27 Ağustos 2010 Cuma

Büyük Hedefler, Sadelik ve Başarı


İspanyol La liga gecikmeli de olsa bu hafta başlıyor. Geçen sene bu zamanları hatırlıyorum da, R.Madrid’in astronomik transferlerinin Barcelona’yı alt edebilmek için yeterli olup olmadığını merak ediyorduk. Nitekim olmadı. Daha doğrusu olamadı. R.Madrid, 96 puan alıp şampiyon olamamanın nasıl bir duygu olduğunu öğrendi. Bu sene bir adım daha attılar. Tavrına bir türlü ısınamadığım ancak dehasına hayran kaldığım, günümüzün en popüler teknik adamını takımın başına getirdiler. Jose Mourinho tüm hırsı ve hedefleriyle yeni başarılara aç olduğunu belirtmiş son röportajında.

Bir insanın hayatına imkansız görünen hedefler koyması yeterince şaşırtıcıyken, bu hedeflerini gerçekleştirmeye bir hayli yaklaştığını görünce ürpermemek, hayran kalmamak elde değil. Antrenörlüğe başladığımda üç tane hedefim vardı diyor Mourinho: Üç ayrı takımla şampiyonlar ligini kazanmak, üç büyük ligde şampiyon olmak, ve Portekiz milli takımıyla kupa kazanmak. İlk iki hedefe hemen bu sezon bile ulaşılabileceğini farkedince, Inter ve Chelsea’nin(Mourinho’nun) oynadığı her maçta kaybetmesini dileyen ben, yeni sezona R.Madrid destekçisi olarak başlayacağımı hissettim. Tabiki bu değişiklikte Mourinho’nun, “R.Madrid gibi tarihi boyunca şova yönelik futbol oynamış bir takıma savunma futbolu oynatamam” açıklamasının da etkisi vardır.

R.Madrid’in ve Mourinho’nun hedefleri belli, hem ligde, hem kupada, hem Şampiyonlar Liginde, hem El Clasico’da, yani karşılaştıkları her yerde Barcelona’yı alt etmek. Rekabet üst düzeyde ve biz bu rekabetin seyrinin keyfini çıkarırken bir Türk futbolcusunu da bu çekişmenin içinde izleyebileceğiz. Mourinho, takımını Kaka’dan mahrum bırakanlara bir intikam planı hazırlamış mıdır bilmiyorum ama Kaka yerine yaptığı transferin ileride çok işine yarayacağına inanıyorum. “Sadeliğin Ustası” gibi bir yorumu haketmiş olan Mesut Özil, oynadığı her takıma “esneklik” kazandırabilecek farklı yetenekleri olan bir futbolcu. Hakettiği yerde, günümüz futbolunun zirvesinde oynayacak olmasına çok seviniyorum.

Mesut R.Madrid’e transfer olduğundan beri futbol ortamlarında şöyle yorumlar dolaşıyor: “Bizim kulüp yöneticilerimiz bu işten hiç anlamıyorlar. Mesut’un bir kaç sene önce Türk takımlarına transfer edilmemiş olması çok yazık. Bu oyuncuyu daha gençken Türkiye’ye getirebilirdik. Hem belki böylece Türk milli takımında da oynatırdık...” Bu böyle sürerken ben, Mesut’u erken keşfedemeyip, Türkiye’ye getiremeyen herkese minnet duyuyorum. Çünkü 17-18 yaşında Türkiye’ye gelmiş olan Mesut’un bugün bırakın R.Madrid’i, üç büyüklerde bile ilk onbir’e giremeyeceğine adım gibi eminim. Mesut gibi ayaklarıyla değil beyniyle oynayan bir futbolcunun Türkiye şartlarında yetişemeyeceğini hepimiz biliyoruz.

Yukarıda kullandığım esneklik kelimesinin altını çizmek istiyorum. Sade, basit, sakin gibi sıfatlar kullandığımız Mesut’un oynadığı futbol, fiziksel değil mental üstünlüğe dayanıyor. Yani herhangi bir hücum hazırlığında, normal bir futbolcuya göre çok daha fazla seçeneği gözönünde bulunduruyor, basmakalıp işler (çalım at, çizgiye in ve orta yap) yerine, yaratıcı olanı, tahmin edilemez olanı yapıyor. Yapmaya çalışıyor. Ve inanın böyle bir futbol anlayışının altında çok sağlam teorik bir altyapı olması lazım.

Sizce hangi güzide(!) futbol kulübümüz, hangi yetenekli genci teorik olarak böyle hazırlayabilir? Bu gün R.Madrid’de oynayanın çok daha yetenekli olan Arda Turan değil, Mesut Özil olmasının sebebi, yazdığımız hemen her yazının son paragrafında karşımıza çıkan altyapı eksikliği değildir de nedir? Arda’yı Tv’de, gazetede, dergide vs. her gördüğümde aynı cümlesi aklıma geliyor. “Ben 4-4-2’de nerede durmam gerektiğini milli takımda öğrendim.” Sizce Mesut nerede durması gerektiğini kaç yaşında öğrenmiştir?

19 Ağustos 2010 Perşembe

Yöneticilerimize Kötü Örnek Olmayın!



Geçen yazımızda futbolda saygı unsurunun çok önemli olduğunu; takımların, oyuncuların ve camiaların oyuna ve rakibe saygı duymaları gerektiğini söylemiştik. Young Boys – Fenerbahçe eşleşmesi üzerinden rakibe saygının futbolda çok önemli olduğunu ve futbolun karşınıza çok beklenmedik skorlar getirebileceğinden söz ettik. Aslında bunu yöneticilerimizden beklememiz hala tuhaf geliyor bana. Çünkü yöneticilerimiz daha kendi camialarına saygı göstermiyorlar. Çok klişe bir laf oldu ama söylemezsem eksik kalacak: Yöneticilerimiz artık kulüplerimizi yönetirken kendi zevklerini tatmin edecek yöntemlerden vazgeçmeli! Demek istediğim transfer metotlarını, altyapılara bakış açılarını değiştirmeliler.



Geçen gün iki tane birbirinden bağımsız haber okudum. Birincisi Barcelona’nın geçen günlerde 8 milyon avro yatırım yaptığı yeni spor kompleksinin açılışını yapması haberiydi. Barcelona şuanda hem oyuncu kalitesi anlamında hem de yetiştirilen oyuncu / oynayan oyuncu yüzdesi anlamında dünyanın tartışmasız en iyi altyapıya sahip kulübü. Her sene 3-4 oyuncuyu Barcelona’nın 25 kişilik kadrosuna yolluyorlar ama şuanda kullandıkları komplekslerinin yeterli teknolojiye sahip olmadığını düşünüyorlar. Bir anlamda Galatasaray’a Elano için 8 milyon avro vereceklerine, 3-4 sene Elano’dan mahrum kalıp(!) devamındaki 10 sene içerisinde her sene bir Elano çıkarmayı daha mühim buluyorlar. İkinci haber ise İngiltere’dendi. İngiltere futbol federasyonu dünya kupasındaki başarısızlıktan sonra kulüp yapılarını yeni bir düzene koymak adına radikal kararlar aldı. (Uğur Meleke’ye teşekkür ederiz) Kadrolar artık 25 kişi ile sınırlandırıldı ve bu 25 kişinin içinde en az 8 tanesinin 21 yaşına kadar İngiltere’de 3 sene altyapı eğitimi görmüş olması gerekiyor. Dünyada, son 2 senedeki futboldaki gelişime bakarsak (Barcelona ve İspanya gerçeği) altyapıya verilen önemin karşılığının alındığını görürüz. Biz de artık yeni spor kompleksleri inşa etmeliyiz, bu konuda çok ciddi eğitim görmüş spor adamlarını altyapılarımızın başına getirmeliyiz, Karadeniz’de, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yeni tesisler açmalıyız. Hatta federasyon kulüplerin altyapılarına önem vermelerini sağlayacak bazı önemli kararlar almalı.



Bir diğer şikâyet ettiğim sistem ise transfer yöntemlerimiz. Hepimizin bildiği gibi yöneticilerimiz bazı menajerlik şirketlerinin oyuncağı olmuş durumda. Transfer sezonu geldiğinde menajerlik şirketlerine başvuruyorlar. “Bize bir golcü (veya kanat oyuncusu veya önlibero) lazım”. Menajerlik şirketleri onlara ellerindeki birkaç oyuncuyu öneriyor, beğendiklerinin birkaç videosunu izletiyor ve aradaki diyalogu sağlıyorlar. Eğer yöneticilerimiz oyuncuyla ve kulüple anlaşırsa oyuncu geliyor olmazsa bir diğer oyuncuya geçiliyor. Artık bu devirleri geçmeliyiz. Biz kendi “scouting” ekiplerimizi kurmalıyız. Oyuncuyu 2-3 yıl takip ettikten, karakteriyle ilgili bilgiler edindikten ve ligimize, takımımıza uygunluğunu araştırdıktan sonra transfer için işlemlerini başlatmalıyız. Bu konuda da dünyanın en iyisi Arsenal. Dünyanın her yerinde sürekli birilerini izliyorlar ve transferlerini ona göre yapıyorlar. Bu yüzden transfer başarıları %90 oranında ve Arsene Wenger “uyum sorunu” “adaptasyon süreci” gibi lafları hiç telaffuz etmiyor. Takım içinden bir örnek vermem gerekirse Arsenal son 10 içerisinde dünya piyasasına 4 tane sol bek sundu: Ashley Cole, Clichy, Gibbs ve Traore. Bunlardan ilk ikisi zaten şu an dünyanın en iyi solbekleri arasında gösteriliyor. Son ikisinin de bundan sonraki 10 yıla damga vurması bekleniyor. Burada hem çok ciddi bir “scouting” başarısı hem de ciddi bir altyapı başarısı var.

Adnan Polat Çarşamba günü 15 kişilik bir futbolcu araştırma ekibi kurduklarını bu ekibin 1 Eylül’de çalışmalarına başlayacağını söyledi. Bu habere sevinelim mi üzülelim mi şaşırdık. Bir yandan artık bazı şeylerin değiştiğini görüp seviniyoruz diğer yandan Arsenal’ın, Barcelona’nın, Manchester United’ın, Liverpool’un, Porto’nun, Lyon’un, Palermo’nun, Sporting Lizbon’un, Psv Eindhoven’ın bu işe 15–20 sene evvel başladığını hatırlayıp üzülüyoruz. Demem o ki, yöneticilerimiz artık dünya futbolunu menajerlik oyunlarından biraz daha farklı görüp altyapıya ve “scouting” sistemine ciddi yatırımlar yapmalılar.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Rakibe Saygı, Oyuna Saygı, İzleyene Saygı


Fenerbahçe 15 gün içerisinde biri derbi(hazırlık maçı da olsa) diğer ikisi şampiyonlar ligi ön eleme maçı olmak üzere 3 maça çıktı. Bu maçlardan 1 galibiyet, 1 beraberlik, 1 yenilgi aldı. Bu sonuçlarla beraber Fenerbahçe camiası şu an büyük bir moral bozukluğu içinde. Fenerbahçe taraftarı, yöneticilerinin de gazıyla “Şampiyonlar ligine gireceğiz ve orada 2 sene önceki halimize geri döneceğiz” beklentisi içerisine girmişlerdi. Tamam, kabul ediyorum, yöneticiler genelde taraftarlarını başarılara motive etmek zorundalar ve bunun karşılığında yönetici koltuğunda sürekliliklerini sağlıyorlar. Vaatleri olmayan bir yöneticinin ya da başkanın o koltuğa bir daha layık görülmesi Türkiye şartlarında pek sık rastlanan bir olay değil. Ancak yöneticilerin de taraftarlarını aşırı hayal kırıklığına uğratacak söylemlerden uzak durmaları gerektiğini anlamaları gerek.

UEFA’nın 3 senedir başlattığı güzel bir çalışma var: “Oyuna saygı, farklılıklara saygı, izleyiciye saygı”. Eğlence yanını ne kadar çok sevsem de futbol, dalga geçilecek bir oyun değil. Futbolda rakibiyle, oyunla ve izleyiciyle alay eden takımın ne olursa olsun başarılı olmasını istemem. “Alay eden takım”dan kastım “Nasıl olsa yeneriz, nasıl olsa gol atarız” havasında oynayan ve futbol doğrularını uygulamayan takımdır. Young Boys maçlarına çıkmadan önce Fenerbahçeli yöneticilerin rakiplerini küçümsediklerini ve çok rahat davrandıklarını gözlemledim. Bir anlamda Fenerbahçe camiası rakibine saygı göstermiyordu. Maçlardan önceki bu önyargının Fenerbahçe’ye sonuçlar bazında sağlam bir tokat olarak dönebileceğini düşündüm. Gerçekten de futbol anlamında iki maçta da Young Boys Fenerbahçe’ye mutlak üstünlük kurdu. Young Boys’lu oyuncular biraz daha becerikli olsalardı, iki maçında skoru Fenerbahçeli taraftarların tekrar stat yakma girişimleriyle son bulabilirdi. Ancak ikinci Fenerbahçe – Young Boys maçının son dakikalarında Fenerbahçe’nin Young Boys’u elemesini en fanatik Fenerbahçeli’den bile daha çok istedim. Çünkü Young Boys’lu futbolcular “Biz Fenerbahçe’yi her türlü yeneriz” havasına girmişlerdi. (Aynı şekilde Dünya Kupası’nda, Brezilya teknik direktörü Dunga’dan nefret etmeme rağmen maçın son dakikalarında Brezilya’nın Hollanda’yı elemesini diledim.) 92’nci dakikada Semih’in kaçırdığı gol sonrası çok üzüldüm.

Fakat Fenerbahçeliler kendilerini kandırmasınlar. Young Boys iki maçta da göze hoş gelen futbolu oynayan takımdı. Semih son dakikada o golü atsa bile Fenerbahçe bir sonraki turda Werder Bremen, Sevilla, Tottenham gibi takımlardan hangisini eleyebilirdi ki?

6 Ağustos 2010 Cuma

Futbol Basit Bir Oyundur

Tuttuğum takımların yenilgisine hiçbir zaman anlam verememişimdir. Hâlbuki sene içinde dünyanın en iyi futbol takımları olan İspanya ve Barcelona’nın bile yenilgilerine şahit olduk. Çünkü futbolda üç ihtimal var ve beraberlikler dışında galibiyet 2 rakipten ancak birine nasip oluyor. İşte bence futbolun basitliği ve bu yazıda savunacağım temel düşünce olan “belli standartları takımlara kazandırdıktan sonra her takımın her takıma üstünlük sağlayabileceği” fikri, 0–0 başlayan maçın, takımlara sunduğu kazanma ihtimalinin %33 gibi büyük sayılabilecek bir oran olmasından kaynaklanıyor.


Futbolun nasıl basit bir oyun olduğunu en iyi şekilde anlamak için, oynanan oyununun amacını adım adım anlatmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıyı okuyanların tamamına, yazının bu kısmında, hayatında futbol diye bir kelime bile duymamış oldukları varsayımıyla hitap ediyorum. Futbolda galibiyete ulaşmak için asıl amaç, karşı takımın kalesine, eliniz ve kolunuz dışında vücudunuzun her bölgesini kullanarak, futbol topunu sokmak. Topu ağlarla buluşturduğunuzda gol atmış ve amacınıza ulaşmış olursunuz. “Goal” kelimesinin İngilizce sözlük karşılığının “amaç” olması bir tesadüf değil tabiki. Bir de maç sona erdiğinde galip takım olmanız için karşı takımdan daha fazla sayıda gol atmanız gerekiyor. Gol veya gollere ulaşmak için, mantıken futbol topuna saha içinde sizin sahip olmanız gerekli. Zaten bir futbol maçında sahaya baktığınız vakit, sahadaki tüm oyuncuların topun kendi takımında kalması veya top karşı rakipteyse topu kapmak için mücadele ettiğini görürsünüz. Sonuçta ayağınızda olmayan, sizin takımınızın kontrolünde olmayan bir topla amaca ulaşmak, gol atmak mümkün değil. Üstelik topun takımınızda kalmasının bir diğer avantajı, karşı takımın gol atamaması olacaktır. Amacı bu kadar rahat anlaşılabilen bir oyunun, karmaşık olduğunu iddia etmek bana yanlış geliyor.

Futbolun basitliğini erken yaşlardan kavramış biri olarak, futbolda ulaşılamayacak hiçbir hedefin olmadığını düşünür, her sene başında, tuttuğum takımların yarıştığı her kulvarda şampiyon olacaklarını iddia ederim. Sanki her sene başında, hiçbir yenilgi almadan sezonu tamamlayacakmışız gibi gelir bana. Çünkü futbolun basitliğini kavramış, topa değer veren, onu kendi malıymış gibi gören, fizik kondisyonu yerinde, oyun disiplinine haiz bir takımın büyük şanssızlıklar yaşaması dışında maç kaybetmesi benim gözümde çok zor. Rakibiniz ne kadar güçlü olursa olsun, siz saha içinde futbolun basitliğinin getirdiği doğruları yapıyorsanız, galibiyeti her ortam ve şartta almamanız için hiçbir sebep yok.

Örneğin, 2000 yılı UEFA Kupası galibi Galatasaray’ın içeride dışarıda yenilgi almadan elde ettiği şampiyonluğu alan takım ve o vizyon, düşüncelerimi tam olarak açıklar nitelikte. Aynı sene Şampiyonlar Ligi grubunda kendi evinde 5–0 yenildiği milyonlarca dolarlık takım Chelsea’yi, deplasmandaki maçta Taffarel kırmızı kart görene kadar tüm Avrupa’ya rezil edebilecek şekilde, 10 tane yüzde yüz gol pozisyonu kaçıracak düzeyde doğru ve basit futbolu oynayan bir takımdı Galatasaray. UEFA Kupası final maçına çıktığı zaman, basit futbolu bildiği için hiçbir korku yaşamadan Hagi, Hakan, Arif’le Arsenal’a karşı, 3 forvetle, bildiği oyunu oynamak için çıkıp kupayı alan bir takımdı.

2010 Dünya Kupası da iddia ettiğim bu fikri daha güçlü savunmamı sağlayacak örneklerle doluydu. Kamerun, Gana, Sırbistan, Şili, Meksika, Slovakya, Yeni Zelanda gibi belki de Avrupa ve Güney Amerika kıtalarının milyonlarca dolarlık futbolcularıyla kadro olarak boy ölçüşemeyecek takımları ayağa oynayan, fizik kondisyonları yerinde, topa değer veren görüntüleriyle herkesi her maçta yenebileceklerini gösterdiler, yeri geldi futbol olarak karşı takımları ezdiler. Futbolu bilen, futboldan zevk almaya çalışan izleyicilerin beğenisini kazandılar. Belki de Gana, Şili, Kamerun ve Meksika finale çıkmayı Hollanda’dan daha çok hak ettiler.

Diğer bir örnek 3 büyük takımımızın Avrupa’da ön eleme maçlarında bu sene aldıkları sonuçlar. Young Boys diye adını sadece futbol menajerlik oyunlarından duyduğumuz bir İsviçre takımı, iki maçta tüm Türk futbolseverleri kendilerine hayran bırakacak bir futbol oynadı. Volkan’ın 2 maçta kurtardığı yüzde yüzlük gol pozisyonu sayısı 2 elin parmaklarını geçiyor. Peki ne yapıyor da bu Young Boys, 55000 kişilik bir cehennemde, 130 milyon euroluk Fenerbahçe’ye top göstermiyor. Sadece sahanın tüm genişliğini kullanarak, ayağa paslarla, topu gelişigüzel vurmadan, acele etmeden sabırla futbol oynamaya çalışıyor. Futbolu, stadı kendi gözlerinde büyütmeden Fenerbahçe’yi kendi evinde elemenin sevincini bile abartmadan sahadan ayrılıyorlar. Çünkü basit oynadıklarını biliyorlar ve nasıl olsa bu futbol onlara bir karşılık getirecek, galibiyet de, çok büyük şanssızlık olmazsa gelecek.

Topun kıymetini bilip, futbolun doğrularını basitçe gösterebilen her takım, karşısındaki takımın ismine, futbolcularının değerlerine, elinde olan imkânlara bakmaksızın her ortamda galibiyete ulaşabilir. Futbol oyunu basit olarak anlaşılabilen amacıyla, mücadele eden her takıma galibiyet şansı vermesiyle belki de diğer sporlardan temel ilkelerinde ayrılıyor ve bu dönüşüm bu sporu daha da eğlenceli hale getirmeye devam edecek.