5 Ağustos 2011 Cuma

Fatih Hoca Motivasyonu


“Büyük bir mucize olmazsa 2010 dünya kupası Türkiyesiz ve eksik oynanacak. Çünkü birçok takımdan güçlü ve yetenekli kadromuzla her turnuvaya renk katacağımızdan eminim. En azından Bosna’dan daha eğlenceli top oynuyoruz. Futbolcularımız Bosna maçında ellerinden geleni yapmaya çalıştılar, olmadı. Şanssızdık, top bizi sevmedi falan demek isterdim ama ne yazık ki o kadar basit değil. Biz bu gruptan çıkabilirdik. Biz Estonya gibi takımlara puan kaybettikçe, büyük maçları oynamaya takatimiz kalmıyor. Fatih Terim’in en önemli silahının ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Motivasyon. Fatih hoca gazla çalışan takımlar yaratıyor, her şey başta çok güzel işliyor, sonra tabiî ki yakıt çabuk bitiyor. Grup maçları savaş halinde geçtiği için, elemelere kaldığımızda takımın yarısı sakat, çeyreği cezalı, geri kalanı yorgun oluyor. Aynı senaryo Estonya maçında da gerçekleşti. Estonya bize iki gol attı. Neden? Çünkü rahat rahat oynayıp yenmek yerine, Fatih hoca çocuklara “çıkın!, yenin!, parçalayın!, fark atın!” motivasyonu yaptı. Üstüne bir de erkenden golü yiyince takımın yetenekli ayakları yorgun düştü. Bosna maçının 60. dakikasında Tuncay’ın, Emre’nin, Arda’nın yürüyecek hali kalmamıştı. Kalsa bile cezalı oldukları için gelecek maçlarda oynayamayacaklardı. Fatih hoca sakin olsa, kadroyu daha verimli kullansa, önündeki maçlar için daha düşünceli davransa, biz Estonya’yı güle oynaya yenerdik. Yıldızlarımızı yormadan, gider Bosna ile oynardık. Dünya kupası da Türkiye’den eksik kalmış olmazdı. Neyse, bir dahaki sefere!”

Yukarıda, eskilerde yazılmış bir paragraf var. Kolay kolay karşılaşılmayan Fatih Hoca eleştirilerinden birisidir. Şimdilik bu yazıyı bir kenara bırakırsak, Galatasaray-Liverpool maçını izlerken aklımdan geçenleri burada birleştirmek istiyorum.


Eskiden, Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi maçı olduğunda birkaç gün öncesinden heyecanlanmaya başlardım. Okulda, yolda, evde, yemek yerken, oyun oynarken, ders çalışırken ve hatta gece uykum bölünmüşken bile Çarşamba akşamı 21.45’te maçımızın olduğu aklımdan çıkmazdı. Etrafımda ne olursa olsun, 3–4 gün boyunca gündemimin birinci maddesi, Şampiyonlar liginde maç oynayacağımız olurdu. Inter ve Liverpool ile üst üste oynamak olunca, dostluk maçı da olsa hoşuma gitti. Ne var ki, maçlardan önce izleme isteği gelmedi bir türlü. İlk on dakikayı falan izlemeden geçirdim. Sonra TV’nin karşısına zorla da olsa geçtim. (Şike soruşturmasının bulandırdığı midelerimiz, futbola olan ilgimizi azaltıyor galiba.) Önce istemezliği şike soruşturmasına bağladım ama sonra hazırlık maçları ile ilgili bir türlü değişmeyen görüşüme verdim sebep ve sonuç ilişkisini.


Küçüklükten beri, hazırlık maçlarında iyi futbol oynamanın kimseye bir faydası olmadığını düşünürüm. Bu düşüncenin çıkış noktası tamamen gözleme dayalıdır. Ne zaman Avrupa’nın üçüncü, beşinci lig takımlarına üç-beş atsak, ilk ciddi maçımızda yenilirdik. Rakip kalitesi gittikçe yükselse de hazırlık maçında iyi futbol oynamanın faydasına inanmadım hiçbir zaman. Aksine kötü futbolun, eksiklerin, zayıflıklarının çok daha faydalı olacağına inanırım. Bir de işin motivasyon kısmı vardır. Son derece düz bir mantıkla hazırlık maçında oynanan iyi futbolun, gerçek rakipleri küçümsemeye yol açacağını, kötü futbolun, mağlubiyetin ise oyuncuların işi daha sıkı tutmasını sağlayacağına inanıyorum.

Söz konusu motivasyon olunca, Fatih hocanın olduğu yerde kimseye laf düşmez. Ama Liverpool maçını izlerken, Fatih hocanın bu gücünün bizi bir süre sonra zor durumda bırakabileceği geldi aklıma. Yukarıdaki eski paragraftan bahsetme sebebim de budur. Daha ligin başlamasına 1 ay var. Futbolcuların hazırlık maçında bile bu şevkle oynadığını görmek sevindirici ama bunun nereye kadar böyle gideceğini kestirmek kolay değil. Üçüncü, dördüncü haftada sakatlıklar başlarsa, kart sınırları zorlanmaya başlarsa durum aleyhimize dönüşecektir. Bu da zaten her zaman Fatih hocanın dezavantajı olmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder