24 Haziran 2010 Perşembe

Kalbimizde Ayrı Bir Yeri Var : 3 Uğur Uçar

"Ben yazdım kadere hüznü perişanı."

Uğur Uçar için Türkiye Futbol Federasyonu yönetim kurulunun hep bir ağızdan söylemesi gereken şarkı, Sertap Erener’den Koparılan Çiçekler olsa gerek.

2 gün sonra deplasmanda bir UEFA Avrupa Ligi müsabakasına çıkacak olan Galatasaray Spor Kulübü’nün maç erteleme talebini nedensiz bir şekilde reddedip, saf buzla kaplı saha üzerinde o Konyaspor – Galatasaray Turkcell Süper Lig karşılaşmasını oynatarak 2 hayırlı sonucun altına imza atmış öngörü ve vizyon (!) sahibi futbol federasyonumuzun ilgili kurulları, Uğur Uçar’ın Galatasaray gibi büyük bir kulüpten, bir Anadolu takımı olan Ankaragücü’ne transfer olduğu sözleşmeyi onaylarken, acaba o erteleme talebini reddederken gösterdikleri rahatlığı gösterebilecekler mi?

Uğur Uçar. Galatasaray Spor Kulübü altyapısında tüm yaş gruplarında kaptanlık yaparak profesyonel futbol A takımına bileğinin hakkıyla yükselmiş, 3 numaralı formayla özdeşleşmiş efsane kaptan Bülent Korkmaz’ın ardından, o formayı gözümüzü kırpmadan teslim ettiğimiz, günün birinde Galatasaray hatta Türk futbol efsanesi olabilecek önemli bir futbolcu kardeşimizden söz ediyoruz.


2007-2008 futbol sezonu “geleceğin kaptanı” açısından son derece olumlu başlamıştı oysa. Kalli gibi bir futbol beyni mentörlüğünde, futbol oynamayı sıfırdan öğrenen genç Galatasaray takımının, sahada aklını temsil eden istisnai oyunculardan biri olduğunu her maç biraz daha taraftara hissettiren, yeteneğinin üzerine, futbol bilgisini de koyan yapısıyla çok önemli bir sağ bek oyuncusu olmaya doğru giden Uğur, futbolu bilen taraftarın gönlünde ayrı bir yere gelmeyi başarmıştı.

Aklıyla futbol oynamak derken, topu gelişigüzel kullanmadan, atacağınız bir pasın, çalımın, şutun bir sonraki adımda neye mal olacağını hesaplayarak topu kullanmayı kastediyoruz. Rijkaard ve Neeskens’in şu an dünya üzerinde aklıyla futbol oynamayı en iyi beceren takım Barcelona’nın temellerini atarken uygulamaya koydukları düşünce bu olsa gerek.

Ülkemiz futbolunda şeref golü zamanlarından kalma bir anlayışla, beklere yüklenen ana görev öncelikle iyi defans yapabilmesi, atağa çıktığı ender zamanlarda da uzun boylu forvete doğru topu gelişigüzel kaldırması, orta yapması olarak görülüyor. Modern futbol ve akıl futbolu anlayışıyla tamamen ters yöndeki bu ezberi bozan, aklıyla futbol oynayıp, ne zaman pas vermesi, ne zaman orta yapması gerektiğini bilip, bir sonraki hareketi top ayağına gelmeden hesaplayabilen bir bekti Uğur.

İşte 2007-2008 futbol sezonunda, buz zemin üzerinde diz kapağının kırıldığı güne kadar lider Galatasaray futbol takımının asist kralı olması, aklıyla oynadığı futbola bir kanıt olsa gerek. Bu sebeple, Rijkaard ve Neeskens’in kendi oynatmak istedikleri futbol sistemine belki de takım içinde en iyi uyum sağlayabilecek futbolculardan biri olan Uğur’u neden göndermek istediklerini anlamakta zorluk çekiyoruz. En azından uzun süre sonra bir yaz hazırlık kampı geçirmiş bir Uğur'u izledikten sonra kalıp kalmayacağına karar vermek daha doğru olabilirdi.

Diğer bir yönden, altyapısından yetiştirdiği oyuncularla övünen, Denizlispor’dan aldığı Çağlar karşısında 1.5 milyon euro + 4 tane altyapıdan yetişen futbolcusunu bedelsiz gönderen ve “geleceğin kaptanı” olarak lanse ettiği Uğur’u komik bir bonservis bedeliyle Ankaragücü’ne satan Galatasaray Spor Kulübü, bu hamleleriyle kendi öne sürdüğü iyi altyapı balonunu yine kendi patlatmıştır.

Uğur’un kaderine hüznü perişanı yazan Futbol Federasyonu’na da bir sitemimiz var. Konya’da o gün buz kaplı sahanın üzerindeki 22 futbolcunun futbol hayatının tehlikede olduğunu göre göre o maçı ertelemeye yanaşmayıp hangi amaca hizmet ettiklerini sorgulamaları gerekiyor. Uğur belki de bir futbolcunun gelişiminin en hızlı ivme kazandığı çağlarda, Konya maçındaki sakatlığı yüzünden 1.5 sene futboldan uzak kaldı. Bugün Galatasaray’da gözden çıkarılmasının en önemli sebebi, Galatasaray yönetimindeki Uğur’un eski futboluna dönemeyeceği inancı belki de.

Arda kadar sevdiğimiz bir futbolcusun. Yolun açık olsun. Tribünlerde Ur, Ur, Ur diye seni çağırmayı özleyeceğiz. Bir gün Galatasaray'la tekrar yolunun kesişmesi dileğiyle.

18 Haziran 2010 Cuma

Kupa Notları


Birkaç hafta futbolsuz kalan bünyelerin imdadına Dünya Kupası yetişti. Günde 3 maç, seç beğen, izle. 1 ay boyunca futbola doymayan kalmayacak. Üstelik ulusal turnuvaların çok daha geniş bir kitleye hitap etme gibi bir özelliği var. Futbolla hiç ilgisi alakası olmayanlar bile bir şekilde maç seyretmeye başlıyorlar. Bu kupanın öncesindeki eleme sürecinden haberleri olmadığı için de çeşit çeşit milli takımları görünce de şu üzücü soruyu yöneltiyorlar haklı olarak: Türkiye neden yok? Eminim herkesin etrafında “Biz neden katılmadık?” diye soranlar vardır. Bana birden fazla denk geldi, ne diyeceğimi bilemedim. Beceriksizlik mi desem, imparator(!) sayesinde mi desem karar veremedim. Umarım bir daha böyle turnuvalar Türkiyesiz kalmaz. Hem belki biz orda olsak şu Vuvuzela işini de çözerdik. (Yanlış karar veren hakemin tam kafasına denk getirilen birkaç sarı düdükten sonra tribünlere vuvuzela sokmak yasaklanırdı belki.)

Gruplardaki ilk maçların ardından, gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. Öncelikle oynanan futboldan hiç kimsenin zevk almadığını söylemek lazım. Ama biraz sabırlı olmalıyız. Milli takımlardan kulüp düzeyinde futbol beklemiyoruz zaten. Koca bir sezon birlikte oynayan futbolcularla, senede toplasanız en fazla 1 ay birlikte antrenman yapmış futbolcuların aynı derecede anlaşmasını bekleyemeyiz. Özellikle hücum organizasyonlarında birbirine alışmak daha zor olduğundan, milli takımların savunmaları daha çabuk oturuyor. Savunmaları sağlam, hücum bölgesi daha gelişmemiş olan takımların maçları da sıkıcı olabiliyor. Bu nedenle ilk maçların kısır geçmesini normal buluyorum.

Vuvuzelanın da maçların tekdüze geçmesinde bir hayli katkısı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu ses televizyon başındakileri bile kötü etkiliyor. Çok yüksek sesli ortamlarda yakalandığımız ağırlık hissini, maç izlerken de tatmak hiç hoş olmuyor. Normal bir futbolcunun da bu sesten hoşnut olacağını hiç sanmıyorum. Kim top oynarken uğultu dinlemek ister ki? Ayrıca bir düdük sesinin, sizin tuttuğunuz takıma motive sağlarken, aynı anda, aynı sesin karşı takımın oyuncularının yüreğine(!) korku salacağını nasıl iddia edersiniz? Seyircisiz maç oynamak nasıl sıkıcıysa, vuvuzela da aynı etkiyi yapıyor bence. Hiçbir tribün tepkisi olmadan oynamak nasıl kötü etki bırakıyorsa, vızıltı eşliğinde oynamakta aynı etkiyi bırakıyor. Seyirci maça tepkisini aktaramıyor, alkış, gol sevinci, ıslık yerine tek bir ses var. Gol olunca da, yiyince de, kırmızı kart görünce ya da penaltı kullanırken aynı sesi çıkarmak çok garip bir kültürmüş hakikaten. Fifa'nın "Vuvuzela Güney Afrka'nın futbol kültürüdür" açıklaması ise komik. Çok basit bir araştırmayla, bu düdüğün maçlarda ilk olarak
1990'larda kullanılmaya başlandığı görülebiliyor. 10-15 senelik tarihi olan saçma sapan bir alışkanlığın, bir milletin kültürü olarak sunup savunmak Fifa'ya yakışmaz.

Dünya kupasında hakemleri ise çok beğendim. Hatasız maç yönetildiğinden falan bahsetmiyorum. Yeni yönetim tarzını çok beğendim. Sertliğe kesinlikle müsamaha göstermiyorlar. Bu, maçı yavaşlattıkları anlamına da gelmiyor. Normalde faul ile geçiştirilecek müdahalelerde en ufak gereksiz sertliği kart ile cezalandırıyorlar. Maç başlarken bazı kartlar fazla gibi gelse de, hakem tavrını baştan belli ettiği için oyunun genelinde herkes ayağını denk alıyor. Zaten istatistiklere bakarsak bu turnuvada ortalamanın üzerinde sarı, kırmızı kart çıkmadığını da görüyoruz. Hakemlerin bu yeni tavrı yıldız futbolcuları korumak adına çok iyi olmuş. İnce işleri seven futbolcuları sert oynayarak yıldırmaya çalışan futbol düşmanlarına müsamaha göstermemek lazım.

10 Haziran 2010 Perşembe

Kupa Başlıyor


Dünya kupasına katılamayacağı için üzüntü duyduğumuz isimleri geçen haftalarda yazmıştık. (Ronaldinho'nun kupayı evden takip edeceği fikri beni hala sinirlendiriyor ama elimden gelen bir şey yok, olsa çoktan müdahale etmiştim zaten) Şimdi de izlemek için, daha doğrusu ne
yapacaklarını görmek için sabırsızlandığım futbolculardan bahsetmek istiyorum. Yanlış anlaşılmasın, aşağıdaki isimler turnuvanın yıldızı olacak gibi bir iddiam yok. Sadece milli takımda nasıl bir performans göstereceklerini merak ettiğim isimleri yazdım.

Son yıllarda prestij kaybeden ama hala 3. büyük lig sayılan İtalya liginden çok uzak kaldım. İsimlerini çok duyduğum ancak İtalya ligini takip edemediğim için fazla izleme şansı bulamadığım Udineseli Di Natale’yi, Napoli’de sivrilen isim olan Slovak Marek Hamsik’i ve Napoli'nin bir başka yıldızı Quagliarella'yı özetler dışında canlı canlı izleyebileceğiz.

Menajerlik oyunu severlerin MC olarak tanımladığı, Xavi, Iniesta, Fabregas üçlüsünün başını çektiği, Barcelona’nın keyifli futbolunun kilit noktalarından biri olan orta sahanın ortasında, oyunun iki yönüne liderlik eden bir mevkii var. Xabi Alonsu’yu da sayarsak, bu pozisyonda hiç kimse İspanya’nın eline su dökemez. Ancak MC diye adlandırdığımız bu mevkii, bu sezon o kadar öne çıktı ki her takımda buraya monte edilmeye çalışılan isimler olacaktır. Brezilyada, MC pozisyonunda Juventuslu Felipe Melo’yu izleyeceğiz. Merakla beklediğimiz diğer bir isim ise İtalya Milli takımına liderlik edebilecek yeteneğe sahip olan, Serie A’nın flaş ekibi Sampdorialı, Angelo Palombo. Danimarka’ya ise bir nebze ofansif sayılabilecek olan Wolfsburg’lu Thomas Kahlenberg liderlik edecek. Fransa milli takımında bugüne kadar yapılan Zidane yakıştırmalarını hak eden biri çıktı nihayet. Geçen sezon Milan’dan Bordeaux’a transfer olan Yoann Gourcuff, kanatlarda da çok etkili olabiliyor ancak bu turnuvada yukarıda bahsettiğimiz MC pozisyonunda çok faydalı olabileceğini düşünüyorum.

Turnuvada yer alamıyoruz ama kendilerinden çokça söz ettireceklerine inandığım Türk asıllı futbolcular var. Almanya’nın hücum organizasyonlarında Mesut Özil’in takımın en önemli silahı olacağına eminim. Gökhan İnler, defansif orta saha mevkisini tekel haline getirmiş Afrikalı oyuncular(Toure ve Diarra aşiretlerine selam ederim) arasında kalitesini belli edecektir. Eren Derdiyok da İsviçre’nin ileri ucunda merakla beklediğim başka bir isim.

Sırbistan ise takım olarak izlenmesi gereken, merak ettiğim bir ekip. Defansta Antonio Rukavina, Subotic, Kolarov, isimlerini hem bloglarda duyduğumuz hem de menajerlik oyunlarından tanıdığımız genç ve yetenekli oyuncular. Örneğin Aleksandar Kolarov’u seneye Inter’in sol beki olarak izleyebiliriz. Dortmundlu Neven Subotic 88'li, sağlam bir defans oyuncusu. Onu da önümüzdeki sezon şampiyonlar ligi birinci torba takımlarından birinde göreceğiz sanırım. Orta sahada Kacar, Tosic, Milijas, gibi Almanyada, İngilterede oynayan, hepsi 84 ve üzeri doğumlu, yetenekli futbolcular var. Krasic’ten bahsetmeye zaten gerek yok, dünyanın gözü onun üzerinde olacak. Forvette de Pantelic, Zigic gibi kalitesini kanıtlamış futbolcular var. Kimyaları tutarsa Sırbistan turnuvanın sürpriz takımı olabilir.

Arjantin'in ise hücum hattını nasıl kuracağı, ayrı bir merak konusu. Tevez, Di maria, Higuain, Milito, Aguero ve Messi. Bu saydıklarımızın hepsi harika bir sezon geçirdi. Tevez, milli formayla kulüp bazında gösterdiğinden çok daha iyi performans gösteriyor. Di Maria, Benfica’da adından çok söz ettirdi, daha da ettirecek gibi görünüyor. Higuain desek, Madrid’te Benzema’ya forma hasreti yaşattı sezon boyunca. Milito ile Aguero yüksek form grafiklerini birer Avrupa Kupasıyla süslemeyi başardılar. Tüm bunların üstüne bir de uzaylı Messi var. Altı adet çok yetenekli, iyi form tutmuş, moralleri yüksek forvet oyuncusu var. 4-0-6 oynasınlar diyesi geliyor insanın. Maradona’nın işi gerçekten çok zor. Kafası karışır da bu kadar adam yerine Martin Palermo’yu oynatırsa şaşırmayın.
Son olarak en sevdiğim futbolcudan bahsetmek istiyorum. Fransa’yı “elleriyle” turnuvaya taşıyan Thierry Henry, her zaman objektifliği bir kenara bırakmama sebep olmuştur. Futbol topunu hiçbir futbolcuya Henry’nin ayağına olduğu kadar yakıştıramıyorum. Güney Afrika 2010, 33 yaşındaki Henry’nin son büyük ulusal turnuvası olacak. Umarım yaratıcılığının son demlerini bizlere sunmaya fırsat bulur.

7 Haziran 2010 Pazartesi

Sihirbaz Harry



Harry Potter, Oz Büyücüsü… gibi bir çok sihirli karakteri eğlenceli bulmamızın sebebi, bizi şaşırtmaları olsa gerek. Tahmin edemeyeceğimiz şeyler yapan insanlar her zaman, herkesin ilgisini çekmiştir. Bana kalırsa aynı kural futbolda da geçerli. Kendisinden bekleneni değil, daha iyisini yapan futbolcular, izleyenlerin daha çok keyif almasını sağlamaz mı? 2009-2010 sezonunda bizi çok şaşırtmayı başaran iki pozisyonu hatırlatmak isterim. Birincisi, Barcelona-Inter yarıfinal karşılaşmasında Pique’nin, topa gelişine vurmak yerine kendi etrafında bir tam tur dönerek önünü boşaltması ve topu boş kaleye yuvarlamasıdır. İkincisi ise Deportivo-Real Madrid maçında, Guti’nin sadece karşı takım savunmasını değil, Benzema hariç maçı izleyen herkesi oyundan düşüren topuk pasıdır.

Guti ve Pique’yi beklenenden daha iyisini yaptıkları için tebrik ediyorum ama “Oz Büyücüsü” lakabının başka bir sahibi var. Harry Kewell. O bir sihirbaz, milyonların sevgilisi, rakip takımın da saygı duyduğu büyük bir futbolcu. Onu izlemek ayrı bir keyif. Sahada yaptığı en ufak harekete bile kalite katan, yaratıcılığı hiçbir zaman elinden bırakmayan, şapkadan tavşan değil kanguru çıkarabilen ve tüm bunlara rağmen alçakgönüllü bir adam. Çok iyi konsantre olmasına rağmen, hırsının, kalpten oynayışının, oyun zekâsına engel olmaması, sinirlenmemesi, herhangi saha içi bir olayda yer almaması, takıma liderlik etmesi, yaşadığı onlarca şanssız sakatlığa rağmen ekmek yediği yeteneğine saygı duyup, vücudunu iyi bakması, antrenmanlarda ve maçlarda son derece disiplinli olması tüm sporculara örnek olacak nitelikte. Kewell, profesyonellik anlamında ideal bir örnek.

Ülkemize transfer olduğunda kulaklarımıza inanamadığımız, gelişleri Atatürk Havalimanında davul zurnayla kutlanan, ancak ayrılırken tek bir yönetici tarafından bile uğurlanmayan yabancı futbolcu sayısı, maalesef bir elin parmaklarını çoktan geçmiş bulunuyor. Ne Lincolnler, Ortegalar geldi, ne Delgadolar, Guizalar geçiyor İstanbul’dan. Bunca adam arasından ayrılışı Kewell kadar buruk olan başka futbolcu hatırlamıyorum ben. Son sezonun yarısında oynamamış, sakatlığının ve hastalığının düzelme olasılığı bu kadar düşük bir futbolcu için, ayrılık ihtimali taraftarın karnında kasılmalara sebep oluyorsa, bu futbolcu taraftar için çok özel bir adam olsa gerek. Arda Turan gibi bir oyuncunun bile gitmesine fazla aldırmayan, hatta buna sebep olan Galatasaray taraftarı neden Hagi’nin ayrılışından 10 sene sonra, Hagi bırakırken yaşadığı hüznü ve burukluğu Kewell için de yaşıyor?
Galatasaray ruhundan bahsedilir hani, Galatasaray’ın, tarihinde dönüm noktası sayılan bazı zor maçları bu faktörle kendi lehine çevirdiği söylenir. Taraftar, Atletico Bilbao maçında “artık” gelmesi gereken muhteşem golü, sadece Hagi’nin atabileceğine nasıl inanıyorsa, Bordeaux maçında, Kewell sağ çaprazda topu sol ayağına aldığında o topu 90’a gönderebilme ihtimalini seviyor. Gereken zamanda o golü atabilecek, yapılması gerekeni yapabilecek ve o ruhu işe yarar kılacak “Oz Büyücüsünün” artık orada olmayacağı fikri taraftardan kabul görmüyor. Çünkü taraftar, büyük sorumluluk üstlenmiş ve bu işe gönül koymuş adamları kendi gönlünde de ayrı bir yere koyuyor. Ali Sami Yen’de gol olduktan sonra alışılmış“I love you Hagi” veya “Daddy Cool” şarkılarını söyleyemeyecek olmak onların içini acıtıyor.

Galatasaray yönetiminin bu kadar sevilen bir oyuncuyu sessiz sedasız göndermeye çalışmasına anlam veremiyorum. Aynı yönetim devre arasında taraftarın sesine kulak verdi, Kewell için büyük fedakârlık yapıp Atletico Madrid maçlarına forvetsiz çıkmamıza göz yumdu. Galatasaray gibi UEFA(Avrupa Ligi) kupasında şampiyonluk hedefleyen bir kulüp, Kewell’ın birkaç hafta içinde hazır olma ihtimalini değerlendirip, sezonun ikinci yarısına ileri uç oyuncusu oyuncusu olmadan başladı. Bu risk, Kewell Dünya kupasında Avustralya milli takımına hazır gidebilsin diye alındı. Ancak beklediğimiz gibi olmadı ve Kewell tek bir maça çıkmadan sezonu kapattı. Herhangi bir forvet oyuncusu olsa, Atletico Madrid’in Galatasaray’ı asla eleyemeyeceğine inandığım için, şöyle bir sonuca varıyorum: Kewell, Avustralya milli takımına daha faydalı olmak istiyor diye Galatasaray, Avrupa Kupasından elendi. Yanlış anlaşılmasın, burada ne yönetimi ne de Kewell’ı suçluyorum. Bugün yine aynı durumda bir karar alınması gerekse, yine birkaç hafta forvetsiz idare edip Kewell’ın takımda tutulmasını isterim. Bir sene önce, yokluktan, defansın göbeğinde oynamış ve formasının hakkını sonuna kadar vermiş olan bu adamı sezona bir ay geç başlıyor diye göndermek Galatasaray’a yakışmaz. Ancak yönetimin bugünkü tutumu, 6 ay öncesiyle fena halde çelişiyor. “Önümüzdeki sezon Kewell’ı kadromuzda düşünmüyoruz” gibi bir açıklama kesinlikle yeterli değil. Bu açıklama Kewell’ın ayrılışının sakatlığıyla bir alakası olup olmadığını aydınlatmıyor. Üstelik Avustralya kamuoyu bugün, Kewell’ın dünya kupasına hazır olmamasının suçlusu olarak Galatasaraylı doktorları gösteriyor. Yönetimin, Galatasaray kulübüne yöneltilmiş böyle bir suçlama karşısında da sessiz kalması düşündürücü.

Özetle, Harry Kewell gibi çok sevilen bir futbolcunun sessiz sedasız gönderilmeye çalışılması çok çelişkili. Bu kadar sevilen bir adamın gitmesi için bir sebep olmalı. Eğer sorun Kewell’da ise, Galatasaray’da kalmak istemiyorsa, Adnan Polat yönetimi, devre arasındaki fedakarlığının karşılığında böyle bir tutuma sessiz kalmazdı diye düşünüyorum. Sonuç olarak, bu konuda kafamızdaki soru işaretlerini silecek açıklamaları merak ediyorum.