27 Mayıs 2010 Perşembe

Yoann Gourcuff

Onlarca "Yeni Zidane" yakıştırması arasında en gerçekçisi, en yakını!
İlginç bir tarzı var!

Futboldan Anlayan Maç Yönetmeni


Futbol, en iyi, yerinde çıplak gözle izlenir ancak futbolseverlerin büyük çoğunluğu bu sporu televizyon başında takip etmek zorunda. Kulüplerin en büyük gelirinin de TV yayınları olduğunu göz önünde bulundurursak, televizyon başındaki futbolseverlerin önemini kavrayabiliriz. Bir maçın yayınlanmasında onlarca görevli yer alıyor ama benim için en önemlisi maç yönetmeni dediğimiz, neyin, ne zaman, nasıl yayınlanacağına karar veren pozisyondaki adamdır.

Maç yönetmeninin gelişen teknolojinin tüm imkânlarını(örümcek kameralar falan) bize yansıtması için birtakım niteliklere sahip olması gerekiyor. Öncelikle futbolu, hatta daha ileri gidersek güzel oynanan futbolu sevmeli. Futboldan gerçekten anlayan, araştırma yapan, takip eden, futbol üzerine taktik anlamda kafa yoran bir kişi olmalı. Futbolu sahanın içindeki tüm öğeleriyle değerlendirirken, önceliği, yüz ifadelerine, magazine değil de “futbol topuna” ve “güzel oyuna” vermeli. Televizyon izleyicisi ile iletişimi güçlü olmalı, kendisi de iyi bir televizyon izleyicisi olmalı.

Bu noktada pilot kameranın öneminden bahsetmek istiyorum. Pilot kamera bizim maçı her zaman izlediğimiz, sahanın yan tarafından bakarak geniş bir bölümüne hakim olan kameradır. Yani bildiğimiz, alışık olduğumuz maç kamerasıdır. Futbol bir takım oyunuysa, bu oyunun güzelliği sporcuların beraber yaptığı bir bütünlük işiyse, maç izlenecek en güzel açı, en geniş açıdır. Maç yönetmenleri, gelişen teknolojiyle beraber farklı açılara sahip çok sayıda yakın kameradan faydalanabiliyorlar. Ancak bu yakın çekim olanağı yersiz kullanıldığı zaman televizyon başındaki izleyici maçın genel seyrinden kopuyor. Mesela organize bir atak gelişiyor, en azından ilk görünüm böyle. Top yetenekli oyuncuya geldiğinde hemen yakın çekime geçiliyor. Hâlbuki biz izleyiciler böyle bir çekimde ne futbolcunun yaptığı güzel hareketi tam manasıyla anlayabiliyoruz( çünkü biz yıllardır maçı pilot kameradan izlemeye alışığız), ne de attığı bir pasla arkadaşlarına hazırladığı yeni pozisyonu takip edebiliyoruz. Yakın çekimler bazen çok güzel enstantaneleri yaşamamıza olanak sağlıyor ama çoğu zaman işgüzar maç yönetmenleri yüzünden maçtan kopmamıza sebep oluyor. Ayrıca “Golün, pozisyonun, herhangi bir atağın tekrarı pilot kameradan gösterilmez.” gibi çok yanlış bir düşünce var. Genel kanının aksine bence, tüm pozisyonların en güzel göründüğü, izleyicinin en rahat anladığı kamera pilot kamera. Belki de tekrar gösterimde, pozisyonu daha anlaşılır kılan bir açı yoksa ilk kullanılması gereken görüntü, pilot kameradan çekilmiş görüntü olmalı. Hatta gol sonrası tekrarlarında farklı açılara geçilmeden önce atağın en başından itibaren pilot kameradan gösterilecek bir görüntü izleyiciyi çok daha mutlu edecektir.

Bir de skora etki etmeyen ama futbolun güzel, yaratıcı yanlarının ortaya çıktığı anların tekrarının gösterilmemesi var ki, beni çok rahatsız ediyor. Tanımadığım insanlara sinirleniyorum. Keita’nın, Arda’nın, Alex’in, Sercan’ın, Baros’un, Kewell’in yaptığı ince işleri, yaratıcı hareketleri, attıkları bir güzel pası izlemekten zevk duymayan izleyici sayısı azdır sanırım. Ancak bu tip hareketleri yakalayabilmek, futbolun güzelliğini süzebilmek, iyi bir futbol takipçisi, izleyicisi, sevdalısı olmayı gerektiriyor ve izlediğimiz kadarıyla Ligtv’deki maç yönetmenlerinin bu tarz kişiler olmadığı anlaşılıyor. Maalesef her maçın sonunda, tekrarının gösterilmesini isteyebileceğimiz ama gösterilmeyen, akıl ve beceri kokan, izlenen maça değer katan, bu maçtan zevk alınmasını sağlayan çok fazla hareket hatırlıyorum. Maç yayını bize güzel futbolu göstermeyecekse, futbolla ortaya çıkan zevki yaşatmayacaksa seyircinin maddi ve manevi ilgisinin ne anlamı kalacağını sorgulamak gerekiyor. Örneğin, sakatlık aralarında, oyuncu değişikliklerinde, aut atışı öncesinde hemen bu güzel görüntülerin, hareketlerin tekrarı gireceği yerde, ya sayın başkanların yüz ifadeleri, ya da futbolcuların saha içinde yaşadıkları ve bunlara gösterdikleri ilginç tepkiler gösteriliyor. Ayrıca, sadece bireysel yetenekler değil organize olarak gelişen bir atak sonucunda gol olsun olmasın, hatta pozisyon olsun olmasın, o organize atağın en başından tekrarının gösterilmemesi yine çok büyük bir eksikliktir bence.

Tekrar gösterimin başlangıç noktasının, mutlak suretle futbol taktik ve teknik bilgisi üst düzey olan bir kişi tarafından belirlenmesi gerekiyor. Futbolu izlenir kılan güzel oyunun, tüm ayrıntılarıyla ön planda olması çok önemli.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Ronaldinho'suz Dünya Kupası


Dünya kupası için son kadrolar açıklanmaya başladı. Turnuvaya katılmayacak olan oyuncular arasında beni şaşırtan birçok isim var. Totti, Del Piero, Van Nisteloy gibi dinazorların kendilerine yer bulamamasını anlıyorum da Pato gibi Benzema gibi genç yıldızların dışarıda kalmasına anlam veremiyorum. Hafta sonu Şampiyonlar Ligi finali oynayacak olan Cambiasso ve yılların kaptanı Zanetti de Maradona tarafından dışarıda bırakıldılar. Maradona böyle garip kararlar vermeye devam edecekse haziran ve temmuz Messi için çok zor geçeceğe benziyor.

Del Bosque’nin, Reyes’in bu sezon gösterdiği olağanüstü performansı göz ardı edip etmeyeceğini merak ediyordum. Reyes’in İspanya kadrosuna girememesi benim için sürpriz olmadı ama bence çok yanlış bir karar. Reyes bu sene Atletico Madrid’i Avrupa Ligi şampiyonu yapan oyuncuların başında geliyor. Ne Maradona’nın veliahtlarından biri olan Agüero, ne de dünyanın en iyi santraforlarından biri olarak gösterilen Forlan, takıma Reyes’in yaptığı katkıyı yapmadı. Reyes ne Real Madrid, ne de Arsenal’de bu kadar yüksek performans göstermemişti. Kariyerinin beklide en iyi form tuttuğu sezonunun sonunda Dünya Kupası kadrosuna alınmaması doğru değil. İspanya kadrosunda Reyes tarzında çok oyuncu var ama hiç biri Reyes’in bugünkü form düzeyinde değil. Özellikle Iniesta, Fabregas ve Torres’in sakatlıklarından dolayı belirsiz oldukları yerde, Reyes gibi her mevkiye katkı yapabilecek bir oyuncu kritik maçlarda çok fayda gösterirdi.

En talihsiz karar ise Ronaldinho’yu Brezilya kadrosuna almayan Dunga’dan geldi bence. Ronaldinho gibi olağanüstü bir yeteneği dünya kupasında izleyemeyeceğim için Dunga’yı suçlu buluyorum. “Ronaldinho bitti”, Eski Ronaldinho yok”, “Yaşlandı” gibi düşüncelere sahip insanların değil İtalya ligini takip etmek, youtube’ta Milan’ın gollerini bile izlemediğine eminim. Ronaldinho’nun bu sene gösterdiği performans ortada. Eğer o olmasaydı Milan bu sezon üçüncü bile olamazdı, Şampiyonlar liginde ikinci tura bile çıkamazdı. Takımına inanılmaz bir katkı yaptı. Eğer diğer arkadaşları da ona Pirlo kadar yardımcı olsaydı belki de şampiyonlar ligi finalinde bir Milano derbisi izleyebilirdik. Barcelonadaki flaş sezonu bir kenara bırakırsak, Ronaldinho’nun kariyerindeki en verimli sezonlarından birini geçirdiğini söyleyebilirim.
Bir de bu işin keyif yönü var. Dünya kupaları artık uluslar arası arenada önem bakımından ikinci sıraya gerilemiş bulunuyor. Şampiyonlar ligi bayrağı rakipsiz şekilde elinde taşıyor. Çünkü takım oyunları artık dünya üzerinde çok önemli bir hal aldı. Takım oyununun sadece savunmada değil hücumda da ne kadar önemli olduğunu iki senedir bize Barcelona kanıtlıyor. Ancak yılın sadece 50-60 günü beraber olan bir takımdan müthiş bir takım oyunu beklemek haksızlık olur. Son yıllarda bunu bir tek Yunanistan başardı (keşke başarmasaydı). Yunanistan’ın şampiyon olduğu Avrupa Kupasının, hiç kimsenin keyif almadığı bir kupa olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur herhalde. Turnuvalarda son dönemde başarılı olan takımların çoğu üst üste birkaç tane galibiyetten sonra aynı hedef için mücadele ediyorlar ve yıldızlarıyla sonuca gidiyorlar. Dünya kupasının diğer turnuvalara göre sivrilebileceği tek nokta şov ve keyfi yanı. Bu yanı arttırmak ise teknik direktörlerin elinde. Teknik direktörler tabiî ki kariyerlerini de düşünecekler ama izleyicileri de düşünmek zorundalar çünkü izleyici olmadan onların kariyerlerinin gelişmesi pek mümkün değil. İnsanlar dünya kupasında Brezilya’dan, Arjantin’den, Hollanda’dan, Fransa’dan, İspanya’dan güzel goller, şık hareketler bekliyor. Bizim bunları görebilmemiz için Ronaldinho’nun, Reyes’in, Pato’nun orada olması gerek.

İşin keyif yanı ile ilgili Rıdvan Dilmen’den bir örnek vermek istiyorum. Dün akşamki programında şöyle bir açıklama yaptı: “Şampiyonlar Ligi Finali için biletim var, tüm gerekli rezervasyonları çok önceden yaptım ama finalde Inter’i izlemek istemiyorum o yüzden maça gitmeyeceğim”. Gerçek futbol izleyicisinin bu konularda gittikçe hassaslaştığını görünce çok seviniyorum. En sonunda kazanan güzel futbol olacak.

13 Mayıs 2010 Perşembe

Spor ve Barış


Spor için kardeşlik, barış gibi kelimeler kullanırız, ama bir türlü uzlaşmacı yanını gözümüzde canlandıramayız ya hani? Konya Büyükkoyuncu Lisesi'nden M. Lütfi Kurt ve Necmettin A. Kızılok'un birlikte hazırlayıp uyguladıkları bir proje, futbolun birleştirici etkisini somut olarak gözler önüne seriyor.

Bu haberi Ahmet Çakır’ın köşesinde okudum, bu nedenle buraya da onun cümleleriyle aktaracağım.

15 yaşında iki lise öğrencisi... Mahallelerinde yaşanan tatsız bir olaydan etkileniyorlar. Olay, o mahalleye sonradan göç etmiş bir ailenin çocuğuyla yerli ailelerden birinin çocuğunun kavga etmesi gibi klasik sayılabilecek türden tatsızlık... Bu kadarla kalmayıp ailelerin de işin içine girmesi, karşılıklı tehditler olayın endişe verici boyutunu artırıyor. Zaman içinde çok daha vahim boyutlar kazanabilecek çatışmanın ilk adımları atılmıştır. Bundan sonra neler olabileceğini tahmin etmek zor değildir. Bu aşamada iki genç, 'bu konuda biz ne yapabiliriz' diye düşünüyorlar ve futbol aracılığıyla bir çözüm bulunabileceğini değerlendiriyorlar. Düşünüp değerlendirmekle kalmayıp uygulamaya geçiyorlar. Valilikten izin, Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şubesi ile temas, okul müdürünün desteğinin sağlanması gibi süreçlerin tamamlanmasının ardından iki günlük bir futbol turnuvasıyla ilgili çalışmalara başlıyorlar.
Dört takım oluşturuluyor. Adları Barış, Sevgi, Kardeşlik ve Uzlaşı. Okulun halı sahasında hafta sonunu kapsayan 2 günde bitecek turnuva için başka bir yığın hazırlık ve düzenleme daha yapılıyor. Takımlarda oynayacak çocukların ailelerinden izin belgeleri alınıyor. Okulun yatakhanesinden yararlanma imkânı oluşturuluyor. Maçların ardından yemek ve öteki etkinliklerle ilgili destekler sağlanıyor.
Bütün bunlar çok büyütülecek durumlar olarak görülmeyebilir ama isterseniz bir deneyin! Bunların her birinin insanı çatlatacak zorlukları bulunan birtakım süreçler olduğunu kolaylıkla görebilirsiniz. Üstelik olayın en çarpıcı yanı bu değil. Takımların oluşturulmasında bildiğimiz mahalle ya da sınıf arkadaşları gibi ölçüler uygulanmıyor. Her takım, birbirini tanımayan oyunculardan oluşturuluyor. Biri zengin mahallesinden, öteki yoksullardan, üçüncüsü Romanlardan, dördüncüsü Güneydoğu'dan göç etmiş aileden gibi seçimlerle takımlar oluşturuluyor.
Sonuç, her yönden olağanüstü bir başarı. Daha önce semte korku salan ve suçun kıyılarında görünen mendil satıcısı Roman delikanlı ile ondan epeyce tırsan zengin mahallesi çocuğu en iyi arkadaş oluyor. Ötekiler arasındaki kaynaşma da herkesin gözünü yaşartacak düzeyde oluyor. Okul müdürü, emniyet müdürlüğü çocuk büro amiri ve bütün öteki ilgililer büyük bir mutluluk içinde gelişmeleri izliyorlar. Onlar da ödül törenine ve sonrasındaki yemekli eğlencelere katılıyor, çocuklara armağanlar veriyorlar.
Bu öykü sayesinde spor’un barışçıl yönünü vurgulayacak somut bir hikâyemiz oldu. 15 yaşında böyle bir proje gerçekleştiren gençleri tebrik etmek lazım.

6 Mayıs 2010 Perşembe



Bu kampanyayı başlatmak için geç değil bence!

Gölge



İspanyada sezonun son iki haftasına girilirken Real Madrid’in 92, Barcelona’nın 93 puanı var. Üçüncü Valencia’nın 68 puanı olduğunu hatırlarsak Madrid ve Barca’nın nasıl olağanüstü bir sezon geçirdiklerini görmüş oluruz. 20 takımdan oluşan diğer liglere de bakarsak Chelsea’nin son haftaya 83 puanla girdiğini, Inter’in ise son iki hafta kala 76 puanla lider olduğunu görüyoruz. İspanya liginin kalitesinin bu liglerden aşağıya kalır yanı olmadığına göre bu sezon Madrid veya Barca’dan bir tanesine yazık olacağını düşünüyorum. Real Madrid’in 100 gol barajını aşıp şampiyon olamama ihtimali var. Aynı şekilde Barcelona da 97 puanla ikinciliği tadabilir. Sonuç olarak, İspanyada bu sezon birileri gölgede kalacak. Haksızlık demeye dilim varmıyor ama birinden biri sonuna kadar hak ettiği şampiyonluk unvanını kazanamayacak.
Ligi ikinci bitirecek olan takım haricinde, İspanyada gölgede kalan bir isim daha var. Cristiano Ronaldo. Gölgede kalmanın böylesine can kurban demeyin, Ronaldo’nun halinden memnun olduğunu hiç sanmıyorum. Şan, şöhret, para, ilgilenen çok ama ortada “Messi” denen bir sorun var. Real Madrid’i takip ediyorsanız, özellikle son haftalarda Ronaldo’nun puan tablosuna yaptığı katkının farkındasınızdır. Sadece şova yönelik yıldız futbolcu rolünü değil, takımını sırtlayan, koşan, verimli, faydalı adam rolünü de üstleniyor. Üstelik attığı goller hep kritik zamanlarda geliyor. Dördüncü, beşinci şov golünü değil, takımı mağlupken beraberlik golünü, berabereyken galibiyet golünü hep Ronaldo atıyor. Gereken zamanlarda sazı eline alıp tek başına gol atıyor, frikiklerin büyük bir kısmını gole çeviriyor. Çoğu yıldız futbolcudan farklı olarak fiziğiyle de öne çıkıyor. Ronaldo bu formuyla haklı olarak “ben dünyanın en iyi futbolcusuyum” diyor ama öbür tarafta dalga geçer gibi top oynayan Messi diye bir adam var. Ronaldo kendisinin Messi’den daha iyi olduğunu kanıtlamaya çalışırken, insanlar Messi’yi Maradona ile karşılaştırmaya başladı. Ronaldo, dünyanın en iyi futbolcusuyum, altın top benim hakkım gibi açıklamalar yaparken, Messi’nin adı gelmiş geçmiş en iyi futbolcu gibi cümlelerde geçiyor. Talihsiz bir sakatlık olmadığı sürece Messi hep bir adım önde( aslında birkaç adım önde), Ronaldo da hep onun gölgesinde kalacak.

Messi ile aynı dönemde futbolcu olmakta C.Ronaldo’nun şanssızlığı olsa gerek. 5-6 sene yaş farkı olsa, belki bir şansı olurdu, kim bilir?