25 Kasım 2009 Çarşamba

Sevdiklerinle Oyna


Galatasaray Manisa karşısında beklenmeyen bir beraberlik aldı ve Rijkaard’a yapılan eleştiriler kaldığı yerden, yani “Go home” seviyesinden tekrar başladı. Rijkaard, basının aksine, tam da tahmin ettiğim gibi ileride Elano-Nonda-Kewell “üçlüsüyle” maça başladı. Bu üçlü ve arkadakiler, Manisa maçına başlarken bir tutukluk içine girmişti ve Manisa’nın atakları ve presi, özellikle Servet ve etrafındakileri yaklaşık 15 dakikalık bir korku tünelinin içine soktu. Ancak Kewell ile başlayan toparlanma süreciyle beraber gol geldi ve Galatasaray Ali Sami Yen’de alışık olduğumuz gibi kontrollü bir şekilde ilk yarıyı bitirdi.

Ama asıl sorun, ikinci yarıda, takımın topu kendi ağlarında görene kadar, koskoca bir 38 dakika boyunca uyumasıydı. Üstelik bu uyku 20 saatlik yolculuğun ardından 15 dakikalık tempoyla maça başlayıp gücünü tüketen Manisa takımına karşı yaşandı. Galatasaray ortasahası buyur etmese Manisa'nın rakip kaleye yaklaşacak hali yoktu. İşte tam burada, ben, Rijkaard-Neeskens ikilisinden takımı uyandıracak, oyunculara “Ne oluyor? Ne yapıyor bu hoca?” dedirtecek cinsten bir değişiklik beklerdim. Çünkü bu takımın öyle sıradan bir değişiklikle(Ayhan-Linderoth gibi) uyanacak görüntüsü yoktu. Orada Fenerbahçe maçından önce kullandığı dizilişe, tamda onun sevdiği tipte oyuncularla dönmeliydi. Yani Ayhan ya da Mustafa Sarp’tan birini alıp Keita, Arda veya Aydın’dan birini sokmasını bekliyordum. Belki bu değişiklik Servet’in, Gökhan Zan’ın, Leo Franco’nun ya da Mehmet Topal’ın hoşuna gitmeyecekti ama daha önemlilerin hoşuna gidecekti, yani Nonda’nın, Kewell’ın ve Elano’nun ve bu etkinin bile Galatasaray’a bir gol getiremeyeceğini kim iddia edebilir.

Rijkaard maç sonunda iki kişi dışında bütün takımının onu hayal kırıklığına uğrattığını söyledi ve hücum yönünde takımının eksik kaldığını söyledi. Bu açıklamasından yola çıkarak eski taktik dizilişine en geç İstanbul Belediye maçında döneceğine eminim.

Son olarak bu takım içinde iki kişiye değinmem şart. Birincisi ve daha önemlisi Kewell. Sezon başında bizim bildiğimiz Kewell’dan farklı görünse de özellikle son dönemlerde performansını çok yükseltti. Ona Keita, Arda ve Elano üçlüsünden ikisi bile yardım etmeye başlarsa Galatasaray ilk devre sonuna kadar muhtemel rakiplerinin hepsine karşı rahat galibiyetler alır. İkincil olarak ise Mustafa Sarp’tan bahsetmeliyim. Ben bu çocuğun sezon başından beri maçlarda ne oynadığı konusunda bir karara varamadım ve en son maçta dikkatlice onu takip ettim. Bu arkadaşın iyi niyetinden kesinlikle şüphe etmiyorum ancak Mustafa orta saha oynamasına rağmen top Galatasaray’dayken kesinlikle boşa çıkıp top istemiyor ve bu da orta sahayı çok sıkıntıya sokuyor. Eğer Galatasaray iyi top oynayacaksa bunda orta saha elemanlarının çok ciddi bir rolü olacak ve Mustafa Sarp “bir ortasaha oyuncusu olarak” kendi düşen görevi yerine getirmeli.

19 Kasım 2009 Perşembe

Elano Krizi Varmış!



Diyarbakırspor maçında Rijkaard, Elano’yu 87’de oyuna aldı. Maçı beraber izlediğim herkesten aynı yorum geldi. Hep beraber –Lincoln olsa bu dakikada oyuna girmezdi!– dedik.

Hepimiz ister istemez Elano’yu Lincoln ile kıyaslıyoruz. İyi anlamda da olsa kötü anlamda da olsa yanlış yapıyoruz. Lincoln yetenek olarak dünyadaki çoğu futbolcudan üstün olduğu gibi Elano’dan da çok üstün. Bununla beraber bir o kadar da amatör bir futbolcu. Şu anda oynadığı herhangi bir kulübü bile yok. Elano ise profesyonel bir futbolcu. Normal şartlarda adaptasyon sorunu bile olmayan bir adam. Manchester City’de ki en parlak dönemini ilk geldiği sezon geçirmiş. Galatasaray’da ise hala bekleneni veremedi. Ama bizde sorun Elano’da değil, bizde sorun “beklenen”de. Her Brezilyalıdan olağanüstü çalımlar, sürprizler, sağa bakarken sola pas atmalar… beklememeliyiz. Futbol takım oyunu deyip duruyoruz. Her mevkinin faklı oyun anlayışı olur. Tüm takım açık oynayamaz. Her zaman birilerinin basit oynaması gerekir. Elano’da futbolu basitçe oynamak için en uygun adam. Basit oynamak demek kötü oynamak demek değildir. Basit oynamak, garanti oynamak, topa daha fazla sahip olmak demektir. Elano bu işi harika yapar. Zaten Galatasaray’da da adam eksiltecek, dikine gidecek oyuncu eksikliği yok. Galatasaray’a oyunu açacak, gerektiğinde yönünü değiştirecek, kanatlardaki yetenekli adamların oyun kurma yükünü azaltacak birileri lazım. O da Elano işte. Sürekli Brezilya milli takımına seçilmesinin sebebi de aynı. Brezilyanın sağ açık sıkıntısı mı var da Elano’yu sağda oynatıyor? Brezilyada herkes açık oynuyor. O takıma da topu ezmeyecek, hatalı işler yapmayacak, kısa ve öz işler yapacak birileri lazım. En iyi seçenek Elano. Hem yetenekli, hem de görev bilinci var. Oyunda çok görünmüyor ama bu da kötü oynamak demek değildir. Bu da beklenti meselesi. Oyunda çok görünen adamlar ya pres yapıp top kapan adamlardır ya da çalım atıp adam eksiltenlerdir. Elano ikisi de olmadığına göre TV başında izleyerek onu sürekli oyunda göremeyiz.


Rijkaard, Fenerbahçe maçından sonra eksiklerden dolayı diziliş değişikliği yaptı. Orta sahaya Topal, Ayhan, Sarp, Barış dörtlüsünden üçünü monte edip daha az pozisyon veren bir takım görüntüsü verdi. Bu diziliş beğenilince de ortaya felaket tellalları çıktı. Neymiş, Keita’nın cezası bitmiş, Kewell da formdaymış, Arda zaten kaptan, Baros da gelince Elano forma şansı bulamayacakmış. Lincoln gibi sorun çıkarmaya başlayacakmış. Bu adamlar sezon başında da Galatasaray’ın futbolcusu değil miydi? Şimdi de Barış kart gördü. Şimdi ne olacak. Belki onun yerinde (orta üçlünün sağında) brezilyadaki yerinin biraz gerisinde Elano oynayacak. “Elano krizi” diye “2. Lincoln vakası” diye cümle kuranlar bile var. Nereden çıkarıyorsunuz? Elano’nun Lincoln ile ne alakası var!

Galatasaray’da Elano beklentisi hala çok büyük. Elano da daha kendini tam olarak veremedi. Bence yavaş yavaş herkesi memnun edecek. Bence çok yakında Galatasaray’ın orta sahasında Elano’nun yanında Topal, Ayhan, Sarp, Barış dörtlüsünden hangi ikisini tercih edileceğini konuşacağız.

12 Kasım 2009 Perşembe

Kısır Derbilerimiz


Bu yazıda “derbi” kelimesini aynı şehrin iki takımının maçı anlamında değil, şampiyonluğa oynayan favori takımların maçları anlamında kullanacağım.

Geçen hafta Fransa liginde Lyon-Marsilya derbisi vardı. İki takımda 5’er gol attı. İkisi de şampiyonluk adayı takımlar. Canlı yayınlanan, haftanın maçı sayılan bir maç 5-5 bitti. 10 tane gol atılmış bir maçtan futbolu hiç sevmeyen biri bile çok zevk alır. Bol gollü bir maçta kötü futbol oynanmış olamaz. Çünkü maçtan sonra akılda kalanlar, fauller, hatalar vs. değil gollerdir.

Şimdi her iki takımın taraftarını maçı izlerken hayal edelim. Önce yenik duruma düşüp 10 dakika sonra öne geçmek, maç bitene kadar sonuçtan emin olamadan acaba galip gelecek miyiz merakıyla hop oturup hop kalkarak maç takip etmenin heyecanını bir düşünün. Bir de bu üst seviyedeki heyecan dalgasının 90 dakika boyunca artarak devam ettiğini hayal edin. Bir futbolsever için bu maçı izlemiş olmak büyük şans. Bir taraftar içinse tarif edilemez bir duygu olmalı. Marsilya ya da Lyon taraftarı olup bu maçı öyle izlemek isterdim.

Bizim derbilerde ise tüm taktikler yenilmemek üzerine kurulu. Buna rağmen maçın başında gol olmayan derbi hemen hemen yok gibi. Golü yiyince de tüm taktikler fark yememeye yönelik oluyor zaten. Kimse karşı takımın üstüne gitmiyor. Bizim derbilerde önemli olan yenilmemek. Bu mantalite de kötü futbolu doğuruyor. Taraftarlık duygularımız olmasa her sene bu maçları izlemeye tahammül edemeyiz.

Ben Fenerbahçe – Galatasaray maçlarını keyifle değil, sanki görevimmiş gibi izliyorum. Maçın sonucu dışında hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Oysa maçlarda bol gol olsa maçın sonucunun pek önemi kalmaz. Taraftarı olduğumuz takım çok güzel top oynasa, karşı takım da aynı yüksek performansı gösterse ve 4–3 yenilsek üzülür müyüz? Belki birkaç gün sonra kaçan bazı goller için hayıflanırız ama maç bitiminde kimsenin üzgün olacağını sanmıyorum. Maçın heyecanı maçtan sonra da sürer ama olumlu bir şekilde sürer. Maçın heyecanı, tadını damakta bırakır. Sinemada güzel bir film izlediğinde bir süre etkisinde kalır ya insan, film mutlu sonla bitmese de, izlemiş olmak güzeldir. Aynı şekilde maçın sonucu da tatmin edici olmayabilir ama o maçı kaçırmamış olmak, o heyecanını canlı canlı yaşamış olmak pek keyiflidir. Diğer bir seçenek ise aynı maçı çok kötü bir oyunla 1–0 kazanmak olsun. Bu maçı izlemiş olmak bize ne kazandırır? Özetlerini izleyip golü orda da görürdük. Neden 90 dakikamızı verelim ki? Oyun güzel olmayacaksa, kimse gol atmaya çalışmayacaksa, futbolun tanımı “22 kişinin bir topun peşinde koşmasına” dönüyor. Oysa bu oyun bu tanımı hak etmiyor.


Bir teorim var(!). Bir gün Galatasaray- Fenerbahçe maçı 4–4 biterse, ne maçtan sonra olay çıkar, ne de bir dahaki maçtan önce gerginlik olur. Kimse harika bir maç ve 8 gol izleyip olay falan çıkarmaz. İnsan 7,8 tane gol izleyip üstüne rakibe küfür edemez, utanır. Ne puan hesabı yapan kalır, ne hakemi tartışmaya müsait ortam oluşur. Belki bir gün yanlışlıkla böyle bir maç oynanır da, Türk futbolunun önü açılır.

5 Kasım 2009 Perşembe

İzleyemediğim Maçlar Var!


Açık kanallarda canlı yayınlanacak olan futbol maçlarını kim seçiyor? Merak ediyorum. Böyle büyük kitlelere hitap eden bir sporun tüm maçlarını aynı anda yayınlamak mümkün değil. (teknolojik olarak mümkün de, finansal açıdan pek mümkün değil) Elbette yayınlanabilecek maçlar arasında en mantıklısını seçecek bir karar mercii vardır. Merak konusu şu: neye göre, kime göre karar veriliyor. Akşam 21.45’te yayınlanacak maça tekil kişilerin keyfe keder karar verdiğini sanmıyorum.

Şampiyonlar ligi, futbolun en üst düzeyde oynandığı kulvar. Daha iyisi, daha kalitelisi yok. Devler ligi de denen bu organizasyonu yıllardır STAR TV’den izliyoruz. Eskiden şampiyonlar ligi haftasında (evet böyle bir kavram var: “şampiyonlar ligi haftası”) ikisi canlı ikisi banttan olmak üzere dört maçın tamamını, maçlardan sonrada tüm maçların gollerini yayınlarlardı. Yayınlanacak olan maç tercihleri yine kötüydü ama dört maçtan ikisi durumu kurtarıyordu. Bu sistem her sene kötüye gidiyor. Önce banttan yayınlanan maçı baştan, ortadan, sondan kırparak kısaltmaya başladılar. Gecenin bir saati olduğu için normal karşıladık. Eğer üç büyüklerimizden(!) birinin maçı canlı yayınlanmışsa, ikinci maçı banttan yayınlama yerine gereksiz maç sonrası tartışma programı konur, tartışma uzar, ağzı olan konuşur. Banttan yayınlanan maç heba olur. Futbol programlarını, maç seyretmekten daha çok seven bir kitle olduğuna göre bu da normal. En can alıcı noktalardan biri de, genelde ölüm grubu diye nitelendirilen gruplardan birinde iki favori takımın oynayacağı, erken final diyebileceğimiz maçlarda ortaya çıkar. Bu önemli maç yerine bizim üç büyüklerden birinin 3. ve 4. torbadan gelen rakiplerinin maçını yayınlayıp, futbolseverleri teknik analiz yapmaya davet ederler. Son numara da banttan yayınlanan 2. maçlardan vazgeçmeleri oldu. Ama işin suyu bu sene çıktı. Bir önceki şampiyonlar ligi haftasında Çarşamba günü maç yayınlanmadı. 21.45’te televizyonu açtım, hangisi olursa olsun bir maç izleyecektim ama futbol yerine komedi dizisi vardı. Bir önceki hafta da maç yerine yabancı aksiyon dizisi yayınlamışlardı zaten deyip kapattım. Birkaç sene önce FOX TV’de Premier Lig’in “Bez Bebek” adlı diziden çektiğini hatırlatmak isterim. STAR TV’deki “papatyam” dizisi ve Şampiyonlar ligi çelişkisi, olayı bir adım ileriye taşımıştı.

Daha sonra STAR TV’nin sadece iki maçı canlı yayınlama hakkı olduğunu ve tercihini bir önceki gün Moskova’da oynandığı için 19.30 da yayınlanan Man Utd – CSKA maçından yana kullandığını öğrendim. İkinci tercih için zaten Beşiktaş’ın maçı var, o yayınlanacak. Peki, bu doğru bir karar mı? O kadar maç arasında, sırf Beşiktaş’ı ilgilendiriyor diye Man Utd – CSKA maçını seçmek doğrumu? Her ne kadar taraflardan biri Manchester olsa da, maç Rusya’da oynanıyor, favori takım deplasmanda, yani büyük ihtimalle zevksiz bir futbol oynanacak. Ertesi gün oynanacak sekiz maçtan en az bir tanesi kesin bu maçtan daha güzel olur. Ama hayır, sanırım çok fanatik Beşiktaş taraftarları rakiplerinin nasıl oynadığını görmek ister diye düşünüyorlar. Mustafa Denizli ve yardımcıları dışında kim, neden Beşiktaş’ın rakiplerini analiz etsin ki? Böyle düşünen adamlar zaten gitsin futbol tartışma programı izlesin.

Neyse ki Star Tv bu hafta kendini affettirdi. 3 maçı canlı yayınlayıp, bizleri sevindirdi. Milan- Real Madrid maçını banttan yayınlarlar diye ümitlenmiştim ama olmadı. Günün gollerini yayınlamadan önce de araya yine yabancı dizi sıkıştırdılar. Bunun üzerine de perşembe günü yayın akışında Fenerbahçe’nin maçının ardından Galatasaray’ın maçını banttan vereceklerini görünce şaşırdım. Futbol’un önemini yeni kavrıyorlar galiba? Ama ümit var.