30 Nisan 2010 Cuma

Nasıl Anlatayım, Bilemedim!

Uzaylı dediğimiz, yenilmeyeceğine inandığımız takım Inter’e elendi. Futbol bu, olmayacak iş değil. Ancak beni şaşırtan kamuoyunun bu duruma çok sevinmesi oldu. Sanırım bu, güçlünün karşısında, güçsüzün yanında yer alma isteğinden, merhamet duygusundan falan kaynaklanıyor. Mourinho zor olanı başardı, Barcelona’yı kilitleyerek istediği sonuca ulaştı. Barcelona’yı alt etmenin başka yolu olmadığını, karşılarında hücum futbolu oynamanın intihar olacağını bende biliyorum. Ama yinede bu konuda hoşgörülü olamıyorum. Makyavelist futbol bana göre değil. Mourinho’yu tebrik ediyorum ama asla takdir edemiyorum.Pozitif, göze hoş gelen, izleyenin keyif aldığı, bizi şaşırtarak zevk veren futbol diye diye dilimizde tüy bitti. Mourinho bunların hepsini bir kalemde silip sonuca yönelik futbol oynuyor. “Savunma da futbol’un bir parçası, sonuca giden yol buysa neden olmasın?” diyecekler için söylüyorum, bu oyunu biraz da izlemesi zevkli olduğu için izliyoruz, mesele sadece kimin kazandığını görmek değil. Bu sporu bu kadar popüler yapan, kazananın kim olacağını merak etmemiz olsaydı sadece penaltı atışları ile aynı hazzı yaşayabilirdik. Aynı arkadaşlar galip ve mağlup olmadan bu oyunun anlamsız olacağını savunacaktır. Bunu da şöyle açıklamak istiyorum : Futbol’un diğer sporlardan bir farkı var. Bu oyun berabere, hatta 0–0 bile bitebiliyor. Futbol, beraberliğin bir sonuç olarak sayıldığı ender sporlardan birisi olduğuna göre biraz da haticeyle ilgilenmemiz gerektiğini düşünüyorum. Eminim hâlâ “savunma da futbolun bir parçası” diyenler vardır. Ve bu arkadaşlar genelde sadece neticeyle ilgilenirler. “Mourinho dersini çok iyi çalışmış, Inter o kadar harika savunma yaptı ki Barcelona kendi sahasında ilk pozisyonunu 82. dakikada buldu” dediğinizi duyar gibiyim. Peki, uzatmada verilmeyen golü ne yapacaksınız. Hakem o kadar büyük bir hata yapmasa, o çok önem verdiğiniz netice kimi sevindirecekti? Mourinho, küstahlığın karizma sayıldığı koşusunu yapabilecek miydi? Şimdi de geçen seneki yarı finalde Chelsea’nin verilmeyen penaltısından bahsedeceğinizi tahmin ediyorum. Bende konuyu buraya getirmek istiyordum zaten. Hakem kararları, şanssızlık gibi detayları bu kadar net hatırlamamızın tek sebebi var. Savunmaya dayalı, kendi oyununu oynayan değil karşısındakinin oyununa müdahale etmeye çalışan futbol anlayışı. Yani işini ikincil faktörlere bırakan, kontrolü karşı tarafa veren oyun tarzı. Bu konulara daldığımda hep aynı sonuca varıyorum. Bana ters gelen tek şey “işini şansa bırakmak”. Göze hoş gelen, keyifli futbolun en basit tanımını kendimce şöyle yapabilirim: Tüm takımın dâhil olduğu birkaç sade pasla gelip atılan bir gol, uzaklardan “belki girer” diye çekilmiş bir şutla gelen golden daha değerlidir. Burada kritik nokta işi şansa bırakmamak. Şans faktörünün en aza indirgendiğini fark eden seyirci, hak edenin kazandığına tereddütsüz inanıyor ve izlediği futboldan maksimum keyif alıyor. İşte savunma futbolu bana bu nedenle ters geliyor. En ufak hata, konsantrasyon bozukluğu, yanlış karar aleyhinize işliyor. Çünkü kontrol sizde değil. İşiniz pamuk ipliğine bağlı. Yani kimseyi suçlayamazsınız.

Kalesini savunanı izlemeyi, hücum edeni izlemekten daha çok sevenlerin olduğunu da biliyorum. Ara pası atandan çok o pası verdirmemeye yönelik oynanan oyun kiminin daha çok hoşuna gidiyor olabilir. Buna saygı duyuyorum. Zevkler ve renkler tartışılmaz. Savunmak her zaman hücum etmekten daha zordur. Aslında Mourinho zor olanı başarıyor. Bir boks maçı düşünün. Bir taraf açık dövüşüyor. Sürekli yumruk atmaya çalışıyor. Diğerinin ise tek hedefi kapanıp yumruk yememek. Kendini savunanın işi daha zor, değil mi? Ama ben yinede açık oynayan sporcuyu desteklerim. En azından yaptığı sporun ruhuna daha uygun davranıyor.

Güzel futbol’u galibiyet ile karşılaştırmaya bir örnek ile devam edebilirim: Ben Galatasaray taraftarıyım ama neden Galatasaray’ı tuttuğumu bilmiyorum. Bu benim bilinçli bir tercihim değil. Galatasaray şampiyon olduğunda sevincim tamamen duygusal oluyor. Ama Arsenal’i Barcelona’yı sevmem, desteklemem benim kendi kararım. Barcelona’nın Inter’e elenmesine çok üzüldüm. Ben Katalan değilim. Yani Barcelona’yı desteklememin duygusal bir yanı yok. Ama maç izlerken beni en çok onlar eğlendiriyorlar. Barcelona’yı bunun için seviyorum. Aslında Barcelona’nın kendisini değil, onları izlemeyi seviyorum. Yani Barcelona elenince ben bu takımı daha az izlemiş oluyorum. Bir maç keyfini bundan daha teknik şekilde tarif edemeyeceğim.

“Benim için tuttuğum takımın galip gelmesi önemli değil, önemli olan güzel oynamasıdır.” deyince insanlar şaşırıyorlar. Ben bu takımı ideolojik sebeplerle tutmuyorum ki. Niye galibiyetine sevinip, mağlubiyetine üzüleyim ki. İzlerken beni şaşırtsınlar, garanti işler yapsınlar, işi şansa bırakmasınlar yeter. Şimdi Mourinho çıkıp “Sen keyif alacaksın diye biz yenilecek miyiz ?” diye sorsa konu bambaşka yerlere gidecek. Bir de oturup tüm futbol endüstrisinin, seyircinin ilgisini canlı tutmak üstüne kurulduğundan bahsetmek zorunda kalacağım. Bunun sonu da tavuk ve yumurta hikâyesine varır gibime geliyor.Pique’nin attığı gole değinmeden geçersem içimde kalır. Her şeyin kısacık özeti o golde saklı sanki. O dönüşüyle hem işini şansa bırakmadı, hem de hiç kimsenin tahmin edemediğini yaptı. Kendisine teşekkür ediyorum.

Not: Yukarıdaki yazı kesinlikle objektif değildir. Yüksek miktarda mübalağa içermektedir. Eğer zamanınız varsa, önyargılarınızı bir kenara bırakıp, sorgulamadan bir kez daha okumanızı rica ederim.

27 Nisan 2010 Salı

Fenerbahçe'nin Başarısı, Galatasaray'ın Başarısızlığına Farklı Bir Bakış

Rijkaard Galatasaray'a geldiği zaman, Fenerbahçeli bir ekşisözlük yazarının yaptığı yorum:

"nası anlatıyim daha... hani saat gecenin üçü olmuştur. artık barda topu topu üç-beş sap ve iki tane kız kalmıştır. kızlardan biri 'bi ömür geçse böyle hatun yapamayız hacı' diyeceğiniz kadar güzel bir kızdır. o kadar çekicidir ki onunla tanışıp yakınlaşma ihtimali bile gerçekçi gelmez. diğeri ise vasat, alkollü olmasanız muhtemelen dönüp bakmaya bile uğraşmayacağınız ama loş ışıkta, saatte sabahın üçü olunca, 'iyi değil ama gideri var' diyeceğiniz ve sizi açık açık kesen kızdır. birinciye yanaşmaya cesaret edemediğiniz için, gerçekçi olup ikinciye yaklaşır ve başarıya ulaşınca kendinizi tatmin olmuş hissedersiniz o an için. sonra kafanızı çevirip sağınıza bir bakarsınız ki, bütün gece yanınızda dikilip şarkılara saçma sapan tempo tutup etrafı kesen diğer sap, birinci kızla elele bardan çıkıyor. o an başınızdan aşağı kaynar sular dökülür. arkalarından öylece bakakalır, bu gerçeği kabullenemezsiniz. "nasıl olur lan!! ben niye yapamadım???" diye sayıklarsınız bir süre. sonra başınızı tekrar önünüze çevirip, ikinci kıza bakarsınız çaresizce.

bu hikayede kızların yerine christoph daum ve frank rijkaard'ı koyun. kimin hangi kız olduğunu sanırım belirtmeye gerek yok. şöyle bir düşünüyorum, bundan daha üzücü bir haber ne olabilirdi diye. herhalde ancak jose mourinho galatasaray'a gelse bundan daha fazla üzülürdüm. 2. sıraya alıyorum o yüzden rijkaard'ı. "


Gerçekçi olanlar hedefine ulaşmak üzere, ya biz Galatasaraylılar cesaretli olduğumuz için üzülelim mi, güzel kızın bizim olduğu gerçeğini unutalım mı?

22 Nisan 2010 Perşembe

Arda Turan İçin Gitme Vakti

Aşağıda 24.04.09 tarihli bir yazım var. Üstünden bir sene geçmiş. Örnekler güncel değil ama dile getirmek istediğim şey aynı. Bu yüzden hiç değiştirmeden bırakıyorum. Yerimizde saydığımızın resmidir.
ŞIMARIK ARDA TURAN
Türkiye, yıldız futbolcu çıkarma konusunda çok başarılı bir ülke değil. Bu nedenle gençlerden bir tanesi sıyrıldığında herkes çok sevinir, genç oyuncu el üstünde tutulur, ön plana çıkarılır. İkinci aşamada ise genelde futbolcunun şımarması beklenir. Eminim ki maç izlenen her ortamda şöyle cümleler duymuşsunuzdur: “çocuk çok iyi de inşallah şımarmaz” normalden fazla sallanarak yürüyen biri için hemen “bak bak nasıl artist artist yürüyor” “hemen hakeme oynuyor” “şımarmış bu ya! koşmuyor eskisi gibi” “yeni spor araba da almış zaten” …

Maç ortamlarında kurulan bu cümlelerin hepsi, hayatlarında ilk defa gördükleri biri hakkındadır. Boşboğazlıktan başka hiçbir açıklaması olmayan bu sohbetler her yerde bulunduğu için(TV programları), genç futbolcu da bu zihniyetten bir şekilde etkilenir. Üstünde bir baskı oluşur. Yaptığı her hareketin analizi(!) yapıldığı için garip davranmaya başlar. Yani adamı zorla şımarık yaparız. Dünyanın en karakterli, doğru dürüst insanı bile olsa böyle bir şımarmama baskısına dayanamaz.

Arda Turan. Bizim yıldız adayımız. Tartışmasız, Türkiye’deki en yetenekli genç oyuncu. Sadece yetenekli değil, aynı zamanda çok zeki bir futbolcu. Bunlarla beraber biraz amatör ruhlu. Bazen kendini unutup futbolcu gibi değil, Galatasaraylı fanatik taraftar gibi davranıyor. Sadece Arda değil, Türk futbolcuların hepsi amatör. Fakat Arda genç ve yetenekli olduğu için analizcilerin dikkatini en çok o çekiyor. Fener taraftarına hareket yapmış; milli takımdan arkadaşına vurmuş; maç sonrası açıklamalar yapmış. Çok ayıpmış. İlk defa mı Fenerbahçe Galatasaray derbisi izliyorsunuz? Bu güne kadar hangi maçta küfür olmadı. Ne zaman gerginlik olmadan bir derbi izledik? Küfür kötü bir şey, tartışma çıkmasa daha iyi ama bizim maçlarımızda hep var. Hep oldu. Yani olayların Arda Turan figürünün üstüne yıkılmasına gerek yok. Arda sadece “bu sefer” ki kahraman.

Son olay ise gerçekten çok komik. Kadroda olmayan bir futbolcu, akreditasyon kartı olmayan biri, soyunma odasına gidemezmiş. Sanki geriye kalan her şey halloldu, tüm kurallar yerine getirildi, en sona yine Arda Turan kaldı. “Deveye boynun eğri demişler, nerem doğru ki demiş” Olimpiyat stadında Arda’yı soyunma odasına almamak işgüzarlıktan başka bir şey değildir. Arda’nın güvenlik görevlisi ile tartışması yanlış ama bu kadar büyütülecek bir olay değil. Bir memurla hiç mi tartışmadınız?

Arda Turan bizim yıldızımız. Onu bu şekilde sindirmek yerine kayırmamız gerekir. Arda’nın tatil fotoğrafları yerine gol videolarını, inanılmaz bilek hareketlerini, çalımlarını yayınlamak gerekir. Bu adama herkesin sahip çıkması lazım.

Arda’nın Türkiye’de kalıp ligimize kalite katmasını çok istiyorum. Fakat bu şartlarda futbolunu burada geliştiremeyecek. Umarım bu sezon sonu kalitesini belli edebileceği, performansını artırabileceği, ona biraz profesyonellik katacak bir Avrupa takımına transfer olur. Gönlümden Arsenal geçiyor.

13 Nisan 2010 Salı

El Clasico'ya Farklı Bir Bakış

Öncelikle sonuç almak adına futbolu defansif taktik savaşlarına dönüştürmeyen, futbol oynamayı düşünen zihniyeti takdir ettiğimi belirtmeliyim. Örneğin, Arsene Wenger’e burdan teşekkürlerimizi iletelim.

Ancak, Arsenal örneğinde olduğu gibi, bu Barcelona'ya karşı sadece futbol oynamayı düşünmek, güzel futbol izlemek isteyen izleyicileri tatmin etmek uğruna, kendi takımını kurban etmekten öteye geçmiyor.

O zaman Los Galacticos El Clasico’yu almak istiyorsa, Barnebau’da bir futbol şovu sunabilmek adına sezon başı harcadığı paralara ironik olarak defansif anlamda bir farklılık yaratmak durumundaydı.

Kendimi Pellegrini'nin yerine koysam, maç öncesi düşüncelerim şu şekilde olurdu:

“Hafta içi, Arsenal’in kendi futbol felsefesinden ödün vermeden, futbol oynamayı düşünerek, göz göre göre, çaresizce turu kaybettiğini gördüm.

Elimde Barça’yı yakın zaman içinde hem sonuç hem de oyun olarak bozmuş, Hiddink’in Chelsea’si gibi, sonuç almak üzere hazırlanmış, Arsenal’in felsefesiyle tamamen zıt felsefede olan bir takım örneği var.

Ben belki yetenek olarak Arsenal’dan daha üstün futbolcu topluluğuna sahibim ama Barcelona takım olarak sanki “top” kendi malıymış gibi davranıyor, topu karşı rakibe vermeye niyetli değiller ki ben kendi futbolumu oynayabileyim.

Elimde de zaten tek hedef kaldı: La Liga şampiyonluğu, ben de sonuç almak istiyorum.

O zaman Chelsea’yi örnek alabilirim."

Peki Chelsea o gün ne yapmış? İnceleyelim bakalım:

- Öncelikle müthiş bir taktiksel pozisyon disiplinine sahip, devamlılığı olan 10 tane, yüksek konsantreli futbolcu topluluğu oynatmış.

- Oyunu abartısız 25-30 m’de oynamışlar. Sahada top sürmeye müsait bir alan bırakılmamış.

- Önde pres yaparak, gerektiğinde sert oynayarak Xavi ve Iniesta’ya top iletimini büyük oranda engellemişler.

- Barcelona gibi kanatlara indiğinde, korner olduğunda bile orta yapmayı reddeden bir takımı, topa vurmak zorunda bırakmışlar.

Aslında maç öncesi Pellegrini’nin kendisinin de bu düşüncelerden farklı bir görüşe sahip olduğunu düşünmüyorum. Real Madrid Chelsea’nin defansif sistemini uygulamaya kesinlikle bir nebze olsun yeltendi, özellikle ilk golü yiyene kadar en azından orta sahada Barca’ya hakimiyeti bırakmadılar, bir şekilde kaos yarattılar. Barcelona’nın Iniesta’sız olması, Dani Alves – Messi ikilisinin bozulması da işlerine yaradı. Dar alanda oynayarak, Barca’ya uzun süreli top kullanma imkanı da vermediler, böylece yorulmadılar.

Hatta kendi futbolcularının ofansif anlamda Chelsea’den daha yetenekli olmasından güç alarak, Pellegrini’nin Real Madrid’e güzel futbol anlamında kattıkları ile beraber ofansif çeşitliliği de sağladılar. Herkesin gereksiz yere Messi’yle karşılaştırıp, maç sonucuna göre yorum yaparak değerlendirdiği Ronaldo, bence eksiksiz bir futbol oynadı. İyi bir fizik güçle, son derece işine konsantre bir şekilde takımı ayağa kaldırabilecek, sürükleyebilecek olumlu tercihleri yaptığını gözlemledim.

Yenilen her iki golün de Real Madrid’in Chelsea’nin sahip olduğu kadar devamlı, taktisel disiplini içine sindirmiş, iyi konsantreli olmasını bekleyemeyeceğimiz futbolculara sahip olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Ayrıca Xavi ve Messi’nin en büyük özelliklerinin “en ufak bir hatayı affetmemeleri” olduğunu söyleyen Arsene Wenger’in görüşleri bu maçta da önem arzetti. Gol dakikası olarak çok ters iki anda iki gol yenildi.

Açıkçası Real Madrid hem defansif hem ofansif oyun olarak yapabildiğini yapmaya çalıştı. Arsenal’in Nou Camp’ta bulduğu ilk gol nasıl hiçbir değer taşımadıysa benim nazarımda, tam ters olarak, Real Madrid’in Barnebau’da ilk golü bir şekilde bulmuş olması, çok büyük avantaj olabilirdi Real adına.

Çoğu futbol izleyicisinden farklı olarak, bu maçta olumlu konuşulmayı Real Madrid’in Barcelona’dan daha fazla hakettiğini düşünüyorum. Barca zaten bildiğimiz normalini oynamaya çalıştı, oynayabildiği süreler için zaten edilecek laf yok haklarında. Real’in çabası ve karşı felsefesi bu maç özelinde benim için daha değerliydi.

8 Nisan 2010 Perşembe

İşte Bunun İçin Teşekkürler


Fenerbahçe Acıbadem'in başarısıyla ilgili birşeyler yazmak istedim ama beceremedim. Neyseki İlknur imdadımıza yetişti. İlknur'un yazısı aşağıda.


İŞTE BUNUN İÇİN TEŞEKKÜRLER
Bu ülke son 10 yıldır takım sporlarında birçok başarıya şahit oldu. Hatta kupa2 ve kupa3’te olduğu gibi mutlu sonlara da ulaşıldı. Fakat Avrupa’nın bir numaralı kupası ülkemize, hiçbir zaman bu kadar yakın olmamıştı. Fenerbahçe Acıbadem voleybol takımı bu kupayı ilk kez ülkemize getirmek için geçen hafta sonu Cannes’a doğru yolculuğa çıktı. Aslına bakarsanız bu takım buralara her türlü başarıyı ilk seferinde tadarak gelmişti. 6 sene önce 2. ligde olmalarına rağmen kısa bir sürede 1. lige çıkmışlar ardından geçen sene ilk defa şampiyonluklarına ulaşmışlar böylece ilk kez Avrupa Bayanlar Voleybol Şampiyonlar ligine katılmaya hak kazanmışlardı. Fenerbahçe Acıbadem 2009 -2010 sezonuna da fırtına gibi başlayarak sezonu yenilgisiz kapattı. Hatta ligle birlikte kupa ve Şampiyonlar Ligi’de dâhil oynadığı 37 maçta da yenilmeyerek kırılması zor bir rekora da imza attı. Artık amaç oynanacak olan 38. ve 39. maçı da alıp yenilgisiz olarak Avrupa şampiyonluğuna ulaşmaktı. Final-four’da ilk günkü rakibimiz ev sahibiydi. Oyuna set vererek başlamamıza rağmen maçı tie-break setine getirmeyi bildik. Fenerbahçe Acıbadem’in Türk sporuna katkısı böyle anlarda iyice belirginleşiyordu. Birçok izleyici tie-break setinin 15’ te bittiğini ilk defa bu maçta öğrendi, belki de ilk defa futbol dışındaki bir spor için heyecan duyulmaya başlandı ve yine ilk defa yürekler sadece ekranda değil o salonda atmak istedi. Setin kazanılması ve ardından finale çıkılması için 2 farklı üstünlük gerekiyordu ama ne Cannes ne de Fenerbahçe Acıbadem maçı bırakıyordu. Set uzadı, uzadı ve son gülen sarı melekler oldu. Maçı hem salonda hem ekranda izleyen birçok sporsever de böylece bu tarihe tanıklık etmiş oldu. Artık takımımız finaldeydi. Ertesi gün rakibimiz bu kupayı tam 6 kez kazanan Bergamo’ydu. Maç başladı ve 2–0 geriye düştük ardından muhteşem bir geri dönüşle maçı 2-2 ye getirdik. Maç yine tie-break setine kalmıştı ama şans bu sefer bizden yana değildi ve 3-2 yenilerek Avrupa ikincisi olduk. Ama başka neler oldu dersiniz? Fenerbahçe futbol takımı Kayserisporla kritik bir maça çıkmasına rağmen Başkan Aziz Yıldırım Cannes’da olmayı tercih etti, Şükrü Saraçoğlundaki ekranlar futbolu değil voleybol maçını gösterdi, Türkiye Futbol Federasyonu başkanı bile sayın bakanımız Faruk Nafiz Özak ile birlikte o maçı izledi, televizyondaki tüm haberler yayınlarına bu başarının öyküsüyle başladı, Denizli’de kaçan şampiyonluktan sonra bile ağlamayan Aziz Yıldırım’ın gözleri ilk defa bu maçta doldu. Sarı melekler maçın bitiş düdüğüyle birlikte duygu dolu anlar yaşarken belki de birçok gencimiz artık voleybol oynamaya karar verdi, belki de birçok kulüp ve takımlar bu başarıyı haklı yere kıskanıp ve takdir edip amatör branşlara yatırım yapmaya karar verdi. Atatürk havalimanı da bu ilklerden payını aldı ve ilk defa yeni transfer edilen bir futbolcuyu görmek için değil de bir voleybol takımını karşılamak için doldu taştı. Evet, sadece 2 günde birçok şey değişti Türkiye’de. Eğer bir takım, o oyunu bilmeyenlere bile maçını izlettirip en azından sonucunu merak ettirdiyse belki bizde sadece futbol ülkesi değil aynı zamanda voleybol, aynı zamanda yüzme, aynı zamanda boks... Aynı zamanda spor ülkesi olabiliriz.
İşte bunun için alkışlarımız bu işe maddi manevi her türlü desteği veren Acıbadem grubu yönetim kurulu başkanı Mehmet Ali Aydınlara, işte bunun için tüm tebriklerimiz Tüm amatör branşlara neredeyse futbolla aynı değeri veren Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Sayın Aziz Yıldırım’a ve işte bunun için TÜM TEŞEKKÜRLERİMİZ Gamova’ya, Osmokrovic’e, Çiğdem’e, Seda’ya, Naz’a, Eda’ya kısacası TÜM SARI MELEKLERE. . .

1 Nisan 2010 Perşembe

Joga Bonito (Güzel Oyna)


Joga Bonito, Nike'ın 2006 senesinde başlattığı bir reklamın, başka bir deyişle kampanyanın ismiydi. Anlamı “güzel oyun”. Reklamın başrol oyuncusu olarak Eric Cantona’nın seçilmiş olması da mevzunun Fair Play’den farklı olduğunu göstermek içindi belki. Bu kampanya bir öngörü müydü, tetikleyici bir sebep miydi, hiç mi etkisi olmadı bilmiyorum ama günümüz futbolseverleri için güzel oynanan futbolun yükselen bir eğilim olduğuna eminim.

Galatasaray-Fenerbahçe maçına burun kıvıran arkadaşlarımın Arsenal-Barcelona maçı için bir gün önceden hazırlık yaptıklarını görmek sevindirici. Bu, futbolu taraftar oldukları için değil sevdikleri için izleyen insanların sayısının arttığını gösteriyor. Son yıllarda Manchester United ve Chelsea daha fazla sportif başarı yakalamış olsa da, az buçuk Premier Lig takip eden insanlar arasında Arsenal’e olan sempatinin hepsinden fazla olduğunu gözlemlemek mümkün. Basit ve garanti paslarla oynanan oyuna değer verenlerin sayısı artıyor. Göze hoş gelen futbolun, skor tabelasında yazandan daha önemli olduğu, taraftarların maçı kazananı değil, kazanmak için daha çok çaba göstereni, yani hak edeni takdir ettiği futbol ortamları oluşuyor yavaş yavaş.


Göze hoş gelen, keyifli futbolun en basit tanımını şöyle yapabilirim: Tüm takımın dâhil olduğu birkaç sade pasla gelip atılan bir gol, uzaklardan “belki girer” diye çekilmiş bir şutla gelen golden daha değerlidir. Burada kritik nokta işi şansa bırakmamak. Şans faktörünün en aza indirgendiğini fark eden seyirci, hak edenin kazandığına tereddütsüz inanıyor ve izlediği futboldan maksimum keyif alıyor.

Burada oynadıkları futboldan keyif alan futbolcuların da çok önemli bir rol oynadıklarını düşünüyorum. Kendileri de eğlendikçe biz daha çok eğleniyoruz. Göze hoş gelen futbolun önemini kavrayanlardan biri de Zlatan’mış meğerse. Arsenal-Barcelona maçından önce Ibrahimoviç’in açıklamalarını dinledim. Tüm düşüncelerini açıkça söylüyordu Ibra. Saha içindeki görüntülerinden ve mimiklerinden anlaşılmıyor ama söylediklerinden onun da futbolu severek oynayanlardan olduğunu çıkarabiliyoruz. Açıklamalar özetle şöyle:
“Arsenal de bizim gibi açık ve pozitif oynamayı seven, sahaya kendi oyununu oynamak için çıkan bir takım. Umarım beklediğimiz gibi güzel bir maç olur. Bazı maçlardan sonra -oyun bizim hakkımızdı, ama hak ettiğimiz skoru alamadık- gibi açıklamalar yapılıyor. Bu futbol’un hoş olmaya yanlarından bir tanesi. Her zaman güzel futbol oynayan takımların galip gelmesini isterim. Umarım bu akşam da iyi oynayan kazanır.”



Benim için haftanın anlam ve önemi olan maçtan da bahsetmek lazım biraz. Göze hoş gelen futbolun en önemli temsilcileri Arsenal ve Barcelona. İngiliz ekibi oynamak istediği futbolu sahaya yansıtmak için sürekli çabalayan, oynadıkları oyun güzel görünsün diye birçok taviz veren idealist bir takım görüntüsü çiziyor. Katalanlar ise aynı mantıkla oynayarak futbolun doruk noktasına ulaştılar. Her geçen gün çıtayı yükseltiyorlar. Dün akşam bir usta-çırak mücadelesi vardı sanki. Aynı futbol görüşünü benimsemiş iki takım, bir taraf evrimini tamamlamış, sürekli üstüne koyuyor, diğer taraf gelişme sürecinde, tecrübesiz ama elinden gelenin en iyisini yapıyor. Bir tarafta Arsenal’li Henry diğer yanda Katalan sayılabilecek Fabregas. Tüm bunların üstüne Messi diye bir adam var, uzun uzun bahsetmeye gerek yok, tüm dünya onu en iyi olarak kabullenmiş. Maç başlıyor. Pozisyon üstüne pozisyon, hayatımda görmediğim kadar yoğun bir baskı var çok güvendiğim Arsenal kalesinin üstünde, o meşhur paslardan üç tane üst üste yapamıyorlar. Devleşen kaleci falan derken, maç dengeleniyor, hamle üstünlüğü Arsenal’e geçiyor biraz da olsa. Barcelona’nın golleri üst üste geliyor, sonra bir geri dönüş, penaltı, kırmızı kart, hırsından sakat sakat oynayan Cesc’in yüz ifadesi derken futbola doyuyorum.

Açıkça Arsenal taraftarıyım diyebilirim ama maçın ilk 15–20 dakikasında bize yaşattıkları için Barcelona’ya ayrıca teşekkür etmek isterim.