Göze hoş gelen, keyifli futbolun en basit tanımını kendimce şöyle yapabilirim: "Tüm takımın dâhil olduğu birkaç sade pasla gelip atılan bir gol, uzaklardan “belki girer” diye çekilmiş bir şutla gelen golden daha değerlidir. Burada kritik nokta işi şansa bırakmamak. Şans faktörünün en aza indirgendiğini fark eden seyirci, hak edenin kazandığına tereddütsüz inanıyor ve izlediği futboldan maksimum keyif alıyor."
7 Haziran 2010 Pazartesi
Sihirbaz Harry
Harry Potter, Oz Büyücüsü… gibi bir çok sihirli karakteri eğlenceli bulmamızın sebebi, bizi şaşırtmaları olsa gerek. Tahmin edemeyeceğimiz şeyler yapan insanlar her zaman, herkesin ilgisini çekmiştir. Bana kalırsa aynı kural futbolda da geçerli. Kendisinden bekleneni değil, daha iyisini yapan futbolcular, izleyenlerin daha çok keyif almasını sağlamaz mı? 2009-2010 sezonunda bizi çok şaşırtmayı başaran iki pozisyonu hatırlatmak isterim. Birincisi, Barcelona-Inter yarıfinal karşılaşmasında Pique’nin, topa gelişine vurmak yerine kendi etrafında bir tam tur dönerek önünü boşaltması ve topu boş kaleye yuvarlamasıdır. İkincisi ise Deportivo-Real Madrid maçında, Guti’nin sadece karşı takım savunmasını değil, Benzema hariç maçı izleyen herkesi oyundan düşüren topuk pasıdır.
Guti ve Pique’yi beklenenden daha iyisini yaptıkları için tebrik ediyorum ama “Oz Büyücüsü” lakabının başka bir sahibi var. Harry Kewell. O bir sihirbaz, milyonların sevgilisi, rakip takımın da saygı duyduğu büyük bir futbolcu. Onu izlemek ayrı bir keyif. Sahada yaptığı en ufak harekete bile kalite katan, yaratıcılığı hiçbir zaman elinden bırakmayan, şapkadan tavşan değil kanguru çıkarabilen ve tüm bunlara rağmen alçakgönüllü bir adam. Çok iyi konsantre olmasına rağmen, hırsının, kalpten oynayışının, oyun zekâsına engel olmaması, sinirlenmemesi, herhangi saha içi bir olayda yer almaması, takıma liderlik etmesi, yaşadığı onlarca şanssız sakatlığa rağmen ekmek yediği yeteneğine saygı duyup, vücudunu iyi bakması, antrenmanlarda ve maçlarda son derece disiplinli olması tüm sporculara örnek olacak nitelikte. Kewell, profesyonellik anlamında ideal bir örnek.
Ülkemize transfer olduğunda kulaklarımıza inanamadığımız, gelişleri Atatürk Havalimanında davul zurnayla kutlanan, ancak ayrılırken tek bir yönetici tarafından bile uğurlanmayan yabancı futbolcu sayısı, maalesef bir elin parmaklarını çoktan geçmiş bulunuyor. Ne Lincolnler, Ortegalar geldi, ne Delgadolar, Guizalar geçiyor İstanbul’dan. Bunca adam arasından ayrılışı Kewell kadar buruk olan başka futbolcu hatırlamıyorum ben. Son sezonun yarısında oynamamış, sakatlığının ve hastalığının düzelme olasılığı bu kadar düşük bir futbolcu için, ayrılık ihtimali taraftarın karnında kasılmalara sebep oluyorsa, bu futbolcu taraftar için çok özel bir adam olsa gerek. Arda Turan gibi bir oyuncunun bile gitmesine fazla aldırmayan, hatta buna sebep olan Galatasaray taraftarı neden Hagi’nin ayrılışından 10 sene sonra, Hagi bırakırken yaşadığı hüznü ve burukluğu Kewell için de yaşıyor?
Galatasaray ruhundan bahsedilir hani, Galatasaray’ın, tarihinde dönüm noktası sayılan bazı zor maçları bu faktörle kendi lehine çevirdiği söylenir. Taraftar, Atletico Bilbao maçında “artık” gelmesi gereken muhteşem golü, sadece Hagi’nin atabileceğine nasıl inanıyorsa, Bordeaux maçında, Kewell sağ çaprazda topu sol ayağına aldığında o topu 90’a gönderebilme ihtimalini seviyor. Gereken zamanda o golü atabilecek, yapılması gerekeni yapabilecek ve o ruhu işe yarar kılacak “Oz Büyücüsünün” artık orada olmayacağı fikri taraftardan kabul görmüyor. Çünkü taraftar, büyük sorumluluk üstlenmiş ve bu işe gönül koymuş adamları kendi gönlünde de ayrı bir yere koyuyor. Ali Sami Yen’de gol olduktan sonra alışılmış“I love you Hagi” veya “Daddy Cool” şarkılarını söyleyemeyecek olmak onların içini acıtıyor.
Galatasaray yönetiminin bu kadar sevilen bir oyuncuyu sessiz sedasız göndermeye çalışmasına anlam veremiyorum. Aynı yönetim devre arasında taraftarın sesine kulak verdi, Kewell için büyük fedakârlık yapıp Atletico Madrid maçlarına forvetsiz çıkmamıza göz yumdu. Galatasaray gibi UEFA(Avrupa Ligi) kupasında şampiyonluk hedefleyen bir kulüp, Kewell’ın birkaç hafta içinde hazır olma ihtimalini değerlendirip, sezonun ikinci yarısına ileri uç oyuncusu oyuncusu olmadan başladı. Bu risk, Kewell Dünya kupasında Avustralya milli takımına hazır gidebilsin diye alındı. Ancak beklediğimiz gibi olmadı ve Kewell tek bir maça çıkmadan sezonu kapattı. Herhangi bir forvet oyuncusu olsa, Atletico Madrid’in Galatasaray’ı asla eleyemeyeceğine inandığım için, şöyle bir sonuca varıyorum: Kewell, Avustralya milli takımına daha faydalı olmak istiyor diye Galatasaray, Avrupa Kupasından elendi. Yanlış anlaşılmasın, burada ne yönetimi ne de Kewell’ı suçluyorum. Bugün yine aynı durumda bir karar alınması gerekse, yine birkaç hafta forvetsiz idare edip Kewell’ın takımda tutulmasını isterim. Bir sene önce, yokluktan, defansın göbeğinde oynamış ve formasının hakkını sonuna kadar vermiş olan bu adamı sezona bir ay geç başlıyor diye göndermek Galatasaray’a yakışmaz. Ancak yönetimin bugünkü tutumu, 6 ay öncesiyle fena halde çelişiyor. “Önümüzdeki sezon Kewell’ı kadromuzda düşünmüyoruz” gibi bir açıklama kesinlikle yeterli değil. Bu açıklama Kewell’ın ayrılışının sakatlığıyla bir alakası olup olmadığını aydınlatmıyor. Üstelik Avustralya kamuoyu bugün, Kewell’ın dünya kupasına hazır olmamasının suçlusu olarak Galatasaraylı doktorları gösteriyor. Yönetimin, Galatasaray kulübüne yöneltilmiş böyle bir suçlama karşısında da sessiz kalması düşündürücü.
Özetle, Harry Kewell gibi çok sevilen bir futbolcunun sessiz sedasız gönderilmeye çalışılması çok çelişkili. Bu kadar sevilen bir adamın gitmesi için bir sebep olmalı. Eğer sorun Kewell’da ise, Galatasaray’da kalmak istemiyorsa, Adnan Polat yönetimi, devre arasındaki fedakarlığının karşılığında böyle bir tutuma sessiz kalmazdı diye düşünüyorum. Sonuç olarak, bu konuda kafamızdaki soru işaretlerini silecek açıklamaları merak ediyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder