamamış. Kendimi Galatasaraylı hissettim diyen Fenerbahçeli mi ararsınız, Galatasaraylılığından utananı mı?

Stadın Galatasaray’a peşkeş çekildiğini, başbakana nankörce davranıldığını iddia edenlere, Mecidiyeköy’deki arazinin değeri ve 40 sene daha Galatasaray’a ait olduğu belirterek cevap veriliyor. Örf ve adetlerimizde misafir yuhalamak ayıptır diye savunurken, başbakan stadın Galatasaray’ın olmadığını (plastik topu keseceğini söyleyen tavırla) ima edince kafalar karışıyor. Futbol seyircisinin herhangi siyasi lideri ıslıklamasının çok normal olduğunu beyan edilince, o gün tribünde bulunan seyirci profili masaya yatırılıyor. Açılış maçındaki rakibimiz Ajax bile sahaya çıkınca yuhalandı örneğine karşı örnek olarak, maçı ayakta izleyenleri stattaki görevlilere şikayet eden bazı teyze ve amcaların varlığı gösteriliyor. Asıl protestonun Toki başkanının konuşmasından sonra başladığı iddiaları varken, diğer tarafta, yoğun ıslık ve kötü ses sistemi nedeniyle bu konuşmanın statta duyulmadığını söyleyenler kafaları karıştırıyor.


Başbakanın stada yaptığı katkılar ve ona bunun için teşekkür edilmesi dışında hemfikir olunan birkaç konu daha var ve maalesef hepsi de Galatasaray yönetiminin hatalarının altını çiziyor. Bu hükümet U2 konserinde, basketbol maçında, iki sene önceki Hamburg maçında ıslıklandığına göre, TT Arena’da da protesto edileceğini tahmin etmek zor değildi. Orada 50.000 kişi var, her birinin ayrı siyasi görüşü var ve bulundukları ortamdan dolayı siyasi görüşlerinin üstünde tuttukları bir Galatasaraylılıkları var. Bu insanlara sarı-kırmızı hiçbir şeye değinmeden saatlerce Toki videoları izletmenin sabırları taşırmaktan başka bir işe yaramayacağı aşikârdır. Yönetim sıkı bir maç öncesi programıyla insanları mutlu edip, protesto krizini rahatça aşabilecekken, olaylara tepsi tutmaktan başka bir şey yapamamıştır. Adnan Polat’ın, başbakanla birlikte stadı terk etmesine, çarşaf çarşaf özür metinleri yayınlamasına bir şey demiyorum ama Toki başkanına özür diletemiyorsa, orada daha fazla bulunmasına gerek yok diye düşünüyorum. Üstüne bir de protestocuları(sert bir manevrayla provokatör oldu) bir daha stada almayacağım diyerek bizleri çıldırtmayı başardı. (Provoke sayılabilecek tek şeyin Toki başkanının konuşması olduğunu ima ediyorsa değişir tabiî ki.)


Galatasaray’a bir türlü yakıştıramadığım Ultraslan grubunun da yayınladığı özür metninde Toki Başkanını kınamamasına hiç şaşırmadım diyebilirim. Galatasaray adına faydalı tek bir şey yapacaklardı, onu da yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.

Sonuç olarak yeni stadımıza ağız tadıyla sevinemedik. Yıllardır beklediğimiz stat şu anda beton yığınından daha fazla bir şey ifade etmiyor bizlere. Bir Galatasaraylı olarak maçtan önceki heyecanımı ilk iki paragrafta anlattım. Geriye kalan her harf, benim ve benim gibilerin yaşadığı hayal kırıklığını anlatıyor. Galatasaray üzerinde gezinen karabulutlar bir türlü dağılmak bilmiyor bu sene. İşini çok iyi yapan birileri, 2010-2011 sezonu bu kulübe daha fazla nasıl zehir edilir diye plan üstüne plan yapıyor sanki. Adnan Polat, Galatasaray tarihinin en kötü başkanı sıfatını yeni statla örteyim derken yepyeni bir krize düştü, hevesi kursağında kaldı. Yeni stadı seçim propagandası haline getirmeye çalışan hükümet, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldu(şimdilik öyle gözüküyor buradan). Bu işten kimin çıkarı olabilir diye kaç gündür düşünüyorum, aklıma saçma sapan komplo teorilerinden daha iyi bir şey gelmiyor.

Türkiye’deki taraftar grupları, bir siyasi görüşü temsil etmiyorlar. İtalya’da, İspanya’da, Güney Amerika’da olduğu gibi bir takım taraftarının ortak bir siyasi görüşü yok bizim ülkemizde. Bu grupların ortak noktaları sadece tuttukları takımlardır. Gelir seviyesi, oy verdiği parti, dini görüşü ne olursa olsun, yan yana geldiğimizde üçlü çekip omuz omuza zıplayabiliyoruz. Tek bir korkum var, Galatasaray taraftarı AKP’li, CHP’li, MHP’li diye ayrılırsa, seyirciler arasında böyle bir gruplaşma olursa, bırakın Ali Sami Yen ruhunu, Galatasaray kulübü bile tarih olur.

14 Ocak 2011 Cuma


Okuduğum eski ve yeni, güzel ve ilginç spor yazılarının linklerini de burada paylaşmaya karar verdim. En sevdiğim yazarlardan biri olan Banu K. Yelkovan hanımın Ali Sami Yen ile ilgili yazısı için lütfen tıklayınız.

ASY'de ne öğrendim?

13 Ocak 2011 Perşembe

Ali Sami Yen Ruhu

"Maksadımız İngilizler gibi toplu bir halde oynamak, bir renge ve bir isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek."

Ali Sami Bey Galatasaray’ın kuruluş amacını bu kelimelerle özetlemişti bundan 105 sene önce.

Kim diyebilir ki ismini bu şahsiyetten alan Ali Sami Yen Stadı, bu amaçlardan haberdar değildi.

Dün veda gecesinde TV’de mikrofon uzatılan herkes, Ali Sami Yen ruhundan bahsetti, yeni stada bu ruhun taşınması temennisinde bulundu.

Peki, nedir bu ruh, cansız bir yapı, nasıl soyut bir varlığı barındırıyor.

Benim için ruh kavramının stattaki ilk timsali, o stada gelen rakip takımların en azından ilk 20 dakika içerisinde düştükleri çaresiz durumlardı.

Stattan aldığı güç ve güven sayesinde, rakip takımın ismine bakmadan müthiş bir tempoyla top oynayan, top rakip takıma geçtiğinde yine aynı tempoyla, boğucu bir presle rakip takımdan topu kapmaya çalışan Galatasaray takımları, isimler değişse de hep var oldu bu çimler üzerinde.

Düdük çalındığı andan itibaren taraftarıyla beraber rakibin üzerine giden bir takımın o statta sadece 11 kişiyle oynadığını söylemek mümkün değildi.

Elbette dünya üzerindeki her takım kendi evinde, deplasmanlarda oynadığından daha farklı bir oyun oynar, rakip takıma göre daha avantajlıdır. Ama Ali Sami Yen’deki Galatasaray’ın, taraftarla bütünleşerek rakip takımlara ilk düdükle beraber uyguladığı şok baskının, takımın bir futbol kimliği ve kültürü haline gelmesi, Ali Sami Yen ve Galatasaray buluşmasını diğer stat-ev sahibi takım buluşmalarından ayrı kılıyor.

Bu farklılık sanırım ruhtan ne kastedildiğini anlatıyor. İngilizler gibi toplu halde oynayan bir Galatasaray takımı için Ali Sami Yen stadı nasıl bir çözümdü, işte bu ruh onu anlatıyor.

Ali Sami Yen stadı, 105 sene önce yüzünü batıya çeviren, hedef olarak “Türk olmayan takımları yenmeyi” seçen bir adamdan adını almaya yakışır nitelikte, Galatasaray’ın Türk olmayan takımları yenmesinde nasıl bir çözümdü, işte bu ruh onu anlatıyor.

İsminin büyüklüğünce çaresiz kalan takımların, yaratıcının büyüklüğünce çaresiz kalan insanlara benzetilmesiyle, sarı ve kırmızı renklerle oluşturulan ateşli atmosferin ihtişamıyla bütün Avrupa “Cehennem” dedi o stada.

O dünyaca ünlü özgünlüğe yaklaşık 46 yıldır sahip olmanın, Galatasaray’ın futbol tarihinde özel ve saygın bir kulüp olmasında kesinlikle büyük etkileri oldu.

Umarım bu anlamda özgün bir stadyum, kulüp simgesi haline gelebilecek bir mabed oluşturmayı, bu bütünleşmeyi ve bu futbol kültürünü yeni stadımıza taşımayı becerebiliriz.

Yazıyı Maldini’nin, Ali Sami Yen ruhunun boyutlarıyla ilgisi olmadığını çok iyi anlatan sözüyle bitirmek istiyorum: “Hiç kimse beni, bu statta sadece 25.000 kişi olduğuna inandıramaz.”

8 Ocak 2011 Cumartesi

Kral

İşte beni büyük hayal kırıklığına uğratan bir Hakan Şükür haberi ve altına yazılan üzücü yorum:




http://taccizgisi.blogspot.com/2010/12/yeter.html

Senin akıl hocalığı yaptığın yeniçeri tayfası takımın başını yerken sen de boş durmazsın tabi, durur musun hiç?

"Yabancıların Türkiye’ye nasıl baktığını iyi biliyorum. 50 bin dolar ala
n oyuncunun yanında internetten helikopter satın almaya çalışıyor! Ben kaldırırım ama o çocuk kaldıramaz. Benim için başka sebeplerden dolayı çok şey yazıldı. Ama ben kendime bir düstur seçtim ve hep gurur duydum. Metin Oktay ve Tanju abinin rekorlarını kırdım. Ertesi gün Ali Sami Yen’de Metin Oktay forması dağıtıldı. O gün için farklı bir şey yapılabilirdi. İçimden ağladığım dönemlerde dik durdum."

Sizi bize sayıyla mı verdiler ulan? Bir yeter artık alın Uefa kupanızı da tıpa y
apın!

Posta yapılan bir yorum :


pooliver dedi ki...
Hakan Şükür forması bedava dağıtılsa bile gider parayla Metin Oktay forması alırım ben her zaman. Ama şunu söylemeden edemiyorum. Hakan Şükür allah senin belanı versin. Lanet olsun UEFA kupasına da senin oynadığın takımın aldığı şampiyonluklara da.

******************************************************************************************************************************

Nasıl ya, bir Galatasaraylı nasıl Hakan Şükür'e "Allah belanı versin." der?

Bir Galatasaraylı'yı geçtim, bir Türk futbolsever nasıl der bu lafı, tartışmasız Türk futbol tarihinin en büyük oyuncusuna.

Haram olsun yaptıkları, sizin gibi düşünen insanlara.

Tamam söylediği söz söylenecek söz değil.

Ama Hakan'ın Galatasaray ve Milli takım için akıttığı ter, elde ettikleri, bu kulübü, Türk futbolunu taşıdığı nokta, öyle bir ağzından çıkan lafla falan silinemez, unutulamaz.

Bir de ne demek ya "alın UEFA Kupanızı tıpa yapın."

Bundan 15 sene önce Türkiye dediğin zaman Hakan Şükür diyorlardı, daha UEFA Kupası falan yoktu.

Siz hayatınız boyu Galatasaray ve Türk futbolu için ne yaptınız ya. Maksimum 3-5 maça gidip avazınız çıktığı kadar bağırıp, destek olmuşsunuzdur, belki bir gol falan atmışızdır, siz bağırdınız diye.

Sizler farkında mısınız bilmiyorum ama Hakan Şükür diye bir adam var diye "Galatasaraylıyım ben" diyerek gerine gerine geziniyorsunuz şu an tüm dünyada.

Terbiyesizlik diz boyu olmuş.

Bir tarihtir, anıttır Hakan Şükür. Açıkça Metin Oktay'dan hiçbir farkı yoktur benim gözümde, belki daha değerlidir çünkü Metin Oktay'ı tanıyarak Galatasaraylı olmadım ben, Hakan'la Galatasaraylı oldum.

"Ama eğer hala Metin Oktay için şarkılar söyleyebiliyorsak onu çoğumuz hiç tanımamamıza rağmen, çok büyük bir karakterdir." diye düşünerek Taçsız Kral'a inanılmaz bir saygı ve sevgi duyuyorum.

Çok sinirlendim ve çok üzüldüm bu posta ve yorumlara. Paylaşayım istedim. Yazık.

6 Ocak 2011 Perşembe

Eskilerden


Aşağıda Frank Rijkaard’ın Galatasaray’a gelişinin açıklanmasından sadece bir saat önce yazdığım bir yazı var. Bitirirken bir temennide bulunmuşum. O gün, isteğimin bu kadar çabuk gerçekleşmesine çok sevinmiş, aynı zamanda efsane kaptanımız Bülent Korkmaz’a ayıp olacak diye üzülmüştüm. Şimdi bakıyorum da, boşuna sevinmişim. Kimsenin Rijkaard’a sabredeceği filan yokmuş. Üstüne üstlük Bülent gibi, Hagi’ye de ayıp olacak.


YİNE YENİ BİR TEKNİK ADAM

Her sezonun sonunda olduğu gibi, 4 büyüklerden şampiyon olamayan üçü yeni hoca arayışına girdi. Görüşmeler, pazarlıklar derken isimler havada uçuşuyor. Anlaşılacak olan yeni hocada birçok özellik aranıyor. Bunlardan mühim olanı tazminatı az olan bir hoca bulmak çünkü seneye, yeni gelen üç hocadan en az ikisine tazminat ödenecek.

Teknik direktöre süre tanıma konusunda en aklı başında davranan takımımız Galatasaray da son yıllarda işi bozdu. Sarı kırmızılıların başına 2004’ten bu yana Cevat Güler’i de sayarsak 6 farklı hoca gelmiş, gitmiş. Sezonun erken açılacak olmasından dolayı acil olarak yeni hoca arıyorlar. Yönetimin bu aşamada bir karar vermesi lazım. 1+1 yıllık, opsiyonu Galatasarayda olan bir sözleşmeye imza atacak bir hoca mı arıyorlar? Yoksa gerçekten bir sistemi olan, takıma bir futbol ekolü oturtacak, başarıyı yavaş yavaş ama sağlam şekilde getirecek birini mi arıyorlar?

Birçok İspanyol ve Hollandalı hocanın ismi geçiyor. Ancak İspanyol ve Hollandalı teknik direktörler, Galatasaray yönetiminin acil sportif başarı planına uygun düşmüyor. Çünkü bu adamlardan ilk sezonda başarı beklememek gerekir. İspanyol bir teknik adam, bütün takım istediği futbolu oynayana kadar eğitici idmanlardan vazgeçmez. Aynı şekilde Hollandalı teknik adamlar da istediği pas trafiği, hızlı oyun anlayışı oturmazsa, maçlarda bile kazanmaya değil, sistemini oturtmaya çalışır. Ayrıca takımı kendi oyun anlayışına sokması için kendi transferlerini kendi yapması gerekir. (İspanyol bir hoca gelirse, yeni kaleci Leo Franco’ya nasıl bir tepki vereceğini çok merak ediyorum) Bu durumda yine, hocanın uzun seneler çalışması gerektiği ortaya çıkıyor.

Teknik direktörle anlaşma sürecinde asıl değerlendirilmesi gereken ise hocanın kariyeri. Ama burada bir yanlış anlaşılma olmasın çünkü önemli olan futbolculuk kariyeri değil, hocalık geçmişidir. Hocalık geçmişine bakarken de nerede nasıl top oynattığı, elde ettiği başarılardan daha önemlidir. Büyük bir takımı şampiyon yapmış olmak yeterli bir kıstas olmamalı. Orta sınıf bir takıma, birkaç sezon güzel top oynatmış, büyük takımları savunmayla değil, göze hoş gelen bir şekilde alt etmiş bir hoca ise aranan insan olmalıdır. Frank Rijkaard gibi süper bir futbol kariyeri üstüne teknik adam olarak Barcelona şampiyonluğu yaşamış bir hoca hakkında yorum yapamayız. Yetersiz olduğunu söylemek haksızlık olur. Aynı şekilde, yeterli olacağını söylemekte zor. Denemeden, süre vermeden bilemeyiz. Maalesef, Rijkaard’a şans verilirse, Galatasaray’ın kendi evladı, kendi bilinmeyeni Bülent Korkmaz’a ayıp olacaktır.

Temennim odur ki Galatasaray yönetimi şu transfer döneminde kendini değil, Galatasaray’ın geleceğini düşünerek hareket eder.