31 Aralık 2010 Cuma

2010 senesinde dikkatleri üzerine çeken futbolculardan bahsetmek istiyorum. Kimisi yeni yeni parlıyor, kimisi çıkışını sürdürüyor, kimisi eski şaşaalı günlerini tekrar yaşamaya başladı; o yüzden listeyi her hangi bir kalıba sokamadım.

Sıralamanın her hangi bir önemi olmamasına rağmen Diego Forlan’la başlamak istiyorum. Dünya Kupasının en değerli oyuncusu seçilmesinin yanı sıra, Atletico Madrid’in Avrupa Ligi kupasına uzanmasında yaptığı kritik işlerle de senenin en çok hatırlanacak isimlerinden biri olmayı hak etti. Uruguaylı diğer futbolcuları da kutlamak lazım ama Forlan bize bir takımın tek başına nasıl yarı finale çıkarılacağını ve aynı zamanda ne kadar alçak gönüllü olunabileceğini gösterdi. Ben hayatımda bu kadar sorumluluk alan ve her seferinde başaran bir futbolcu görmedim. Takımın tüm yükünü taşımasına(korner, serbest vuruş, hem orta saha hem forvet) ve 31 yaşında olmasına rağmen 30 günde 7 maçı böyle yüksek performansla çıkarmasına ayrıca hayran kaldım diyebilirim.

Jose Antonio Reyes ise Atletico Madrid’i Avrupa Ligi şampiyonu yapan oyuncuların başında geliyor. Ne Maradona’nın veliahtlarından biri olan Agüero, ne de dünyanın en iyi santraforlarından biri olan Forlan, takıma Reyes’in yaptığı katkıyı yapmadı. Reyes ne Real Madrid, ne de Arsenal’de bu kadar yüksek performans göstermemişti. Kariyerinin beklide en iyi form tuttuğu sezonu 2009-2010 olarak gösterebiliriz.
Inter bana ne kadar antipatik de gelse Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Mourinho’nun takımından üç ismi listeye almak için kendimi zorunlu hissediyorum. Diego Milito için söylenebilecek tek şey var. Herkes onu pasıyla, şutuyla, durduğu yerle ve soğuk kanlılığıyla tam bir forvet olarak tanımlıyor. Şampiyonlar Ligi başarısında Milito kadar payı olan bir başka isimse Wesley Sneijder’dir. (Türk spikerlerin kendisinden ısrarla ŞŞınayder diye bahsetmesinden kurtulamamasına rağmen) Kulübündeki harika sezonunun arkasından Dünya Kupasında ortaya koyduğu oyunla, kimilerine göre Altın Top ödülünü Forlan’dan daha fazla hak etmiştir. Inter’in sağ (bek demeye dilim varmıyor çünkü adam sağ tarafı olduğu gibi sahiplenmiş) kanadındaki hızlı, çalım atan, çalım yemeyen, sert ve isabetli şutlar çeken… gibi bir çok özelliğini sayabileceğimiz çok faydalı makinenin adına Maicon diyoruz. Juventus’a attığı gol yılın en güzel gollerinden birisidir belki ama bu golün tekrarını bize harika açılardan izleten maç yönetmeni benim için 2010 senesinin tartışmasız en iyi yönetmenidir.
Maicon’dan bahsetmişken, Brezilyalının tüm karizmasını çizen Gareth Bale’dan bahsetmemek olmaz. Inter maçında solundan atıp sağından geçme kavramını yeniden gözden geçirmemizi sağlarken, bize birden fazla Deja Vu yaşatmıştı. (aynı kanattan sürekli depar atan birini düşünün) Bu maçtan sonra “Maicon için bir taksi” çağıran Totenham taraftarını da tebrik etmek lazım. Premier Lige başlamışken Andy Carroll ile devam edebiliriz. Uzun boyu, boyundan beklenmeyecek kadar çevik olması, çok iyi kafa vurmasının yanı sıra ileriye doğru atılan her topu bir şekilde kontrol etmesi, vurduğu topların kaleye gitme ihtimalinin yüksek oluşu gibi özelliklerini bir kenara bırakalım. Carroll’ın bir kaç eski Türk futbolcuyu bile memnun edebileceğini iddia ediyorum. Futbolun takım oyunu olduğunu göz ardı edip Andy Carroll’ın tek başına maç kazanabileceğini söyleyebilirim.
Sıra geldi benim takımın bu seneki yıldızına. Barcelona için Iniesta neyse, Arsenal için de Samir Nasri odur desem yeterli olur sanırım. Gün gelir Arshavin’in yerine geçer, Fabregas sakatlanınca onun gibi oynar eksikliğini hissettirmez, forvet hattı zayıfsa onlara yardımcı olur… ama Nasri oynamazsa, yeri görünür. (gizli Iniesta reklamı!) Ne zaman ne yapacağını tahmin edememek Nasri’yi izlemenin en güzel yanı diyebilirim. Benim için 2010 senesinin en güzel golü de Nasri’nin Fulham’a attığı 2. goldür. Lütfen izleyiniz.



Sağ kanatta ters ayaklı oynayan, birden ceza sahasına doğru hızlanıp, yerden isabetli şutlar çeken oyuncu kimdir diye sorsam aklınıza kaç kişi gelir? Hayır Messi’den bahsetmiyorum. Arjen Robben, Bayern Munich’in Şampiyonlar Ligi yolunda şu yukarıda verdiğim tarifeyi uyguluyordu. Takımının finale çıkmasında bir hayli katkısı oldu. Chelsea’de, Madrid’de sergilemeyip sakladıklarını Munich’de gösterdi. Dünya Kupasında çok eğlendiremedi bizi ama sağ kanattaki varlığı, Hollanda’ya yetti diyebiliriz. Dünya Kupası, Robben’leri izlemek dışında yeni yeteneklerle de tanıştığımız turnuvadır ya bizler için, benim aklımda kalan parlak çocuğun ismi Alexis Sanchez’di. Şili’nin oynadığı modern futbola yaptığı katkının yanı sıra tek başına da sorumluluk alabileceğini ilan etti. Kendisini bir an önce TV’lerimizde canlı yayınlanan maçlarda izlemek istiyoruz.

Dünya Kupasında modern futbola terfi eden bir başka takımsa Almanya oldu. Burada o güzel Almanya milli takımından sadece bir oyuncuya yer var. Werder Bremen’e gittiği günden beri form grafiği bir kere bile düşmeyen Mesut Özil, Real Madrid’te de üstüne koymaya devam ediyor. Mesut’un oyunundan defalarca bahsettik o yüzden sadece, Avrupa’daki Kaka transferi dedikodularına sebep olduğunu söylemekle yetineceğim.

30 Aralık 2010 Perşembe

Arsenal ve 2010 golleri.


Gol videosu Arsenal'in olunca, bol pas, bol bol ince iş izleyebiliyoruz. Dikkat ederseniz, bu derlemede çoğu gol videosunun aksine serbest vuruştan ya da uzaklardan atılmış bir gol göremezsiniz. Çünkü Arsenal taraftarı için güzel gol tanımında şans faktörünün rolü kısıtlıdır.
Aşağıdaki linkten golleri izleyip, en güzel gol için oy verebilirsiniz.

Goller için şöyle buyrun!

28 Aralık 2010 Salı

Benitez'in İşi Zordu


Bir futbol kulübü için, işler kötü giderken akla gelen ilk çözüm teknik direktör değişikliğidir. Tersine ise kolay kolay rastlamayız. İşler iyi giderken yapılan teknik direktör değişikliğine fazla örnek bulunmaz. ( Bu sene de Şampiyonlar Liginde koşturan Lucescu’ya selam ederim.)

Başarılı teknik direktör’ün kendi kendine ayrılması ise bir başka senaryo ki, işte onun yerine birini koymak gerçekten çok zordur. Inter’le bütün kupaları toplayıp, Madrid’e giden Mourinho’nun koltuğuna oturmak büyük bir cesaret işiydi. Rafael Benitez Inter’e giderken kendisinden beklenilenin farkında mıydı bilmiyorum. Nitekim beklentileri karşılayamadı. Başkan Moratti kesin açıklamayı daha yapmamış olsa da Rafa’nın Inter macerasının sonuna geldiğini görmek için müneccim olmaya gerek yok. Son bir haftadır sağda solda okuduğum yazılarda Benitez’i suçlamayanını bulmak bir hayli zor oldu. Inter taraftarı Benitez’in menajerlik oyunu oynamayı bile beceremeyeceğini iddia ederken, diğer tarafta Liverpool taraftarı onu geri çağırıyor.

Mourinho’nun yerine geçmenin ne kadar zor olduğundan bahsetmişken aklıma daha zor bir ihtimal takıldı. Alex Ferguson gidince(yaş itibariyle bir gün gitmesi gerekecek) , Manchester United’ın başına hangi delikanlı geçecek? Cesareti olan var mı?

24 Aralık 2010 Cuma

Genç(!) Yetenek

Menajerlik oyunu oynayanların aşina olduğu, daha önce bilmedikleri bir tanesi ile karşılaştıklarında, bu oyunu hiç oynamamış olanların anlam veremeyeceği kadar sevinecekleri bir kavram var; Wonderkid. Kelime anlamı “harika çocuk” ancak genel kullanım açsından Türkçe karşılığının “genç yetenek” olduğunu söyleyebiliriz. Abartılı bir örnek vermek gerekirse, ülkemizdeki en genç yeteneğin daha bu unvandan geçen sene kurtulan Semih Şentürk olduğunu söyleyebiliriz. Genç Semih, çok uç da olsa, bahsetmek istediğim konuya iyi bir örnek teşkil ediyor.

Benim gözümde genç yetenek sayılmak için yaş aralığı 17-19’ken, genel kanı 23 yaşında bir futbolcunun hala öğrenme çağında olduğunu savunuyor. Beşiktaş’ın altyapısında oynayan bir futbolcudan bahsederken “Daha 21 yaşında bile değil” denildiğinde, o oyuncunun orada en fazla 1 sene daha bulunabileceğini unutuyorlar sanırım. 21 yaşında bir futbolcu, genç yetenek değildir. Hem teorik, hem de pratik olarak temel şeyleri aşmış olması gerekir. 17 yaşındaki genç yetenek sayılır ama 22 yaş artık tam olarak hazır olmalıdır. Annesine sorarsanız 21 yaşındaki oğlu daha çok gençtir(çoğu meslek için de öyledir) ancak antrenörünün gözünde her hangi bir maçta oynayabilecek profesyonel bir sporcu olarak görülmelidir. Bu aynı 5 yaşındaki bir çocuk için ilkokula daha erken olması, fakat 7 yaşında bir çocuk için ideal yaş olması gibidir. 9 yaşındaki biri bizim için çocuktur ancak okuma yazma bilmiyorsa geç kalmıştır. Dışarıdan baktığımızda ilkokul 1. sınıftakilerden bir farkı yoktur ancak, çarpım tablosunun 5'e kadar sayamıyorsa, temelde eksikler var demektir.

İnsan tabiî ki her yaşta öğrenmeye devam edebilir ancak, 30’lu yaşların yolun sonu olduğu bu sporda daha erken davranmak işe yarayabilir. 5-10 sene öncesine kadar optimum futbolcu yaşını (tecrübe + fiziksel performans) 28-29 olarak kabul ederdim ancak son birkaç yılda futbolcularının 24-26 yaşlarında en yüksek form düzeylerine ulaştığını gözlemliyorum. Yani 21 yaş, üst düzey maç tecrübesi kazanmak için çok geç olabilir. Bunu sıradan futbolcular için değil ama yıldız adayları için söylüyorum.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Altyapı Meselesi


Her zaman suçlu ilan ettiğimiz ancak bir türlü daha derine inemediğimiz altyapı sorunumuzla ilgili bir blog yazısı var aşağıda. Altyapının sorunlarına içeriden bakan Zekican Koğuş’un yazısını okumanızı tavsiye ederim:

Kendi sahanda yapabildiğin pasları, rakip yarı alanda da yapıyorsan, futbol oyununa hizmet ediyorsun demektir. Skoru %33 oranla eşit dağılan bu oyunda maçlar golsüz de bitse, Oscarlı film tadında geçen bir 90 dakikanın size verdiği heyecan, bize futbolun ne demek olduğunu anlatır.

Güzel futbol da güzel bir filmdeki gibi iyi performans gösteren oyuncular, iyi öğreten hocalar ve iyi bir bütçe ile ortaya çıkar. Skoru tayin etmek ise Prekazi’ nin dediği gibi topun canına kalmıştır. İyi bir takım, iyi bir çalışma ister ve bu ancak takımın birbirine uyması, oyuncuların birbirine sahip çıkmasıyla olur. Bu sahip çıkma gereği her tür maç için geçerli olduğu gibi, gerçek hayat için de geçerlidir; arkanızda sağlam insanlar varsa ve sizi korurlarsa, başarırsınız.

İşte benim değineceğim nokta sahada bu arkanızdaki kişileri takım yapan futbol altyapısıdır. Kısa bir cümle ile özetleyeceğim; bir işe ne kadar küçük yaşta başlarsanız, o kadar iyi eğitilme kapasitesine sahipsiniz demektir. Altyapı bu yüzden önemlidir.


Altyapı aslında takımlardan çok federasyona, siyasi dayanışmaya bağlıdır. Evet, kesinlikte siyasi dayanışma çocuk yaşta futbola başlama, yeşerme ve ardından futbolu meslek edinme açısından çok önemlidir. Nasıl mı?

Türk ve Alman futbolunu karşılaştıralım:

Türk çocuklar futbolu Alman çocuklardan daha çok severler. Motivasyonları ve sevgileri kesinlikle Alman çocuklarıyla kıyas kabul etmeyecek kadar büyüktür, sağlaması için sadece geçmişin çocuklarının takımlarını görmeye ne kadar hevesli olduğunu gösteren B. Dortmund – Galatasaray maçında tribünlere bakabiliriz. Türk taraftarlar Alman taraftarların kombine kartlarını bir seferliğine kiralayarak takımlarına destek vermeye gelmişlerdir.

Türk çocuğunun babası da futbol sever. Daha doğmadan çocuğa takım tutturan inatçı, garip ve bir o kadar muzip akrabalarımız vardır; aldıkları takım tulumlarını bebeğine giydirmeyen anneye kızacak kadar da severler takımlarını. Bazen, anne ile baba farklı –hele ki birbirine rakip takımları tutarlarsa ortalığı kan götürür çocuğun takımı kavgasında. Türk çocukları böyle futbol seven bir neslin evlâdıdır.
Ama Türk çocuğunun topu oynayacak yeri yoktur. (“Parktan dönmüyor eşek sıpası, nereye yer yokmuş?” diyen aileler için özellikle söylüyorum.) Türk çocuğu yolda, asfalt minyatür sahada, otoparkların rampalarında, okul bahçelerinde ve daha aklıma gelmeyen bir sürü garip yerde futbol oynar. Ancak; Alman çocuğu, devletin onun oynaması için herhangi bir kısıtlama olmadan cüzi bir miktar aidat ödeyerek kayıt olduğu çim sahalarda top oynar. Bu sahalar öyle az da değildir, bundan 40 yıl önce bile varmış ki, şimdi sayıları daha fazla oldu, her mahallede bir adet spor merkezi bulunur oralarda. Hiç kimse yer kavgası etmez bu sahalarda, kimse sakatlamaz, kavga çıkmaz, çok barışçıl olan, sadece top oynanan, geceleri tinercilerin basmadığı, çocukların toplarının çalınmadığı yemyeşil sahalardır bunlar. İşte Alman altyapısını Türk altyapısından ayıran en önemli özellik budur.


Çocukluğumdan beri türlü türlü garip yerde amatör küme maçları da dâhil olmak üzere oynayan ben, bir kere çim sahada resmi maç yapmadım. Neden kumlu sahalarda ayağımın içine garip nesneler gire gire futbol oynadım ya da neden zımpara taşı gibi toprak sahalarda sakatlanmadığım bir idmana çıkamadım?

Ben hiç yeşil saha görmedim. Gördüğüm sahalar –ki çoğu topraktı, hep yeşilden uzaklaşmış sert yaralayıcı sağlıksız yerlerdi. Bu bir neden değil midir, altyapının siyasi dayanışma ile güçleneceğine? Kat karşılığı apartman yapılan yerler, futbola para harcanarak daha güçlenecek, ileride apartman, araba, şato, vs gibi para eden değerleri karşılayabilecek parayı kazanmayı akıl edecek arsa sahiplerine daha çok para olarak geri dönecek, akmayacak, kokmayacaktır. Ne yazık ki bir örneğini hiç görmedim. Benim ülkemde çocuğum futbol oynarken yere düşünce kolunu kırar, çocuğuma araba çarpar, mahallenin (artık adına ne denirse) çakalları çocuğumun topunu alıp oyununu bozarlar. Böyle bir durumda çocuk tabi ki futbol oynamak istemez.

Çocuk kendi isteyerek futbol oynamazsa futbolu meslek edinmesi mümkün değildir. Babasının kulağından tutup kursa kaydettirdiği bir çocuktan futbolcu olmaz. Bir miktar para için oynasa da FUTBOLCU OLAMAZ. Çocuğun kendini geliştirecek yere ihtiyacı vardır. Çocuğun istediği şeyi yapmaya ihtiyacı vardır. Bu şartlar sağlanırsa yeni nesil çok iyi futbolcular çıkartacak, Almanlar gibi her dünya kupasında çeyrek finali garantileyeceklerdir.

Altyapı bu şekilde asla gelişmez, aksine geriye gider. Altyapıdayken zamanla paylaşacağım birçok şey yaşadım. Bu yazımda altyapıyı etkileyen en önemli dış faktörden bahsettim. Altyapı sorunumuz için daha yazacağım birçok konu ve dikkatleri çekmek isteyeceğim birçok nokta var.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Gün Gelir İnsan Birinden Hoşlanır

Gün gelir insan birinden hoşlanır. O hoşlandığı kişiyle tanışmaya çalışır, onla bir şekilde konuşabilmek için elinden gelen çabayı gösterir. Vakit gelir, hoşlandığı kişiyle bir şekilde tanışır. Tanışmadan önce duyulan stres belki o noktada biter. Ama stres tamamen bitmez. Artık tanıştığın kişiyle muhabbeti ilerletip ilerletemeyeceğinin stresine girersin. “Acaba ne söylesem hoşuna gider, hangi konudan muhabbete girsem sıkılmaz, ne yapsam ilgisini çeker.” diye sorular birikir kafanda.

İki yol vardır. Birinci yol nettir. Biraz konuştukça ne sen ondan elektrik alırsın, ne o senden elektrik alır. Hoşlanan insan için olay, bir iki muhabbetten sonra karşı tarafa ilgiyi fazla belli etmeden kapanır, dış görünümden alınan keyif çabuk unutulur.


İkinci yol ise biraz farklıdır, net değildir birincisi gibi. Ne başlangıcı, ne ortası ne de sonu bellidir.

Mesela, ilk olarak en pozitif ihtimalden bahsedelim, girilen tüm stresin değeceği ihtimalden. Hoşlandığın kişiyle süper bir muhabbet kurarsın, “İşte hayattaki kafa dengimi buldum.” dersin günler ilerledikçe. Elektrikler tutmuştur, her iki tarafında keyfi yerindedir. Hayat ve tarih o kişiler için beraber yazılmaya gayet müsaittir. Ayrılık çok çok olağanüstü durumlar dışında, gerçekleşmesi zor bir ihtimaldir.


Diğer bir ihtimalde yine muhabbet gayet güzel ilerliyordur, iki taraf da hayatın onların karşılarına çıkardığı bu hoş, farklı deneyimden memnundur. Kimse karşı taraf için net bir ifade kullanmaz, niyetler, fikirler zamana bırakılmıştır. Hoşlanan kişi için durum biraz daha zordur. Beraber paylaşılanlar, iyi giden muhabbet zaten sevmeye hazır olan kalbi iyice havaya sokar, heyecanlanır insan. Hoşlanılan kişi, ilk kendisi hoşlanmadığı için olsa gerek, ne duygular yaşanırsa yaşanılsın, ne paylaşılırsa paylaşılsın, duygularıyla hareket etmez, mantığı hep ön plandadır. Acele karar almaktansa sabırdan yanadır, zamana güvenir.

Bu ihtimalde iki farklı son vardır. Bir tanesinde olumlu gelişir her şey. Kafada olan soru işaretleri zamanla azalır, gün geçtikçe iki kişi arasındaki uyum artar. Sabrın sonu her iki taraf için de mutluluktur artık. Beklenilenler, duygular karşılığını bulmuştur.


Diğer son ise hüzünlüdür. Paylaşılanlar, muhabbetler, yaşanılan hatırı sayılır güzel anlar hoşlanılan kişinin bir dönem ilgisini çekse de onun kalbini kazanmaya yetmeyebilir. Güzel olan kısa deneyimi yaşayan kişinin önü açılmıştır artık. Farklı hedefler, farklı kişiler, farklı ortamlar daha mantıklı gelmeye başlar ona, ileride yaşayacağı tatminin bu yaşadığından daha fazla olabileceğine kanaat getirir. Hiç tamamen birleşmeyenler, tamamen ayrılırlar.


Hoşlanan kişi ise kalbini kaptırmıştır bir kere. İlk ayrılık zamanı onun için gerçekten çok acı vericidir. Uzun süre bu acıyı kalpten atabilmek mümkün olmayabilir. Zaman ilaç olur, yavaş yavaş acını atmaya başlarsın kalpten. Ama ne zaman onu görsen, onla ilgili bir şey duysan, bir güzel anı hatırlasan, acır kalbin inceden, hüzünlenirsin. Belki mucize olur da döner, gelir bir gün diye beklersin.

Sen beklerken, gün gelir, el ele biriyle tutuştuğunu görürsün veya haber alırsın. Anlık olarak çok büyük bir üzüntü duyarsın, inanmak istemezsin. Silersin onu o anda. Yine de ne zaman aklına gelse acıtmaya devam eder içini, unutmak zordur.


Evet, gençler, bir futbol blogunda bu yukardaki yazıyı yazdığımın farkındayım, içeri kafayı çekmeye gitmeyin, hemen giriyorum olaya.

İki yol var demiştik.

Birinci yola benim örneğim; Galatasaray ve Felipe buluşması. Adam eksiltmesi, ara pasları hala gözümün önünde, ama fazla muhabbeti attırmadan ayrılmamız gerekliydi, çabuk bitti. Daha bir sürü örnek verilebilir.

İkinci yolun en pozitif ihtimaline örneğim; Galatasaray ve Hagi buluşması. Sanırım Galatasaray için yaratılmış bir futbol efsanesiydi Hagi, Hagi için yaratılmış bir futbol takımıydı Galatasaray. (Hayat ve tarih o kişiler için beraber yazılmaya gayet müsaittir.)

İkinci yolun ikinci pozitif ihtimali için örneğim ( zamanla gerçekleşen sevgi) ; Galatasaray ve Mondragon buluşması. Sanırım Liverpool deplasman maçına kadar her iki tarafında kafasında soru işaretleri vardı, fikirler zamana bırakılmıştı. Şu an bizim için yeri doldurulamayan bir efsane, ebedi bir aşk Mondi.

İkinci yolun negatif ihtimaline vereceğim örnekler aslında bu yazının ilham kaynağı aslında. Emre Belözoğlu ve Franck Ribery. Bugün Bayern Münih maçının özetini izledim ve gerçekten bu Ribery’i görünce içim acıyor. Her Fenerbahçe maçında Emre’nin Hagivari driplinglerini görünce hüzünleniyorum. Ribery Bayern’le, Emre Fenerbahçe’yle imzaladıktan sonra aslında sildim ikisini de. Ama ne yapayım, gerçekten unutamıyor insan, hele onlarla çok güzel anlar yaşadıysa.

Bu örneklerden sonra durumlara bir daha bakmanızı tavsiye ederim, büyük ihtimal sizler de çeşitli örnekler bulacak, empati kuracaksınız.

Futbolun kendine özgü dünyasının bizlere hissettirdikleriyle, günlük hayatta yaşadığımız hisler çok benzer. Belki futbolu bizler için bu kadar çekici kılan detaylardan biri de bu.