28 Kasım 2011 Pazartesi

Hızdaki Keramet

Futbolda hızlı oyuncuların veya hızlı futbol oynayan oyuncuların büyük değer görmesi aslında sadece günümüzün bir pratiği değildir. Geçmişte bu tarz futbolcuların sayısının azlığı sebebiyle, sahada değerlendirildikleri bölgeler hücuma yakın bölgeler oluyordu. Hız faktörü, yavaş oynanan bir oyunda maçın sonucuna direkt etki ediyordu. Bu tip hızlı olan ve hızlı düşünen, hızları sebebiyle maçın sonucuna etki etmiş oyuncular bugün tarihteki iyi futbolcular olarak adlandırılıyor.

Günümüz futboluna baktığımızda, hızlı oyuncuların ve futbolu hızlı oynayan oyuncuların yetenekleri ne düzeyde olursa olsun sahanın her bölgesinde tercih edildiklerini görebiliyoruz. Üstelik futbolcu hem hızlı hem de yetenekliyse, bu oyuncuyu transfer etmek için uçuk bonservis bedellerini gözden çıkaran kulüpler birbirleriyle kıyasıya mücadeleye giriyorlar. Nedir peki “hız”daki bu keramet?


Futboldaki hız benim için, futbol topunun sahadaki yer değiştirme miktarının fazla olmasını, bir diğer anlatımla futbolcunun top ayağına değdikten sonra topla oynama süresinin az olmasını ifade ediyor. Hızın kerameti, futboldaki yerleşmiş defansif anlayışlara vurduğu darbedir. Eskiye göre futboldaki keşfedilmemiş defansif anlayışların neredeyse kalmadığı bir dönemdeyiz. Pozisyon bilgisi bugün dünyadaki sıralaması ne olursa olsun her ülke oyuncusu için aynı, herkes bu bilgiye sahip ve bu bilgiyi hayata geçirebilmek kolay. Bireysel ve takım olarak kalite farkını ortaya koyan ve takımların hala birbirinden ayrılmasını sağlayan faktörlerin içinde defansif anlayış farklılıklarının olmadığını, rakibinden daha hızlı hareket eden, daha hızlı düşünen futbolcu grubuna sahip takımların asıl farkı yarattıklarını düşünüyorum.

Bireysel olarak hızlı birkaç futbolcu bulunduran, ancak takım olarak topun yerini az değiştiren ve top ayağına değdikten sonra uzun süre topla oynayayan oyuncusu olan takımların başarılı olabilmesi defansif anlayışların yerleşmesi sebebiyle artık iyice zorlaştı. 90 dakika içerisinde karşı kaleye yavaş top oynayarak sadece birkaç kez gidip, oynadığınız ofansif oyunla, rakip oyuncuların defansif anlamda taktiksel zafiyet yaşamalarını sağlamanın mümkün olmadığı dönemdeyiz. Taktiksel zafiyete sebebiyet vermek, ancak karşı kaleye gidebildiğiniz kadar fazla gitmekle ve hızlı düşünüp hızlı oynayarak karşı takımın pozisyon almasını beklemeden golü bulmakla mümkün olabiliyor. Hızın ikinci bir kerameti, kısıtlı olan maç süresince çok sıklıkta karşı kaleye yaklaşmakla, gol pozisyonuna girme olasılığınızın artmasıdır.

Taktik anlayışı içerisinde hızın yerinden bahsedersek, hızlı futbolu daha doğru okuyacağımıza inanıyorum.

Genel kanı aksine, hazırlık paslarının, yan veya geriye oynanan pasların oyununun hızlı oynanmasını etkilediğini düşünmüyorum. Sonuçta bir oyun kurulması gerekiyor ve bu da defanstan hazırlık paslarıyla başlıyor. Topu kaptırmamak, oyunu diğer yöne çevirmek veya oyunu rahatlatmak için yana veya geriye atılacak paslara da ihtiyaç duyulur. Geriye veya yana atılan pası alacak oyuncu, topu hızlı bir şekilde bir başka arkadaşına ulaştırdığı müddetçe oyun yavaşlamaz. Mesela oyunu hızlı oynamak adına, sürekli dikine anlamsız şekilde zor pozisyonda olan arkadaşına top kullanmak, geri veya yan pas vermekten daha yanlıştır. Hızlı oyun ile kastettiğim, hızlı bir şekilde pas alışverişi yapmak, ayakta topu fazla tutmamak, kullanılan kısa pası mümkün olduğunca sert oynamak, mümkün mertebe toptan daha önde olacak şekilde hızlı bir şekilde sahada pozisyon almak ve pas alternatifi yaratmak, bek oyuncularının hücuma hızlı çıkışlarıyla oyuna tempo kazandırmak olarak anlatılabilir.


Türk futbolunun son yıllarda geri kalmasının en önemli sebeplerinin başında, futbolu hızlı oynamamak olduğunu söyleyebiliriz.

Teknik olarak futbolumuz iyi düzeyde, yetenekli oyuncularımız mevcut. Örneğin, milli takımda Selçuk, Emre, Hamit, Arda, Nuri, Topal, Mehmet Ekici gibi isabetli pas yapabilecek, oyunun kaderine etki edecek kaliteli oyuncularımız var. Ayağa isabetli pas istatistikleri baz alınırsa, milli takımımızın bugün 2012 Avrupa Şampiyonası’nda oynayan çoğu takımdan daha önde olduğu görülecektir. Ama bu pas alışverişini rakip takım defansif olarak pozisyonunu alacak şekilde yavaş yaptığımız için, topu ayağımızda fazla tuttuğumuz için, sahada topun çevresinde ve önünde çabucak pozisyon almadığımız için, sert kısa paslar kullanmadığımız için, beklerimizi hızlı bir şekilde hücum bölgesine taşıyamadığımız için 3. bölgede üretkenlik sağlayamıyoruz. Maçın sonunda oynadığımız pas futbolunun, sonuca hiç katkısı olmayabiliyor.

Süper ligdeki maçların çoğu o kadar düşük tempoyla oynanıyor ki derbi maçlarının dışında herhangi iki takımın maçlarını izlemek bir eziyete dönüşüyor. Defansif anlayışları da oturtan takımlar, yavaş oynadıkları için birbirlerine az pozisyon veriyorlar. Maçların çoğu bu sebeple keyifsiz ve mücadele şeklinde geçiyor.

Fenerbahçe’nin sabırla ama yavaş pas yaparak, temposuz oynadığı oyunla geçen sene süper ligde şampiyon olması, bu sene de bu hafta itibariyle lider konumda bulunması futbolumuzun yavaşlığını gösteriyor. Avrupa’daki takımlarımızın adı sanı duyulmamış takımlara elenmesi genelde ofansif olarak yavaş oyun oynamaktan kaynaklanıyor.

Hızlı futbol oynamak için ilk ve kalıcı adım olarak yapılması gereken altyapıdaki eğitim eksikliğini gidermektir. Futbolcu adayı olan her çocuk, hem mental anlamda hem de fiziki olarak hızlı düşünme ve hızlı hareket edebilme üzerine eğitim görmelidir. Örnek olması açısından Avrupa'daki futbol takımlarının altyapı ve üstyapı sistemleri incelenebilir. Yurtdışından federasyonun girişimleriyle getirilen performans uzmanı antrenörlerin ve mentörlerin milli takımlardaki ve üst düzey kulüp takımlarındaki altyapı seviyelerinden göreve başlamaları sağlanabilir.

Profesyonel takımlar bazında teknik direktörlerin hızlı futbol üzerine bilgilendirilmesi ve fiziki kalitenin bilimsel antreman programlarıyla daha yüksek seviyeye çekilmesi daha hızlı futbol oynanmasına katkı sağlayabilir.

Avrupa standartlarına uygun olarak futbolumuzun hızlandırılması, var olan teknik kalitemizin işe yarar hale gelmesini sağlayacaktır ve başarılar tekrar söz konusu olacaktır. Aksi halde, futbolumuz Avrupa futboluyla yarışamaz.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Sezonun İlk Galatasaray Analizi

Galatasaray, milli takımın Hırvatistan’la oynayacağı maçlar dolayısıyla liglere verilen ara itibariyle, 10 hafta sonunda topladığı 18 puanla ligde 3. sırada yer alıyor.

Bugün gazetelerde “10. haftalar itibariyle, tarihimizin en kötü sezonunu olan geçen sezondan sadece 2 puan daha fazla topladığımızı” gösteren istatistikî bir bilgiye yer verilmiş. İstatistikler konusunda Sir Alex ile aynı fikirdeyim. Bu yazıda asıl görülmesi gerekeni göstermek niyetindeyim.

Galatasaray ile ilgili sezon başlamadan yazdığımız yazının başlığı, Galatasaray’ın sezon içerisinde uygulaması gereken ilk ve en önemli düşünceyi yeterince anlatıyordu. Okumayanlar veya hatırlamayanlar için tekrar hatırlatalım : “Florya’da Hâlihazırda bir La Masia Yok: Sağlam Defans”

Bu yazımızda özetle, süper ligde kısa süre içerisinde somut başarıyı elde etmeye çalışacak bu takımın, sıfırdan kurulması sebebiyle, topu kendisinde tutma süresinin çok fazla olamayacağı, birinci önceliğinin takım olarak savunma yapmayı öğrenmek olması gerektiği anlatılıyordu.

Kolay gol yemeyi bir alışkanlık haline getirip, kazanan kimliğini kaybetmiş bir takım için, kaybolmuş özgüveni takıma, camiaya ve taraftara geri kazandırmanın pratik ve kalıcı çözümünün iyi bir defans anlayışı yerleştirmek olacağı gün gibi ortadaydı.

Bu hedefi gerçekleştirmek için 3 tane adımdan bahsetmiştik. Bu adımların ne oranda gerçekleştiğinden ve üzerine ne koyulup ne koyulamadığından bahsederek bugün geldiğimiz noktayı açıklamaya çalışalım.


Birinci adım, yeterli fiziksel güçlendirmeydi. Yönetim ve teknik heyet bu konuda çok doğru bir adım attı ve profesyonel futbol takımı sporcu performansı alanında hizmet veren Athletes` Performance kuruluşu ile işbirliği içine girdi. Almanya milli takımı gibi dünyanın en iyi fizik gücüne sahip milli takımının da bu kurumla çalıştığı biliniyor. Kurum Adam Rotchstein adlı performans uzmanını da sürekli olarak Galatasaray için görevlendirdi.

Geçen senelerde fiziki olarak kötü olan Galatasaray takımlarının, kötü oynamadığı birçok maçı, maçın belli bir bölümünden sonra, fizik olarak geriye düştüğü için puan kaybederek kapattığını iyi hatırlıyoruz. Fiziksel yetersizlik sonucu oluşan sakatlıklar sebebiyle en az 2 sezon UEFA Avrupa Ligi’nde çeyrek final kapısından döndük.

Bu sezon boyunca bugüne kadar, fizik gücümüzün yetersiz olduğundan dolayı herhangi bir maçta defansif veya ofansif dezavantaj yaşadığımızı hatırlamıyorum. Üstüne, fizik gücümüz son haftalarda iyi bir kaliteye ulaştığı için, daha az gol pozisyonu vermeye başladık. Bursa maçında bitime az bir süre kala gol yememize rağmen, oyundan kopmayıp karşılık verdik ve maçı kazandık. Ayrıca Gaziantep maçında beraberliği yakalayana kadar, Gaziantep gibi iyi bir takımı 10 kişi olmamıza rağmen sahasına mahkûm ettik. Sakatlanan oyuncu sayısı 2 veya 3’ü geçmedi, Yekta dışında hiçbir oyuncu uzun sakatlık yaşamadı (Yekta’nın sakatlığı bir talihsizlik).

2. adım oyuncu tercihleriyle alakalıydı. Öncelikle, kaleye Taffarel, Mondragon ayarında bir kalecinin gerekli olduğunu belirtmiştik. Uruguay’la Copa America’da son derece konsantre ve kaliteli bir kaleci olduğunu gösteren Fernando Muslera’nın transferi yerinde bir hamle oldu. Burada, basının futboldan anlamayan ama tribündeki taraftar üzerinde etkili olan bazı yazarlarının lig başladığından beri Muslera hakkındaki negatif yorumlarının yanlışlığından bahsetmek gerekiyor. Kalecilerin kurtaramayacağı bazı vuruşların, pozisyonların başına geldiği (şanssızlığı), yan toplardaki mantıklı çıkışları, oyunu takip etmesi ve yüksek konsantrasyonu, topu hızlı ve olumlu kullanma ve penaltı kurtarma yeteneği göz ardı ediliyor. Bana, iyi bir futbol izleyicisi olarak yeterli güveni kesinlikle veriyor.

Takıma liderlik yapabilecek, topu oyuna iyi sokacak bir defans oyuncusu gerekliliğinden bahsetmiştik. Ujfa bu anlamda sanki Galatasaray için yaratılmış. Tecrübesi, top rakipteyken gösterdiği agresifliğe ters oranda top ayağındayken gösterdiği sakinlik ile, Galatasaray’ın son derece ihtiyacı olan bir defans profiliydi. Neill’la yan yana seyretmek isterdim.

Eboue Sabri’ye yerinin garanti olmadığını hissettirecek, ama eğer Fatih hoca onu asıl yeri olan sağbekte değerlendirirse. Doğru bir transfer olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, Eboue ve Sabri’nin sağbekten başka herhangi bir pozisyonda görev yapmalarını doğru bulmuyorum. Özellikle Sabri’nin iç orta saha oynayamayacağını göremeyen iki tecrübeli hoca Fatih Terim ve Hiddink’i eleştirmek istiyorum. Sabri top saklama özelliği olmayan, topu ayağından çıkartırken hızlı düşünemeyen, geniş alanda baskı yaparken faul yapmadan topu alamayan, ne savunmada ne de hücumda doğru yer tutamayan bir oyuncu. Bunun yanında, belki dünya üzerinde onun kadar hızlı hücuma çıkan 2. bir sağbek örneği olarak Maicon ve Dani Alves’i gösteririz. Çabukluğundan başka mevkide yararlanmak isteyen iki hocayı da anlıyorum ama ortasaha oyuncusu dengeli olmayı da bilmeli.

“Top kapmayı iyi bilen, çalışkan, fizik gücü yüksek ve tecrübeli bir ön libero ihtiyacı gözüküyor.” diye bir söylemde bulunmuştuk. Melo bu tanıma cuk diye oturan bir oyuncu. Taraftarla bütünleşmesi, bu takıma verebileceğinin maksimumunu vermeye çalışmasını sağlıyor.

Oyuncu tercihleri olarak, doğru tercihlerin yapılması, takım defansının seviyesinin yükselmesine direkt katkı sağladı. Ancak hala, Arda’nın satılmasıyla takımda oluşan boşluk doldurulamadı. Maçın sonucuna doğrudan etki edecek, hücum ederken sorumluluk almaktan kaçmayacak bir oyuncu eksiğimiz göze çarpıyor. Devre arasında mutlaka bu yönde bir tercih kullanılması gerekiyor.

3. adım taktik anlayış ile ilgiliydi. Fatih Terim Derwall’den başlayıp, Kalli ile bir üst seviyeye çıkan kulüpteki hücum presi kültürünü en ideal seviyeye çıkartmış bir hoca olarak, bu özelliği yeni inşa ettiği takıma da yavaş yavaş yerleştirmeye çalışıyor. Bugün belki göze çarpmasa da Barcelona, Man. United gibi takımlar top kazanmak için harcayacakları zaman ve enerjiyi, topu oynamak üzere kullanmak için topu kaptırdıkları yerde prese başlıyorlar.

Galatasaray, iyi bir fizik güçle Elmander’in önderdliğinde önde pres yaparak ve yardımlaşıp alan daraltarak, rakip takımların top kullanmasına izin vermemesi dolayısıyla bugün enteresan bir maç olan Gaziantep maçını bir kenara bırakırsak, ligde en az gol yiyen takım durumundadır, son 3 maçtır gol yemiyor.

Fatih Terim öncelikle defans anlayışını oturtmak istemekle, Galatasaray’daki 3. dönemine önemli bir adım atarak başladı. Takım kısa vadede belki sadece geçen sezondan sadece 2 puan önde ama uzun vadede kritik dönemlerde çok işine yarayacak önemli yetileri kazanmaya başladı. Bu yetiler belki hemen etkisini göstermez ama bir takımı uzun süreli ve kalıcı başarıya götürür. Asıl görülmesi gereken budur.

Fatih Terim zaten pozitif oyun oynatmayı seven bir hoca. Galatasaray’daki ilk döneminde oynattığı oyunu sadece “kaos futbolu” olarak tanımlayanlar, 17 Mayıs 2000’deki maçın tekrarını bir daha izlesinler. 120. dakikada 10 kişiyle ayağa oyun oynamaya çalışan bir takımdı Galatasaray. Bugünkü takımın öne doğru oynadığı futbol, daha iyi oyuncular geldikçe ve takım birbirini daha iyi tanıdıkça mutlaka gelişir. Bu konuda, kısa süre geçmesine rağmen, alınan sinyaller olumlu. Elmander gibi uzun bir forvetimiz olmasına rağmen, tüm oyuncuların Elmander’in ayağına oynamaya çalışmaları önemli bir göstergedir. Sanırım Galatasaray iyi yolda.

Bu yazının "ben demiştim" yazısı olarak anlaşılmasını istemem. Sadece doğru yolda olduğumuzu ve bunun beni heyecanlandırdığını belirtmek istedim.

4 Kasım 2011 Cuma

Türk Maradona izdihamı

Çarşamba akşamı oynanan Bayern Munich - Napoli maçında taraftarlar Maradona ile fotoğraf çektirmek için izdiham yarattı.



 Maalesef, Napoli'yi desteklemeye gelmiş gibi görünen arkadaş, hayatını Maradona'ya benzerliğiyle kazanan Türk Vatandaşı Abi Atıcı'dan başkası değildi.




Her iki koluna saat takan, kapalı mekanda güneş gözlüğü kullanan, saç,sakal, göbek vs. her konuda ünlü futbolcuya benzemeye çalışan Abi Atıcı isimli vatandaşımız etrafındaki herkesi ikna etmişe benziyor.



kaynak







2 Kasım 2011 Çarşamba

Maradona 80'ler


Boca Juniors formalı Maradona terlikleriyle çok şık. (1974 yılı olduğu iddia ediliyor ama 14 yaşında görünmüyor burada kendileri.)  




Haziran 1982 -  Arjantin'in genç oyuncusu Diego Maradona, 1982 FIFA Dünya Kupasına katılmak üzere kimlik için poz veriyor. Oradakiler Boca Juniors'ın genç yeteneği olması dışında, kimin fotoğrafını çektiklerinin farkındalar mı acaba?