18 Haziran 2010 Cuma

Kupa Notları


Birkaç hafta futbolsuz kalan bünyelerin imdadına Dünya Kupası yetişti. Günde 3 maç, seç beğen, izle. 1 ay boyunca futbola doymayan kalmayacak. Üstelik ulusal turnuvaların çok daha geniş bir kitleye hitap etme gibi bir özelliği var. Futbolla hiç ilgisi alakası olmayanlar bile bir şekilde maç seyretmeye başlıyorlar. Bu kupanın öncesindeki eleme sürecinden haberleri olmadığı için de çeşit çeşit milli takımları görünce de şu üzücü soruyu yöneltiyorlar haklı olarak: Türkiye neden yok? Eminim herkesin etrafında “Biz neden katılmadık?” diye soranlar vardır. Bana birden fazla denk geldi, ne diyeceğimi bilemedim. Beceriksizlik mi desem, imparator(!) sayesinde mi desem karar veremedim. Umarım bir daha böyle turnuvalar Türkiyesiz kalmaz. Hem belki biz orda olsak şu Vuvuzela işini de çözerdik. (Yanlış karar veren hakemin tam kafasına denk getirilen birkaç sarı düdükten sonra tribünlere vuvuzela sokmak yasaklanırdı belki.)

Gruplardaki ilk maçların ardından, gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. Öncelikle oynanan futboldan hiç kimsenin zevk almadığını söylemek lazım. Ama biraz sabırlı olmalıyız. Milli takımlardan kulüp düzeyinde futbol beklemiyoruz zaten. Koca bir sezon birlikte oynayan futbolcularla, senede toplasanız en fazla 1 ay birlikte antrenman yapmış futbolcuların aynı derecede anlaşmasını bekleyemeyiz. Özellikle hücum organizasyonlarında birbirine alışmak daha zor olduğundan, milli takımların savunmaları daha çabuk oturuyor. Savunmaları sağlam, hücum bölgesi daha gelişmemiş olan takımların maçları da sıkıcı olabiliyor. Bu nedenle ilk maçların kısır geçmesini normal buluyorum.

Vuvuzelanın da maçların tekdüze geçmesinde bir hayli katkısı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu ses televizyon başındakileri bile kötü etkiliyor. Çok yüksek sesli ortamlarda yakalandığımız ağırlık hissini, maç izlerken de tatmak hiç hoş olmuyor. Normal bir futbolcunun da bu sesten hoşnut olacağını hiç sanmıyorum. Kim top oynarken uğultu dinlemek ister ki? Ayrıca bir düdük sesinin, sizin tuttuğunuz takıma motive sağlarken, aynı anda, aynı sesin karşı takımın oyuncularının yüreğine(!) korku salacağını nasıl iddia edersiniz? Seyircisiz maç oynamak nasıl sıkıcıysa, vuvuzela da aynı etkiyi yapıyor bence. Hiçbir tribün tepkisi olmadan oynamak nasıl kötü etki bırakıyorsa, vızıltı eşliğinde oynamakta aynı etkiyi bırakıyor. Seyirci maça tepkisini aktaramıyor, alkış, gol sevinci, ıslık yerine tek bir ses var. Gol olunca da, yiyince de, kırmızı kart görünce ya da penaltı kullanırken aynı sesi çıkarmak çok garip bir kültürmüş hakikaten. Fifa'nın "Vuvuzela Güney Afrka'nın futbol kültürüdür" açıklaması ise komik. Çok basit bir araştırmayla, bu düdüğün maçlarda ilk olarak
1990'larda kullanılmaya başlandığı görülebiliyor. 10-15 senelik tarihi olan saçma sapan bir alışkanlığın, bir milletin kültürü olarak sunup savunmak Fifa'ya yakışmaz.

Dünya kupasında hakemleri ise çok beğendim. Hatasız maç yönetildiğinden falan bahsetmiyorum. Yeni yönetim tarzını çok beğendim. Sertliğe kesinlikle müsamaha göstermiyorlar. Bu, maçı yavaşlattıkları anlamına da gelmiyor. Normalde faul ile geçiştirilecek müdahalelerde en ufak gereksiz sertliği kart ile cezalandırıyorlar. Maç başlarken bazı kartlar fazla gibi gelse de, hakem tavrını baştan belli ettiği için oyunun genelinde herkes ayağını denk alıyor. Zaten istatistiklere bakarsak bu turnuvada ortalamanın üzerinde sarı, kırmızı kart çıkmadığını da görüyoruz. Hakemlerin bu yeni tavrı yıldız futbolcuları korumak adına çok iyi olmuş. İnce işleri seven futbolcuları sert oynayarak yıldırmaya çalışan futbol düşmanlarına müsamaha göstermemek lazım.

2 yorum: