25 Eylül 2010 Cumartesi

Bir Hayal Daha Kuralım


Ülke olarak çok güzel bir basketbol şampiyonasına ev sahipliği yaptık. Bazı maçları salonda bazı maçları televizyon başında takip etme şansım oldu. Basketbol hakkında profesyonel olarak yazı yazmak için gerekli bilgi birikimim olmadığını biliyorum ama yine de Murat Murathanoğlu deyimiyle bir “basketbolsever” gözüyle gördüklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Hem ülke tanıtımı açısından hem de basketbola bakış açımızın biraz genişlemesi açısından önemli bir 15 gün geçirdiğimizi düşünüyorum. Özellikle milli takımımız bu turnuvayı tam da beklentileri doğrultusunda geçirdi. Basketbol federasyonumuz neredeyse 6 yıldır bugünün hayalini kuruyordu. Vitrine taşıyacağımız şehirlerimiz, salonlarımız ve en önemlisi takımımızı oraya nasıl getireceğimiz, uzun süredir basketbol camiasında çalışan herkesin birbirine sorduğu soruydu. FIBA başkanının da söylediği gibi koşulları maksimuma çıkartmaya çalışan bir ülke vardı ve bunun karşılığını da “son zamanlarda tanık olunan en güzel turnuva” iltifatıyla almış oldu. Aslında bir spor organizasyonunda 7–8 sene önce kurulan bir hayalin gerçekleşmesi ülkemizin spora bakışı açısından çok önemli.


Milli takımımız bu güzel turnuva da “göze hoş gelen” bir oyunla haklı bir ikincilik elde etti. Burada göze hoş gelen oyundan kastım (daha önce futbol için defalarca kez söylediğimiz); bir takımın şans faktörünü ne kadar aza indirirse o kadar keyif vermesidir. Basketbolda da aynı şeyden söz etmemiz mümkün. Bir basketbol takımın oyun stratejisi mümkün oldukça potaya yakın yerden şut hakkını kullanmak ya da üçlük atma kabiliyeti yüksek bir arkadaşı için doğru organizasyonu yapıp ona boş pozisyon yaratmak, yani şansı minimuma indirmek esas öncelik olmalıdır. Milli takımımız da özellikle Yunanistan, Fransa, Slovenya’ya (turnuvanın defans organizasyonu sağlam olan takımlarından üçüne karşı) karşı onları çaresiz bırakacak bir hücum performansı sergiledi. Bu yüzden turnuvanın en sempatik takımlarından biri olmayı başardı.


Bunun dışında bundan sonraki turnuvalar ile ilgili FIBA’dan iki isteğim olacak. Artık dünya şampiyonlarında takım sayısının 24’ten 32’ye yükselmesini istiyorum. Bir basketbol dünya şampiyonası daha fazla ülkeye hitap etmeli. Zaten Yeni FIBA başkanı da bu yönde çalışma yapacaklarını belirtti. İkinci olarak, bu güzel turnuvanın 15 gün gibi kısa bir periyoda sığdırılması basketbolseverlere haksızlık oluyor. Bunu bariz bir şekilde final maçında görmüş olduk. Türkiye çok kaliteli bir basketbol şampiyonasına ev sahipliği yapmasına rağmen iyi bir finale tanıklık edemedi. Bunu sadece kaybeden tarafın bir isyanı olarak algılamayın. Sahadaki 24 oyuncudan sadece 1’i iyi bir performans (Durant) sergiledi. Hâlbuki biraz daha uzun bir maraton olsaydı eminim kalite birkaç gömlek daha yukarıda olurdu.


Son olarak, maçı televizyon başında izleyen herkes (ben de dâhil) oraya giden taraftarın bir varlık gösteremediğini söyledi. Bunun aksine oyuncular ve orada bulunan basın mensupları taraftarın milli takımımızı çok iyi desteklediğini söyledi. Ben de Sırbistan ve Fildişi Sahilleri maçlarında tribündeydim. Takıma önemli bir destek verdiğimizi düşünüyorum. Burada şöyle bir soru aklıma geliyor: Acaba NTV yayın yaparken taraftarların sesini kısmış olabilir mi?

Sonuç olarak en büyük basketbol organizasyonlarından birine daha ev sahipliği yaptık ve UEFA’ya başka bir şekilde selam yolladık. Umarım yine bir hayal kurarız ve bunu gerçekleştirmek için bir planımız olur.

17 Eylül 2010 Cuma

97 Senesi Barca kulübesi

















Mourinho, Van Gaal, Guardiola aynı kulübede

Net Skor ve Basit Goller



Bursaspor’un Şampiyonlar Ligi macerası tahmin ettiğimiz gibi, iyi başlamadı. Farklı mağlubiyeti tecrübesizliğe bağlayanlar, Ertuğrul Sağlam’ı yanlış tercihler yaptığı için eleştirenler, İspanyol futbolunun bizimkinden çok daha üstün olduğunu yeniden keşfedenler oldu. Yukarıdaki sebeplerin hepsi Bursaspor’un mağlubiyetini açıklayabiliyor, ancak beni ikna edemiyor. Bursaspor’un yediği goller ve sıralamaları beni fena halde rahatsız ediyor. İlk gol’ün uzaktan çekilen bir şuttan gelmesi, serbest vuruştan dönen topun savunma oyuncuları yerine rakip takım oyuncusunun önünde kalmasıyla gelen ikinci gol, oyun tam açılır gibi olmuşken bireysel hatayla gelen üçüncü gol rahatsızlık verici unsurlar. 4–0 yakışıklı ve net bir skor ama goller hiç de öyle değil. (Tino Costa’nın toplara her zaman iyi vurduğunu öğrenmek ilk iki golün gözüme biraz daha güzel görünmesini sağladı)

Bursapor’un mağlubiyetinde şanssızlığın da katkısı olduğunu düşünüyorum. Valencia’nın attığı gollerde şansın fazlaca yardımcı olması benim gözümde 4-0’lık galibiyetin değerini düşürüyor. Oldum olası frikik, korner, uzaktan şut vs. gollerini zor beğenirim.(Uzun taç atışıyla gol yapmaya çalışanları saymıyorum bile!). 30–40 metreden vurulan topun ağlarla buluşma ihtimali o kadar az ki, gol olunca karşı takım haksızlığa uğramış gibi hissediyorum.

Usta frikikçileri, topa her zaman iyi vuran yeteneklileri ayrı tutuyorum tabiî ki. Juninho gibi, orta yaptığında bile dokunan kimse olmazsa kalede tehlike yaratan bir ustanın attığı falsolu şuta şans eseri demek ayıp olur. Veya Cristiano Ronaldo gibi attığı her frikiği tehlikeli olan bir adamın golüne bilinçsiz demek, kendisi için 90 küsur milyon bonservis ödeyen R.Madrid’e haksızlık olur.


Yine Şampiyonlar liginde oynanan ve 6–0 gibi net skorla biten Arsenal-Braga maçı ise bu konuda Bursaspor-Valencia maçının tersi bir örnek teşkil ediyor. Sık sık “Neden Arsenal’i destekliyorsun? Ne Alaka?” gibi sorularla karşılaşıyorum. Bu maçı, o sorulara cevap olarak izletebilirim. 6 gol de hazırlanış itibarıyla şans faktörünü en aza indiriyor. Penaltıdan gelen gol bile ceza sahasına atılan harika bir ara pasının forvet oyuncusunu kaleciyle karşı karşıya bırakmasından sonra oluyor. Diğer 5 gol ise ceza sahası içinde, 2–3 metrelik alanda yapılan kısa paslar sonucunda geliyor. Ceza sahası içinde atılan ara pasını, ceza sahası içinde yapılan topukla duvar pasını izlemek inanın insana fazladan keyif veriyor. O kadar kaliteli ve üstün bir futbol oynanıyor ki Braga takımının Portekiz Liginden başarılı bir takım olduğunu birlikte izlediğimiz arkadaşlara belirtmek zorunda kalıyoruz.

Kısacası Arsenal galibiyeti şüphe bırakmayan bir şekilde hak ediyor. Diğer tarafta Bursasporlu futbolseverler, Sercan oyuna erken girseydi, o pozisyon gol olsaydı, savunmamız hata yapmasaydı, gibi geriye dönük tahminler yapıyorlar. Benim Arsenal’i, Barcelona’yı, İspanya’yı, Şili’yi sevme, destekleme sebebim budur. Bu saydığım takımların oyun tarzı bana daha inandırıcı geliyor. Futboldan serbest vuruşu, korneri, şans faktörünü tabiî ki çıkaramayız ama ben bunlar en aza indirgendiğinde futboldan daha fazla keyif alıyorum.

2 Eylül 2010 Perşembe

Plan Yok Program Yok Avrupa Yok!


Avrupa kupalarında denk güçlerin birbirini erkenden elemesini engellemek için kullanılan torba sistemi ve bu torbalara yerleşmek için yapılan puan hesaplamalarının birçok kuralı var. Puanlamaların güncel kalması adına sadece son 5 seneye bakılıyor olması bu kurallardan sadece bir tanesi. Örneklemek gerekirse, 9 kere Şampiyonlar Ligi kupasını (eski adıyla Şampiyon Kulüpler kupasını) müzesine götüren Real Madrid, grupları belirlemekte kullanılan 4 torbadan ikincisinde yer alıyor; öte yandan Şampiyonlar Liginde yarı finali ilk defa geçen sene final gören Lyon birinci torbada kendine yer buluyor. Dünyanın gelmiş geçmiş en başarılı takımı olan ve alabileceği kupaların hepsinden en az bir tanesini müzesinde bulunduran Real Madrid ile özellikle 80 sonrası birçok kere Avrupa'nın en büyüğü unvanını sırtında taşıyan Milan, Şampiyonlar Liginde aynı grupta yer alıyorlar. Bu, Uefa'nın puanlamayı isim büyüklüğüne değil, çok yakın tarihteki başarılara göre yapmaya çalışmasının sonucudur. Bu yıl tam da Galatasaray'ın "Trömso faciasının" puanlamadan silineceği yıl olacaktı. Onun yerine gelecek 5 yıl için nur topu gibi bir "Karpaty Lviv faciamız oldu".

Takımlarımızın gerçekten plansız bir şekilde yönetildiğine şahit olduğumuz bir haftayı daha geride bıraktık. Avrupa kupalarında oynamaya hak kazanmış 5 takımımızdan 3'ü daha Eylül'ü görmeden annemizin ligine geri döndü. Galatasaray bu rezaletten 4 gün sonra 2 oyuncuyla anlaştığını kamuoyuna duyurdu. Benzer şekilde Fenerbahçe 1 oyuncuyla sözleşme imzaladığını Avrupa'daki hayal kırıklığından sonra açıkladı. Bu, transferlerin amaçsızca, sadece yapılmış olması için yapıldığının en iyi göstergesidir. Fenerbahçe'nin, Yobo'yu elendiği için aldığını, Avrupa'ya devam etmesi durumunda daha kaliteli bir savunmacı alacağını iddia eden kimsenin olacağını sanmıyorum. Belki de Yobo, taraftarların ağzına çalınan bir kaşık baldan ibarettir.

Galatasaray Karpaty Lviv'den 2 maçta 3 gol yedi. Hakan Balta veya Servet oyuna sadece %10 daha fazla konsantre olsalardı belki de şimdi Galatasaray'ın grubundan birinci çıkma ihtimalini değerlendiriyorduk. Sadece 18 gün önce yapılabilecek Emiliano İnsua transferi bile bunu sağlayabilecek nitelikte olabilirdi. Hakan'ın formasını direkt olarak, Servet'inkini ise dolaylı olarak tehdit eden genç Arjantinli, oynamasa bile savunmamıza katkıda bulunacaktı.

Programsızlığın bir diğer örneği ise, geçen sezon başına ne geldiyse forvetsizlikten gelen Galatasaray'ın Eskişehirspor maçına kadroda Baros dışında forvet olmadan çıkmasıdır. Aylarca Kewell'ı bekledik, Jo'nun Avrupa kupalarında oynayamamasına hayıflandık, Madrid maçlarında hücumda Arda'nın kaybolmasına şahit olduk, tüm bunlara rağmen hiç ders almamış gibi şu anda kadromuzdaki tek forvetin, sakatlıktan yeni çıkan Baros olmasını şaşkınlıkla izliyorum. Olası bir Baros sakatlığında, (Mehmet Batdal ve Kewell zaten sakatlar) yeni orta saha transferimiz Misimovic'i bekçi forvet olarak kullanmak zorunda kalabiliriz.

Bu noktada bir parantez açıp Beşiktaşlı yöneticileri kutlamak lazım. (Bunun için geçmiş sezonları tamamen göz ardı etmek gerekiyor ama olsun!) Guti’den Aurelio’ya, Quar esma’dan Fatih’e çok başarılı bir transfer sezonu geçirdiler. Umarım Kara Kartallar Uefa Avrupa liginde de aynı başarıyı yakalarlar.